30 Ekim 2012 Salı

Tüketim toplumunun kader kurbanı tüketkenler



Alın yazısına, kadere, kısmete inanın inanmayın, sonuç değişmez; neticede hayat dediğiniz şey ‘bir dizi tercih’ten ibarettir. Doğru ve yanlış seçimler ve kararlar dizisi.
Tabii ki Boğaz’da bir yalıda dünyaya gelen ile Digor’un Halıkışlak köyünde bir ağılda doğanın hayat çizgisi birbirinden çok farklı olacaktır; ama neticede ‘seçim yapmak ve karar vermek’ bireysel bir eylemdir. Ve mecvut şartlar en gerçekçi biçimde değerlendirilerek yapılır.
Oysa insanevladı gideceği okulu,  mesleğini hatta evleneceği insanı seçerken – yani hayatının en önemli kararlarını verirken -mesela bir cep telefonu alırkenki kadar bile düşünüp taşınmaz.
En vahim kararlar, en hafife alınanlardır. Yahut da başkalarına, tesadüflere ya da gidişata terk edilenlerdir.
Kendi tercihlerinizi geriye dönük bir gözden geçirin; kendinize karşı dürüstseniz eğer, ‘karar vermeden önce adam gibi düşünmemişim bile’ diye hayret edeceksiniz.
*
Özgürlükçü olduğunu iddia eden (günümüzde rakipsiz) kapitalist mantığa göre, birey bütün kararlarını akılcı bir şekilde verebilir. Rekabet teorileri genelde bu tamamen yalan ve saçma varsayım üzerine kurulmuştur.
Bu ideolojiye bakarsanız, her kararı doğru verip, her seferinde akıllı seçimler yaparak, hayatımızın her alanını denetleyebiliriz. Yerseniz.
*
“Her biri özelliklerini hassasiyetle ve netlikle ortaya döküyordu. Başım döndü. Bunun tek sebebi kamamber peynirinin kokusu değildi” diyen filozof Renata Salecl’in başını döndüren (1), aslında, Manhattan’da girdiği bir mezecideki çeşit bolluğudur. Yani ‘tercih zorluğu’dur.
Alışveriş yaptığınız markette 4 çeşit deterjan varsa, markasına, etiketine bakıp tercihinizi yaparsınız. 400 deterjan varsa, başınız döner, bir tane alır çıkarsınız.
*
Tercih bolluğu’nun insanlar üzerindeki 2 olumsuz etkisinden söz edilir.
Birincisi, paradoksal bir etkidir, fazla seçenek seçme özgürlüğünü kısıtlar. Hatta tamamen ortadan kaldırır.
İkinci olumsuz etki ise – birinci etkiyi aşmayı bildiniz ve iyi kötü bir tercih yaptınız diyelim – kararınızın size verdiği mutlulukla ilgili. Çok seçenek içinden seçtiğimiz zaman daha az mutlu oluruz. Çok basitleştirerek: 4 çeşit deterjandan birini seçtiyseniz, memnun kalmasanız da kendinize çok kızmazsınız. Oysa 400 deterjandan birini (haliyle gözünüz kapalı) aldıysanız, kötü çıktı diye kendinizi suçlarsınız. Memnun olsanız bile, ‘Acaba öteki daha mı iyiydi?’ sorusu sinsi sinsi içinizi kemirir. Bir şeyler kaçırmış olma olasılığı daima sizin aldığınız hazzı azaltır.
Bu iki olumsuz etkiye bir üçüncüsünü daha ekleyebilirsiniz:
Çok olasılık, abartılı reklamlar, bangır bangır satış kampanyaları insanların tükettikleri şeylerden beklentilerini yükseltir. Yakınlarda piyasaya çıkan Iphone5’in ‘beklendiği kadar devrimci olmadığı’ söylendi. Oysa tüketiciler, söz konusu aletin sunduğu imkanların yüzde 10’unu bile kullanamıyorlar...
Özetle: Seçeneğiniz çok sınırlıysa (Annenizin görücüye gidebileceği sadece 2 komşu kızı varsa mesela) aldığınız yanlış kararın sorumlusu ‘başkaları’ ya da ‘kısmetsizlik’tir. Halbuki ‘sınırsız seçenek’ varken (mesela bir üniversite dolusu kızın arasından) yanlış karar vermişseniz, mazeretiniz yoktur, sadece ‘kendinize’ kızabilirsiniz.
*
Size (hele tatili 10 güne tamamlayıp bir yerlere kaçan talihlilerdenseniz) şu tatil sabahı ‘fazla tercih tercihi öldürür’ şeklinde bir psikososyolojik neyin nutuk atmamın sebebi, kapak konumuz: Giyecek şeyim yok sendromu.
Özetle, gardrobunuz ne kadar doluysa seçmekte o kadar zorlanır, o kadar mutsuz olursunuz.
Diyeceğim, sabah işe yahut pazara - tabii bayram ziyaretine – giderken, dolabı boş olduğu için ne giyeceğini bilemeyenlerden ve bundan dolayı mutsuz olanlardansanız, bilmem sizin için teselli olur mu ama, dolabı asla giymeyeceği şeylerle tıka basa dolu olanlar sizden daha bedbaht, bilesiniz.
Belki de alışveriş yaparak mutlu olacağını sanan, ama gardrobunu doldurdukça mutsuzluğu artıp daha çok alışveriş yapan kısır döngü mahkumu ‘tüketkenler’ (2) aslında ‘tüketim toplumunun kader kurbanları’dır.

(1) The Tyranny of Choice
(2) Nasıl çok üretene ‘üretken’ deniyorsa, çok tüketene ve tüketmeden duramayana da ‘tüketken’ demek yanlış olmasa gerek...

Not: Bu yazıyı bitirdikten sonra, The Economist’te 16 Aralık 2010’da çıkan bir yazı çıktı karşıma. Artık okumadım, pişmiş aşa su katmamak için. Ama yukarıdaki fotoğrafı aşırdım.



Hürriyet-İK, 28.10.2012

22 Ekim 2012 Pazartesi

Sadece İngilizce’yi değil, herşeyi ‘oyun şeklinde’ öğreniyoruz artık


Eğitim, özellikle de kızların okuması Türkiye Cumhuriyeti’nin temel meselesidir.
Dincilerin küçük kızların eğitimini engelleme politikası da bundandır, PKK’nın Kürtler’in eğitimini baltalama politikası da...
Sömürü düzeninin devam etmesi için halk, özellikle de kadınlar cahil kalmalı.
2005/2006 eğitim ve öğretim yılı başlarken, başında Recep Tayyip Erdoğan’ın bulunduğu Hükümet ile Hüseyin Çelik’in bulunduğu Milli Eğitim Bakanlığı, sayıları o tarihte 25 milyonu aşan Türk gencine İngilizce’yi nasıl öğreteceğinin derdine düşmüştü.
Anacığımın bir lafı vardı, ‘Her rengi tamam, fıstıkî yeşili eksik’ derdi.
Türkçe’yi öğretmiştik, her şeyi öğretmiştik, sıra İngilizce’ye gelmişti.
Ben de 26 Ocak 2006’da bu konuyu yazmıştım.
O günlerde henüz Hürriyet İK’nın ağırbaşlı bir yayın yönetmeni değildim, üslubun kusuruna bakmayın.
*
Başlık: İngilizce dersleri artık ezberle değil oyunla öğretilecek
Türk gençliği, liseyi bitirene kadar toplam 1.000 saat İngilizce dersi görüyormuş. Gerçi birçok okulda İngilizce hocası olmadığı için görmek dedikleri bön bön bakmaktan ibaret ama olsun, kontör işliyor, kağıt üstünde de olsa 1.000 saat ders tamamlanıyor ya siz ona bakın...
Ancak, bütün dersleri ve bu arada Türkçe’yi mükemmel (!) öğrenmelerine rağmen... Türk gençliği adam gibi İngilizce konuşamıyor, yazamıyormuş bir türlü.
AKP buna da bir çare bulmuş.
İngilizce dersleri bundan böyle oyun şeklinde geçecekmiş.
(1) Model Lüksemburg’tan alınmış. Lüksemburg halkının en az iki ana dili vardır, Fransızca ve Almanca. Eğitim ve kültür seviyeleri, aile yapıları, sosyal çevreleri filan bakımından, gerçekten de Lüksemburg bizim Hakkari’ye, Şırnak’a, Çankırı’ya filan çok benzer!
(2) Dil eğitimi çocuğun doğal hayatı temel alınarak verilecekmiş. Mesela çocuk kesme-yapıştırma yaparken öğretmen ‘kes’, ‘yapıştır’ gibi talimatları İngilizce olarak verecekmiş. İngilizce öğretmeni ders sırasında çocuğa - doğal hayatını esas alarak - mesela ‘Ula Hüso, hele först kat’asın, leytır past’asın!’ şeklinde İngilizceyi, cümle içinde kullanarak, öğretecekmiş.
(3) Sonra efendim çocuğa ders ‘beden dili’ kullanılarak daha kolayca verilecekmiş. Bu uygulama da faydalı olur diye düşünüyorum. Zaten çocuk babası ve anası tarafından ‘beden dili’ kullanılarak eğitilmeye alışmıştır o yaşa kadar. İleride Hüso askerde başçavuştan, Ayşe evlenince beyinden ‘beden dili’ ile ikaz ve talimat alacaktır, şimdiden alışmasında fayda vardır!
(4) Dersler tiyatro gibi olacakmış. ‘Çocuğun verdiği fiziksel tepkiden anlayıp anlamadığı belli olacak’ imiş. Bu da yerinde... Van-Çaldıran’da bir köy öğretmeni bana dert yanıyordu: “Serdar abi, ilköğretim çocuklarına biyoloji, matematik, din ve ahlâk kültürü içeren müfredat vermemiz isteniyor bizden. Oysa biz, okulun ilk iki senesi öğrencilerimize Türkçe öğretmeye çalışıyoruz...” Onun için ‘tiyatro gibi İngilizce’ öğretmek iyi fikir. Öğrenci nasılsa daha Türkçe bilmediği için öğretmenle anlaşamıyor. Bari el kol hareketini denesinler...
(5) Haber aynen şöyle diyordu: “Ezber yok, görsel var: Kavramlar kitaptan ezberletilmek yerine görsel olarak öğretilecek. Mesela tahtaya üzerinde değişik hayvanların resimleri asılacak. Çocuklara hayvanların isimleri İngilizce olarak söylenerek, hangi hayvan olduğu bulunması istenecek.” Ne güzel bir fikir değil mi? ‘Aha on dı bilekbord yu si e nays kow. Ayşe milk di kow may dotır...’
(6) Eğer buna rağmen çocuk gördüğü hayvanın İngilizcesini hâlâ bulamazsa, öğretmen öyle lank diye söylemeyecek, bir ipucu daha verecekmiş; yine haberden: “Çocuk bulamazsa öğretmen o hayvanın sesini çıkaracak. Kediyse “Miyav”, kuş ise İngilizce (!!!) “chirp, chirp” denecek” miş. Çocuk kedinin resmini görüp de tanımayacak kadar eblehse, İngilizce olarak ‘miyav’ deyince nasıl bilecek acaba?
(7) Bitmediiiii... Eğer çocuk İngilizce miyav deyince hâlâ ‘Hıh! Dis is e ket’ diyemediyse, yine haberden: “Bu yeterli olmazsa, kanat çırpılacak mesela.” Öğretmen, son bir ipucu olarak mesela kuşu anlatmak için ‘kanat çırpacak’mış. Milli Eğitim Bakanlığı’nın hazırladığı sınıf öğretmeni elkitabına bakmak lazım, acaba öğretmen mesela mandayı yahut deveyi nasıl tarif edecek?
(8) Ve haberin bitirici final cümlesi: “Türkçe’yi de gramerle ve kitapla öğrenmiyor çocuklar. Duyarak öğreniyorlar. Cümle kurmayı da Türkçeyi nasıl öğreniyorsa öyle öğrenecek.” Yani... bir bok öğrenemeyecek!
(Not: Alıntılar, 29 Aralık 2005 tarihli Vatan gazetesinde yayımlanan Salif Usul imzalı haberdendir.)
*
Milli Eğitim’de bir devrim sayılabilecek bu uygulamanın 7’nci yılını idrak ettik.
Türk gençleri, kürsüde kuşları, inekleri taklit eden, İngilizce’yi cümle içinde kullanan öğretmenler sayesinde İngilizce’yi çözdü mü, bilemem.
Ama bu uygulamadan memnun kalınmış ki, Milli Eğitim’le sınırlı kalınmayıp, İçişleri, Dışişleri, Ekonomi alanlarında da, hasılı her konuda ‘Lüksemburg Modeli’ uygulanmaya başlandı.
Bir temaşadır gidiyor. Kimileri kürsüde beden dili kullanıyor, kimileri kanat çırpıp ‘chirp chirp’ diyor.
Bu iş bir komediye döndü...

Hürriyet-İK, 21.10.2012

15 Ekim 2012 Pazartesi

Korkak İK’cıdan iyi İK’cı olmaz!


Çok mu tekrarladım bilmem ki?
Yoksa size sözünü etmedim mi?
Bireysel-girişimci boyunu aşmış ama patron-şirketi olmaktan kurtulamamış ebattaki (yani kurumsallaşamamış) şirketlerin önemli bir zaafı da budur:
İyi yapılan iş mükafatlandırılmaz, kötü yapılan iş cezalandırılmaz.
*
İnsanevladı bizatihi, yeteri kadar takdir edilmediğine / hakkının yendiğine / hak etmeyenlerin kayrıldığına inanmaya teşnidir.
Ama Türk modeli şirketlerde patron ve yöneticiler (özellikle iyi yönetici kriterlerine göre değil, başka saiklerle göreve getirilmiş olanlar, ki sayıları çoktur) isteseler de iyiyle kötüyü / çalışanla gibi yapanı / işin verimliliği ve etkililiğiyle görüntü ve gürültüsünü birbirinden ayırmaktan acizdirler. Yapılan işin bile doğru dürüst farkında olmadıkları vakidir. Örnek verebilirim. Hayır veremem.
Bu yüzden etkili olanlar yetkili değildir. Yetkili olanlar etkili değildir.
Çalışanın motivasyonu bozulur. Kimse sorumluluk almak istemez.
Münhal bir günah keçisi yoksa (bakınız 30 Eylül tarihli yazı) şirkete ve, daha vahimi, çalışanlara çok pahalıya mal olan hataların sorumlusu yoktur.
Kimi şirketlerde patron ve/veya yöneticiler, en yanlış kararı almak, en yanlış adamı seçmek, en hak etmeyeni taltif ve terfi konusunda takdire şayan bir sebat ve süreklilik gösterirler…
Diyerek tehlikeli sulara girmeyelim.
Ki tehlikeli laf etmemenin her zaman en sağlam yolu ‘felsefe yapmak’tır.
Kimse anlamayacağından (“Bir filozof için anlaşılır bir şey yazmak intihar demektir” der Bertrand Russel) kimse alınmaz.
*
Hannah Arendt’e göre ‘modern sorumluluk krizi’nin en iyi örneği Yahudi soykırımının baş aktörlerinden Adolf Eichmann’dır.
Günther Anders ise başka bir örnek önerir: Binbaşı Claude Eatherly.
Hava durumu keşfi yapıp, Hiroşima ve Nagazaki’ye bomba atacak uçaklara kalkış için yeşil ışık yakan pilot binbaşı Claude Eatherly.
Anders onu ‘atom çağının ilk suçsuz suçlusu’ diye tanımlar.
Eatherly sonradan rüyasında yanmış cesetler görmeye başlar. Ağır bir suçluluk duygusuna kapılır. ‘Ulusal kahraman’ imajından kurtulmak ve ‘nihayet’ suçlu muamelesi görmek için para istemeden banka, postane filan soyar. İki kere intiharı dener, beceremez. Sonunda, Amerikan ordusu Eatherly’yi deli diye kapatmanın ve susturmanın yolunu bulur.
Özetle, 6 milyon insanın ölümünden sorumlu nazi subayı Adolf Eichmann ‘dev bir ölüm mekanizmasının bir parçasından ibaret olduğunu ve sadece emirlere uyduğunu’ iddia ederek suçunu kabul etmezken;
280 bin insanın ölümünde payı aslında ‘hava durumu raporu vermek’ten ibaret olan Amerikan subayı Claude Eatherly vicdanî açıdan en büyük tehlikenin söz konusu mekanizmanın kendisi olduğunu söyleyerek ‘sorumlusu olmadığı bir suçu’ üstlenmek için her şeyi dener.
*
Kimse anlamasın diye felsefenin dozunu mu kaçırdık?
O zaman, Hürriyet İK’nin bugünkü kapağına (yani ‘adam gibi işten çıkarmayı bilmek’ konusuna) bağlayarak Turgut Özal gibi ‘açık ve net’ söyleyeyim:
Ey kötü yönetilen şirkette kötü yönetici olarak çalışan sen, ‘Ben emir kuluyum, ben de sizin gibi sistemin kurbanıyım’ diyerek, belki hukukî sorumluluktan kurtulursun ama, vicdanî sorumluluktan sıyrılamazsın.
Jérome Ferrari’nin bir kahramanı, eski bir toplama kampı mahkûmu “Savaş, insana saygıya engel değildir” der. “Aksine böyle anlarda, özellikle de böyle anlarda, insan, insan kalmayı bilmeli…
Şirketler çalışanlarını işten çıkarabilir. Bazen bu, kriz dönemlerinde, travmatik bir sürece dönüşebilir.
Yönetici, özellikle de insan kaynakları yöneticisi (sen ‘insan’ değilsen nasıl ‘insan kaynakları yöneticisi’ olacaksın ki?) işte asıl bu durumda ‘insan’ olduğunu hatırlamalıdır.
Korkak İK’cıdan iyi İK’cı olmaz...

Önemli not: Bunları söylerken aklımda kimse yok. Özellikle de çalıştığım şirketin veya grubun insan kaynakları yöneticilerine laf ediyorum sanılmasın.

7 Ekim 2012 Pazar

Leş kargaları

Kentsel dönüşüm çerçevesinde eski yapı stoku yenilenmeye başladı.
Özetle sistem şöyle işliyor:
Eski ve depreme dayanıklılığı şüpheli apartmanların sakinleri, eskiden oy birliğiyle, şimdi galiba yeterli çoğunlukla karar alarak, binayı yıkıp yeniden inşa etmek üzere bir müteahhide devrediyorlar.
Müteahhit daire sahiplerine taşınma parası ve inşaat süresi için belli bir kira bedeli ödüyor.
Sonra binayı yıkıyor, mevzuatın izin verdiği kadar kat ilave ederek ve teoride en son deprem yönetmeliğine riayet ederek yeniden inşa ediyor.
Kat sahipleri evlerini bedavaya ‘sıfırlamış’ ve güvenli hale getirmiş olarak kazançlı çıkıyorlar.
Müteahhit de fazladan inşa ettiği dairelerin satışından masraflarını çıkardığı gibi para kazanıyor.
Moda tabirle tam bir ‘kazan-kazan’ yani.
*
Peki sizce Türkiye’de işlerin böyle ‘temiz’ yürümesi, bir ‘pislik’ çıkmaması mümkün müdür?
Batacak ve batıracak müteahhitlerden söz etmiyorum. O Allah’ın emri! ‘Kentsel-dönüşümzedeler’ yakında başbakanlık önünde slogan atmaya başlar.
Kat maliklerinin ortak akılla, birlikte hareket etmelerinin zorluğundan, hatta imkansızlığından da söz etmiyorum.
(Hayatında bir kere bir apartman toplantısına katılmış herkes manzarayı tahmin edebilir: Söylenen lafı anlamayan, aynı şeyi papağan gibi tekrarlayıp duran, küçücük ve önemsiz bir menfaatine takılıp meselenin bütününü bir türlü göremeyen, herşeye ‘Sizin tuzunuz kuru; biz emekli maaşıyla geçiniyoruz...’ diye itiraz eden bir takım hanım teyzeler ve bey amcalar; ‘Niye Şaziy’anımların dairesi bizimkinden yarım metrekare büyük?’ diye olay çıkaran, ‘Hulusi Bey, siz 1978’de çatı aktarılırken karşı çıktıydınız, bu sefer de ben istemiyorum hadi bakalım!’ diye konuyla ilgisi olmayan polemikler yaratan cadalozlar; kendini uyanık zanneden, yahut evde boş boş oturan işsiz güçsüz salak oğlunun aklıyla beş kuruşluk çıkar için komşularına kazık atmaya hazır namuslular; İkitelli’de çorap imalathanesi sahibi olduğu için ‘biz-de-işadamıyız-bu-işlerden-az-buçuk-anlarız’ sanarak müteahhitle sidik yarıştırmaya kalkışanlar... Tadından yenmez vallahi!)
Diyeceğim başka...
Hep derim ya Türkiye fırsatlar ülkesidir, diye.
Elhamdülillah, bu toprakların arsızı, hırsızı, yüzsüzü, soysuzu, yolsuzu eksik olmaz, diye.
Hamuduyla götüreceği kesin iktidara yakın girişimcilerin, şeere ilk geldiklerinde inşaatlarda harç kardıkları için müteahhitlik yapmaya yeterli girişgenlerin ve tabii Allah korkusuyla haram yemeyecek belediyecilerin yanısıra, kentsel dönüşüm şimdiden akbabaları çekmeye başladı.
Fırsatçı bir kiracıyla uğraşan ev sahibi bir arkadaşım anlattı:
- Abi bir takım çakallar türedi. Bunlar, yıkılması söz konusu olan apartmanları öğreniyorlar, kiracıların kapısını çalıp ‘Sakın çıkmayın, ev sahibinden ve müteahhitten para koparalım. Yarısı senin yarısı benim...’ diyorlar. İşin üzücü yanı, bu rezillerin içinde ahlâksız bir takım avukatlar da var.
Maşallah insanımız da zaten ve fıtraten dürüst ve namuslu olduğu için...
*
Hakkınızı mahkemelerde aramaya kalksanız 2 sene, 3 sene sürüyor. Bu arada diğer kat malikleri ağlayıp duruyor.
Kiracı da bunu biliyor ve para sızdırmak için şantaj yapıyor.
Eğer ‘bacağına sıktıracak’ tıynette biri değilseniz, yapacağınız şey ‘Kefen paran olsun inşallah!’ diye sadakasını ödeyip, bu pisliği defetmek.
*
Bunu niye anlatıyorum size?
Hep olumsuz şeyler yazıyorsun, bardağın sadece boş yarısını görüyorsun diyenleri utandırmak için.
Bizim millette bu ‘yaratıcılık’, bu ‘fırsatçılık’, bu ‘girişimcilik’ varken... sırtımız yere gelmez merak etmeyin.
Bal tutan parmağını yalar’ yahut ‘balık baştan kokar’ gibi atasözleri boşuna çıkmamış bu topraklarda.

Not-1: Aslında bir örnek daha var dilimin ucunda, ama ne yazık ki yazmayacağıma söz vermek gafletinde bulundum. Türkiye’de olumlu bir değişiklik yapıldı diye sevinirsiniz. Kanunların verdiği bu haktan yararlanmak istersiniz. Ama çabucak fark edersiniz ki, bir takım çakallar (ki, her zaman dediğim gibi bizim memlekette içinde devlet memurlarının olmadığı hiçbir yolsuzluk ve suç çetesi yoktur) mevzuatta muhtemelen bilerek bırakılmış açıklardan istifade ederek ‘kanunun size verdiği hakkı parayla satmanın’ yolunu bulmuşlardır. Kanuni hakkınızı rüşvetle satın alırsınız...
Not-2: Tabii ki bu süreçte en zayıf halka olan kiracılar mağdur edilmemeli, aksine kiracılara ‘pozitif ayrımcılık’ yapılmalıdır. Ama Türkiye’de adaletin işlememesinin sebebiyet verdiği ‘haksızın haklıya tahakkümü’ de engellenmelidir.  
Not-3: Dilimiz alışmış... Hayvan haklarının çok tartışıldığı şu günlerde sözünü ettiğim çirkefi tarif için karaladığım akbabalardan, çakallardan, kargalardan özür diliyorum. Hiçbir hayvan, hakkı olmadığını bile bile, pislik yapmak saikiyle hareket etmez.

Hürriyet-İK, 07.10.2012