27 Ağustos 2012 Pazartesi
Kendi kendine yalan söylemek
Pek alışılmadık bir yazı olacak bu sefer ama...
Önce Anadolu Ajansı’nın abonelerine geçtiği ve (Hürriyet dahil) Türk medyasının gözü kapalı kullandığı şu haberi okuyun:
-“Muhteşem Süleyman” belgeseli, Fransız televizyonlarında izlenme rekoru kırdı
PARİS (AA) - 22.08.2012 - “France 2” televizyon kanalında dün akşam saatlerinde gösterilen “Muhteşem Süleyman” belgeseli izlenme rekoru kırdı.
“France 2” kanalında “Tarihin Sırları” programında gösterilen “Muhteşem Süleyman” belgeseli 3,5 milyon izleyici ve yüzde 18 izlenme oranı ile reyting rekoru kırdı.
Paris Kültür ve Tanıtma Müşavirliği’nin katkısı ve işbirliği ile hazırlanan programın çekimleri İstanbul ve Fransa’da gerçekleştirildi.
Belgesel, konu ile ilgili uzmanların konuşmalarının yanı sıra İstanbul’un başta Topkapı ve Süleymaniye olmak üzere tarihi mekanları, Boğaz silüetinden görüntüler ve “Muhteşem Yüzyıl” dizisinden sahneler ile izleyicileri büyüledi.
Yayının ardından “France2” televizyonu program yetkililerinden Laurent Menec, Paris Kültür ve Tanıtma Müşavirliği’ni arayarak programa yönelik büyük ilgiden dolayı çok memnuniyet duyduklarını dile getirdi ve Türk yetkililere katkılardan dolayı teşekkürlerini iletti.
Belgeselin yoğun talep üzerine tekrar gösteriminin gündemde olduğu bildirildi.
*
21 Ağustos 2012 Salı günü Fransız televizyonlarında ‘prime-time’da yayımlanan programların reyting sıralaması (ilk 5) şöyleydi:
1- Arthur et la vengeance de Maltazard (Animasyon filmi, TF1) : % 21,6 reyting – 4.249.000 izleyici
2- Secrets d’Histoire (Muhteşem Süleyman konulu tarihi röportaj, France2) : % 17,1 reyting – 3.433.000 izleyici
3- Jeu de Dames (Komedi dizisi, France3) : % 12,2 reyting – 2.431.000 izleyici
4- D&CO (‘Reality show’, dekorasyon programı, M6) : % 11 reyting – 2.069.000 izleyici
5- 90’Enquêtes (Haber-röportaj, TMC) : % 5,2 reyting – 1.036.000 izleyici
Hasılı, Muhteşem Süleyman’ı konu alan program değil ‘reyting rekoru kırmak’ 21 Ağustos’un birincisi bile değildi. Haberi yazan meslektaşımın ‘izleyicilerin büyülendiğini’ hangi bilgiye dayanarak yazdığını sormuyorum; ‘yoğun istek üzerine tekrar gösteriminin gündemde olduğu bildirildi’ cümlesiniyse okumamış olmayı tercih ederim.
Peki niye?
Çünkü biz, asırlardır, iki sosyo-genetik hastalıktan muzdaribiz:
(1) Kendimizi batılılara beğendirme kompleksi
(2) Kendi kendimize yalan söyleme hastalığı
*
Yalanların en kötüsü, insanın kendine söylediği yalandır.
Bu açıdan bir insanın en büyük rakibi, hatta düşmanı, kendisidir.
Kendinize karşı dürüst olmayı başarırsanız göreceksiniz ki, sizi sizden daha çok kandıran yoktur ve bu yolla size en büyük zararı veren bizzat kendinizsinizdir!
Biz (biz derken benden veya sizden değil, toplumdan bahsediyorum) çocukluktan itibaren yalanla büyümüş bir milletiz.
Hamurumuz, dinî, tarihî - detaya girip dincileri ve milliyetçileri kızdırmayayım - ve ailevî yalanlarla yoğrulmuştur.
Babamız bizi, okula-askere geç gidelim diye, nüfusa geç kaydettirmiş, doğum tarihimiz bile yalandır.
Sevdiğimiz öğretmene düşelim, istediğimiz okula gidelim diye sahte ikamet bildirmişizdir.
Ödevimizi yapmadığımız gün, annemizle işbirliği halinde öğretmene yalan söylemişizdir.
4 dersten ikmale kaldığımız halde, gözümüzün içine baka baka konu komşuya ‘Teyzesi oğlumuz bu yıl da sınıfını birincilikle geçti’ diye yalan söylenmiştir.
(İşin komiği, aynı ana-babamız bize her fırsatta ‘yalan söylemek çok ayıp çocuğum, sakın yalan söyleme’ diye nasihat etmekten de utanmamıştır!)
Üniversite sınavına hazırlanmak için, Millî Eğitim’in göz yummasıyla sahte doktor raporu almışızdır.
Ve hayata atılıp çoluk çocuğa karıştıktan sonra da, gönül ferahlığı içinde, çevremizi ve daha da vahimi kendimizi kandırmayı sürdürmüş ve gelecek nesilleri de itinayla yalancı yetiştirmişizdir.
Abartıyor muyum? Siz karar verin...
*
Eğer bu noktada sözü ‘yalancılığı başarısızlığını örtbas etmek için bir yönetim tarzı haline getirmiş’ ara kademe yöneticilere ve ‘gerçeklerden kopmuş, kendi yarattığı hayal dünyasında yaşayan’ tepe yöneticilere getirirsem, konuyu İK’ya bağlamak için zorlamış olacağım.
Ama istisnalar hariç, bu toprakta bu ot biter!
Hürriyet-İK, 26.08.2012
22 Ağustos 2012 Çarşamba
Sinimmâr Cezası
Derler ki…
Bir zamanlar bu coğrafyada Numan Bin Münzir adında bir şâh hüküm sürmüş. Zevk ve safa düşkünüymüş. O kadar ki, bu dünyada iz bırakmak, öte dünyada yer kapmak umuduyla devlet kesesinden bir selâtîn camii (1) yaptıracağına, sarayların en ihtişamlısını inşaya karar vermiş. Başmimarı Sinimmâr’ı huzuruna getirtmiş, "Şâhen-şâh yani benim adıma öyle bir şâheser inşa edesin ki, ezelden ebede bir eşi bir benzeri olmasın, olabilemesin. Benim sarayımda bu dünyadan kâm almak adına hiçbir eksik kalmasın…" buyurmuş.
Sinimmâr, en uygun yeri seçmek için ülkeyi baştan başa gezmiş. Necep ile Fırat arasındaki Hîre sırtlarını seçmiş. Ve buraya, kendine verilen mühlet zarfında, insan evladının yapabileceği en muhteşem sarayı inşa etmiş. Şeffaf duvarlarından sızan ışıkla günün her saatinde farklı bir renge bürünen, "güya sabah mavi, kuşlukta havaî, öğleyin beyaz ve ikindide sarı görünen" (2) Kasr-ı Hâvernak, Şah Numan’ın aklını başından almış. "Yarın ben öldükten sonra mülküm, oğullarımın, onların oğullarının, belki de tâlân-gerin (çapulcuların) elinde kalacak. Ben toprağa düşmüş bir yaprak gibi kururken, onlar benim sarayımda hüküm ve safa sürecekler" diye vesveseye kapılmış.
Mimarbaşı, "Allah gecinden versin, Allah sizi başımızdan eksik etmesin ama müsterih olunuz Haşmet-meâb; kulunuz en kötü ihtimali de düşündü…" diyerek şâhı gizli bir geçitten sarayın mahzenlerine indirmiş: "Hâvernak Sarayı’nın belkemiği işte şu gördüğünüz kilit taşıdır. Kulpundan tutup da bu taşı yerinden oynatırsanız, saray bir saat içinde hâk ile yeksan olacaktır."
Numan Bin Münzir, malını kimseyle paylaşmayacağı için mutlu, ileri görüşlü ustasına övgüler yağdırdıktan sonra odalarına çekilmiş. Ancak bu sefer de,"Ya taşın yerini düşmanlarıma söyler de sarayımı başıma yıkarsa! Ya Hâvernak’ın bir benzerini başka sultanlar için de yaparsa!.." diye sabaha kadar gözünü kırpmamış. Daha gün ışırken mimarbaşını huzura çağırmış, Fırat’ı seyir bahanesiyle tâk-ı Hâvernak yani sarayın kubbesine çıkarmış ve talihsiz Sinimmâr Usta’yı aşağı atıvermiş.
İşte o günden beri, ödül beklerken cezalandırılanların, işlerinde ehil ve başarılı oldukları için zarar görenlerin durumu ‘Cezâ-yi Sinimmâr’ yani ‘Sinimmâr Cezası’ benzetmesiyle tanımlanır.
Günümüzde ise, sağduyulu ve sade halkımız, aynı anlama gelen ‘Hiçbir başarı cezasız kalmaz’ atasözünü üretmiştir.
Bir zamanlar bu coğrafyada Numan Bin Münzir adında bir şâh hüküm sürmüş. Zevk ve safa düşkünüymüş. O kadar ki, bu dünyada iz bırakmak, öte dünyada yer kapmak umuduyla devlet kesesinden bir selâtîn camii (1) yaptıracağına, sarayların en ihtişamlısını inşaya karar vermiş. Başmimarı Sinimmâr’ı huzuruna getirtmiş, "Şâhen-şâh yani benim adıma öyle bir şâheser inşa edesin ki, ezelden ebede bir eşi bir benzeri olmasın, olabilemesin. Benim sarayımda bu dünyadan kâm almak adına hiçbir eksik kalmasın…" buyurmuş.
Sinimmâr, en uygun yeri seçmek için ülkeyi baştan başa gezmiş. Necep ile Fırat arasındaki Hîre sırtlarını seçmiş. Ve buraya, kendine verilen mühlet zarfında, insan evladının yapabileceği en muhteşem sarayı inşa etmiş. Şeffaf duvarlarından sızan ışıkla günün her saatinde farklı bir renge bürünen, "güya sabah mavi, kuşlukta havaî, öğleyin beyaz ve ikindide sarı görünen" (2) Kasr-ı Hâvernak, Şah Numan’ın aklını başından almış. "Yarın ben öldükten sonra mülküm, oğullarımın, onların oğullarının, belki de tâlân-gerin (çapulcuların) elinde kalacak. Ben toprağa düşmüş bir yaprak gibi kururken, onlar benim sarayımda hüküm ve safa sürecekler" diye vesveseye kapılmış.
Mimarbaşı, "Allah gecinden versin, Allah sizi başımızdan eksik etmesin ama müsterih olunuz Haşmet-meâb; kulunuz en kötü ihtimali de düşündü…" diyerek şâhı gizli bir geçitten sarayın mahzenlerine indirmiş: "Hâvernak Sarayı’nın belkemiği işte şu gördüğünüz kilit taşıdır. Kulpundan tutup da bu taşı yerinden oynatırsanız, saray bir saat içinde hâk ile yeksan olacaktır."
Numan Bin Münzir, malını kimseyle paylaşmayacağı için mutlu, ileri görüşlü ustasına övgüler yağdırdıktan sonra odalarına çekilmiş. Ancak bu sefer de,"Ya taşın yerini düşmanlarıma söyler de sarayımı başıma yıkarsa! Ya Hâvernak’ın bir benzerini başka sultanlar için de yaparsa!.." diye sabaha kadar gözünü kırpmamış. Daha gün ışırken mimarbaşını huzura çağırmış, Fırat’ı seyir bahanesiyle tâk-ı Hâvernak yani sarayın kubbesine çıkarmış ve talihsiz Sinimmâr Usta’yı aşağı atıvermiş.
İşte o günden beri, ödül beklerken cezalandırılanların, işlerinde ehil ve başarılı oldukları için zarar görenlerin durumu ‘Cezâ-yi Sinimmâr’ yani ‘Sinimmâr Cezası’ benzetmesiyle tanımlanır.
Günümüzde ise, sağduyulu ve sade halkımız, aynı anlama gelen ‘Hiçbir başarı cezasız kalmaz’ atasözünü üretmiştir.
*
* *
İnsan olmak çok üzücü
Raphael Beaugrand genç bir Fransız gazetecisi. Srebrenista’dan Hiroşima’ya kadar 16 bin km yol katetmiş. Tek başına. Bisikletle. "Çünkü bisiklet insanlarda sempati uyandırıyor ve dillerini çözüyor" diyor. Bosna-Hersek’ten yola çıkmış, Moldova, Ukrayna, Gürcistan, Azerbaycan, Çin, Güney Kore ve nihayet Japonya. 36. paralel boyunca ‘Unutulmuş çatışmalar’ın izinde. İnsanlar en yakınlarının kaybını, acıları, sürgünü nasıl yaşıyorlar? Böyle bir dramdan sonra hayata nasıl tutunuyorlar? Bir yıla yakın süren röportajından çok güzel bir web-belgesel çıkarmış. (3)
Bir Boşnak anne sessiz bir mezarın beyaz mermerini okşuyor, "Burayı oğlum için boş bıraktım" diyor, "Allah izin verir de kemiklerini bulursam diye…" Bir Abhaz kadın bir gün memleketine, köyüne dönmeyi hayal ediyor: "Yanmış, kül olmuş, ama yine de benim evim orası…" 6 Ağustos 1945’ten sağ kurtulan bir kadın, Hiroşima’da hayatın durduğu anı hatırlıyor. "Binlerce ceset görünce insan artık hiçbir şey hissedemez hale geliyor. Bu açıdan, insan olmak çok üzücü!" diyor.
Bayramın insan olduğumuzu bize hatırlatması ümidiyle...
(1) Selâtin ‘sultanlar’ demektir. Osmanlı sultanları veya şehzadeleri tarafından yaptırılan camilere ‘selâtin camii’ denir.
(2) Bu alıntıyı nereden yaptığımı unuttum ne yazık ki…
13 Ağustos 2012 Pazartesi
Söyleyen dudak dinleyen kulak
General Grigoriy Potyomkin, Rus Çariçesi 2. Katerina’nın sevgilisi, bakanı, ordular başkomutanı ve nihayet Kırım Prensi idi.
Rivayete göre işte bu Potyomkin, Çariçe’nin 1787’de Osmanlı’dan alınan Kırım’a düzenlediği debdebeli gezi sırasında, Dinyeper Irmağı boyundaki fakir evleri örtecek şekilde tiyatro dekoru gibi zengin köyler inşa ettirmiştir.
Niyeti, Kırım’ın zengin ve müreffeh olduğu havasını yaratmak ve Katerina’nın gözünü boyamakmış, denir.
Gerçi bu hadisenin yalan olduğu; Georg Von Helbig adlı bir Sakson diplomat tarafından Çariçe’nin gözdesini karalamak için 1797’de yazdığı bir kitapta uydurulduğu artık bilinmektedir.
Potyomkin bu köyleri inşa etmemiş, Çariçe’nin ziyareti öncesinde temiz ve iyi görünsün diye fakir evleri elden geçirtmiş, boyatmıştır. Ve bunu da açık açık söylemiştir.
Ama insanevladı doğrulardan değil efsanelerden ve ‘seksî’ komplo teorilerinden hoşlandığı için, ‘siyasî propaganda ve kandırmaca maksadıyla göz boyamak’ anlamına gelen Potyomkin Köyü lafı bütün dillere girmiştir.
Ahlaksız ve alçak bir Türk düşmanı olduğu için, Grigoriy’in tarihe bu şekilde geçmesine en azından biz acıyacak değiliz tabii.
*
Potyomkin Köyü iddiası, 1989’da devrilen ve kurşuna dizilen Romanya diktatörü Nikolay Çavuşesku ve karısı Elena’nın suçunu hafifletmek için de kullanıldı. Söylentiye göre, komünist yetkililer, Çavuşesku’ların çıktığı yurt gezilerinde, yollarının üzerinde böyle Potyomkin Köyleri inşa ediyorlar, meyvelerle sebzelerle dolu ‘düzmece’ pazarlar kuruyorlardı. Muhtemelen bu da yalandı.
Daha yakın bir tarihte, devlet televizyonları ile hükümete göbekten bağlı kanallarda yayımlanan İcraatın İçinden yahut Ulusa Sesleniş gibi propagandalar da bir anlamda birer Potyomkin Köyü’dür.
Ama bu başka ve tehlikeli bir mevzudur.
*
Potyomkin Köyü Sendromu şirketleri de tehdit eden bir tehlikedir.
(Hıh, Serdar bu sefer çuvalladı, konuyu İK’ya bağlayamayacak, diye sevinenler utansın! :)
Katerina gibi ‘koyunlarına aldıkları’ Potyomkin’ler, patronların ve tepe yöneticilerin gözünü boyamakta, acı gerçekleri gizlemekte, onları kandırmaktadırlar.
İşin daha da vahimi, bu süreç sonunda, gerçeklerden yavaş yavaş kopan ve hayal dünyasında yaşamaya başlayan yönetici, önce Potyomkin’lere bağımlı hale gelmekte, etrafında Potyomkin’lerin dışında kimseye, doğru ve dürüst yöneticilere tahammül edemez hale gelmekte ve nihayet kendisi bir (oto-) Potyomkin’e dönüşmektedir.
Aslında bu yaptığım benzetme, sık sık söz ettiğim ‘yalakalık’ sendromundan çok farklı değil.
Potyomkin’lik söz konusu 'yalakalar'ın uyguladığı bir taktikten ibarettir.
Yalakalık, ‘Aman efendim ne kadar doğru buyurdunuz’ denilerek, patronun her dediğine baş sallayıp alkış tutularak ve tabii sadece duymak istediklerini söyleyerek icra edilir.
Bir anlamda ‘pasif’ bir taktiktir.
Potyomkin’lik ise ‘aktif’ yalakalıktır.
Gerçekleri örtmek ve hatta değiştirmek üzerine kurulur.
Bu anlamda ayıptan öte, suçtur.
Ama öyle yöneticiler biliyorum ki, insanı fena halde suça teşvik ederler.
*
Bir rivayete göre, meşhur Arap gezgini İbni Batuta, anlattıklarını ağzı açık dinleyenleri hayal kırıklığına uğratmamak için ‘görmedim’ diyememiş de, "Mısır Piramitleri koni biçimindedir" diye uyduruvermiş. Gezgini mazur gösteren bir Arap atasözü der ki:
"Öyle yalanlar vardır ki, dinleyen kulak söyleyen dudaktan kabahatlidir."
Hürriyet-İK, 12.08.2012
6 Ağustos 2012 Pazartesi
The Unhappy End
Gençler, Jesse Owens’i bilmezler, hatırlamazlar. Oysa modern Olimpiyat oyunlarının en önemli sembollerinden biridir. Hatırlatalım.
Uluslararası Olimpiyat Komitesi 1931 yılında yaptığı toplantıda 11’inci Olimpiyat Oyunları’nın Almanya’nın başkenti Berlin’de yapılmasına karar verdiğinde Hitler ve nazileri henüz iktidarı ele geçirmemişlerdi. Hitler için 1936 oyunları bulunmaz bir propaganda fırsatıydı; ‘arî ırkın üstünlüğü’nü bu vesileyle dünyaya göstermeye kararlıydı. Ama Jesse Owens tek başına bu oyunu bozdu. Hitler, atletizmde ‘beyaz adamları’ geçerek 4 altın madalya kazanan bu siyahın elini sıkmamak için şeref kürsüsünü hışımla terk ederek kaçtı. Çok da sempatik bir insan ve mükemmel bir sporcu olan Owens bir anda Berlin Olimpiyatları’nın sembolü haline geliverdi.
Ancak bu muhteşem maceranın bir de karanlık yüzü varmış. Benim en azından bilmediğim.
Jesse Owens memleketi ABD’ye döndüğünde bir kahraman gibi karşılanmış. New York bayraklarla süslenmiş, halk sokaklara dökülmüş, konfetiler atılmış, milli marşlar söylenmiş…
Ancak Mr. and Mrs. Owens o gece, New York’ta yatacak bir otel odası bulamamışlar. Siyahların otelde kalmaları yasak olduğundan.
Gerçi Jesse ırk ayrımcılığının yabancısı değilmiş. Ohio Üniversitesi formasıyla peşpeşe rekorlar kırıp dünya çapında bir atlet olarak adını duyurmaya başladığı günlerde, Jesse akşam antrenman bittikten sonra çantasını alıp gettosuna dönmek zorundaymış. Siyah öğrencilerin kampusta kalması yasak olduğundan.
Atletleri yarışmaya götüren otobüs yolda bir lokantada durduğunda, Jesse, diğer siyah atletlerle birlikte, otobüste oturup çantasındaki nevaleyle yetinmek zorundaymış. Beyazlarla aynı lokantaya gitmesi yasak olduğundan.
Alabama’lı bir yarıcının 10 çocuğundan biri olarak dünyaya gelen ve “siyahların varlıklarını sürdürebilmek için beyazların iktidarına eyvallah demek zorunda olduğu” (1) bir dünyada doğup büyüyen Jesse Owens, bir takım arkadaşının dediği gibi, “kötülüğe ve haksızlığa, iyilikle ve doğrulukla cevap vermeyi” bilmiş.” (2)
*
Ne güzel ve duygusal bir hikaye değil mi! Tam bir Amerikan rüyası!
Hani fakir ama onurlu kız sebat ile çalışarak... Hani siyah delikanlı, baskılardan ve ırk ayrımcılığından yılmayarak...
Hödö hödö yani. Yerseniz...
Gerçi başarı ve zafer intikamın en tatlısıdır ama...
Siz siz olun bu Amerikan propagandasına, ‘iyilerin eninde sonunda kötüleri yendiği’ THE HAPPY END martalavına sakın inanmayın.
40 bin yıllık insanlık tarihi göstermiştir ki, ‘öteki’ni bilmem ama, bu dünyada yapılan yapanın yanında kalır.
Kötülük, pislik, ahlâksızlık, alçaklık her zaman kazanır.
İyilik, doğruluk, dürüstlük, çalışkanlık asla cezasız kalmaz.
Gerçekçi olun, önünüzde 4 seçenek var:
(a) Ya İsa Peygamber’in dediği gibi (‘öteki dünya’da) ‘sonuncuların birinci olacağı’na gönülden inanacak, böylece sürünmeyi bir mutluluk vesilesine dönüştüreceksiniz;
(b) Ya aldırmaz gibi yapacak, idealist takılacak, benim parada pulda gözüm yok, mühim olan insanlık filan diye kendinizi ve çevrenizi kandıracak, başarısızlığınıza kulp takacaksınız;
(c) Ya, şansınız var da becerebiliyorsanız eğer, siz de pisliğin biri olacaksınız.
(d) Ya da - ki ülkemizde en yaygın olanı budur - kendi çapınızda bir pislik olacak ama dindar takılıyorsanız (a), laik takılıyorsanız (b) ayaklarına yatacaksınız.
Sen ne yapıyorsun, diye soracak olursanız itiraf edeyim: (c)’ye iç çekip (b)’ye razı oluyorum.
(1) Tarihçi William J.Baken
(2) 1936 Belin Olimpiyatları’nda yarışan, Owens’ın takım arkadaşı Louis Zamperini
Hürriyet-İK, 05.08.2012