25 Ekim 2015 Pazar

Hepimiz phubber’iz!

Phubbing’ kelimesini ilk defa mı duyuyorsunuz?
Hayret, çünkü büyük olasılıkla siz de bir ‘perfect phubber’sınız. Her birimiz gibi.
Bir örnek vererek anlatayım.
*
Bir hususta akıl danışmak isteyen iki genç meslektaşımla bir kafede oturmuşuz. Üçümüz de cep telefonlarımızı (silahşörler gibi) çıkarıp masaya koymuşuz. Ben bir cevap vermeye çalışıyorum. Sohbeti kendileri talep etmiş olmalarına rağmen, konsantre olmakta zorlanıyorlar. Biri esnemesini zor engellerken, diğeri bir bip’i bahane ederek kurtarıcı gibi cep telefonuna saldırıyor.
Beş dakika sonra manzara şu: Ben kendi kendime konuşuyorum; muhataplarım, başları sanki bana bakıyorlarmış gibi dik ama gözleri aşağıda, masanın altında tuttukları cep telefonlarıyla oynuyorlar. Barış Manço’nun dediği gibi ‘kendimi hıyar gibi hissediyorum’.
*
‘Phubbing’ 2013’te icat edilmiş bir terim. İngilizce ‘phone’ (telefon) ile ‘snubbing’ (hor görmek, adam yerine koymamak) kelimelerinden türetilmiş. Özetle, karşınızdaki sizinle konuşurken, cep telefonuyla oynamaktan söz ediyoruz. Giderek yaygınlaşan ve olağanlaşan bir saygısızlık.
Akıllı telefonlar artık ütü dışında her işi yaptığı için, sürekli elimizde. İstatistiklere göre cep telefonumuza günde ortalama 221 kez göz atıyor, günün 3 saat 10 dakikasını cep telefonumuzla konuşmaya veya oynamaya harcıyormuşuz.
(Ortalamanın anlamı şudur: Babam cep telefonunu hiç kullanmıyorsa, 3 saat 10 dakika ortalama demek, bir kullanıcı günde 6 saat 20 dakika telefonuyla oynuyor demektir.)
Arkadaş sohbetlerinde, yemek sofralarında (1), toplantılarda, iş görüşmelerinde artık muhatabınızla göz göze gelmek neredeyse imkansız. Tabii ki bu, konuşmakta olan taraf için çok sinir bozucu. (İyi biliyorum çünkü genellikle konuşan taraf benim :)
Saygısızlık bir yana, bu şartlarda iletişimin verimli olması da elbette mümkün değil.
(Uzmanlar diyorlar ki, bir insanın, mesela mail’ine göz attıktan sonra, düşüncelerini toparlayıp konuya dönmesi için ortalama 62 saniye gerekiyormuş.)
Ancak, gençler arasında (2) çok yaygın olan ‘phubbing’e kızmak da kolay değil, çünkü hepimiz birer phubber’ız. Farkında olmadan hepimiz aynı şeyi yapıyoruz.
Çalışma hayatında ise ‘phubbing’in daha farklı bir anlamı var. Çalışanlar, bir sorunlarını aktarmaya yahut dert anlatmaya çalışırken, şefleri, müdürleri bir yandan cep telefonuyla oynuyor, mesajlarına cevap veriyorsa, haliyle ‘adam yerine koyulmadıkları’ duygusuna kapılıyorlar. Yöneticilerine ama daha da vahimi, kendilerine olan güvenleri (ve sonuçta verimlilikleri) azalıyor.
*
Zaten zenginin fakire, büyüğün küçüğe, üstün asta dikkatsiz davrandığı bir toplumduk.
Zaten birbirine saygısı olmayan insanlardık.
Zaten ‘iletişemiyor’duk...
Bakalım ‘iletişim çağı’ bize daha getirecek.


(1) Amerikalılar bu soruna çare olarak ‘phone stacking’ (telefon yığma) diye bir oyun icat etmişler. Bir kafede buluştuklarında, yemeğe oturduklarında, herkes cebini çıkarıp masanın ortasına bırakıyor, elini ilk kim cebe atarsa, faturayı da o ödüyormuş!
(2) Bunu inanın eleştirmek için değil anlamaya çalışarak söylüyorum. Konsantrasyon sorunu belki, gençler dinlemekte zorlanıyorlar. Sizinle konuşurken başka tarafa bakıyorlar, bir taraftan cep telefonuyla oynuyorlar, hatta birden bire, siz konuşmaya devam ederken, kendi aralarında sohbet etmeye başlıyorlar. Hani telefonda konuşurken karşıdan ses gelmez de hattın kesildiğini fark eder, boşlukta kalır ya insan, öyle oluyorum. Belki de (hem TV seyredip, hem bilgisayarda oyun oynayıp, hem mesaj atıp hem ders çalışmak gibi) aynı anda birçok şey yapabilen gençler, dinlememelerine rağmen, duyabiliyorlar. Olabilir... (Ben çok konuşuyorum, çocuklar sıkılıyorlar... bu da bir ihtimal elbette!)

Hürriyet-İK, 25.10.2015



18 Ekim 2015 Pazar

Sığırlarda bile demokrasi varsa...


Seçim yasakları başlamadan aklımdaki şu yazıyı yapayım...
Merak etmeyin, her zamanki gibi, siyasetten uzak duracağım. Zaten siyasetten bıktık.
Dinleyin bakın:
Cédric Sueur ‘sosyal hayvanların toplu davranışları’ üzerinde çalışan bir etnolog. Ekibiyle 2 ay boyunca doğal ortamında Avrupa bizonunu izlemişler ve hareketlerini kaydetmişler, sonuçlarını Animal Behaviour dergisinde yayımlamışlar. Özetliyorum:
1.tespit: Tek tek bütün hayvanlar sürüyü yürüyüşe geçirebiliyor. Ama en etkili olanlar yetişkin dişiler. (Ana filler, yavrulu zebralar gibi.) Harekete geçme zamanını ve yönünü dişiler belirliyor, erkekler takip ediyor.
2.tespit: Asil dikkati çeken, sürünün belli bir sırayla yürüyüşe geçmesi. Önce dişiler yürüyor, sonra yavrular ve gençler, en son (sürünün arkasını koruyan) erkekler.
Ancak, etnologları asıl ilgilendiren safha, ‘yürüyüş kararının alınma anı’. Çok ilginç. Bir an, her birey (bizon) şahsi tercihini belli etmek için gitmek istediği yöne doğru dönüyor. Dominant dişi, sürüye bir göz atıp ‘çoğunluğun tercihi’ni öğreniyor ve ona göre, çoğunluğun tercihine en yakın bir yöne yürüyor. Diğerleri de genellikle takip ediyorlar.
İlk ivmeyi veren ‘öncü’ (lider?) dişi için, sürünün peşinden gitmesi önemli. Sürü halinde yaşayan çoğu memeliler gibi, bizonların da toplumsal organizasyonu ‘fisyon-füzyon’ denilen modele uygun. Her hayvan her an bireysel eğilimi ile gruptan ayrı hareket etme riski arasında bir tercih yapmak zorunda. Yani öncünün iyot gibi açıkta kalmamak (ve karizmayı çizdirmemek için) doğru karar vermesi lazım. Bunun en emin yolu da, çoğunluğa uymak. (Çünkü büyük olasılıkla diğer bireyler sürüye uyacak. Adı üstünde ‘sürü psikolojisi’.)
Etnologlarların (benzetme yoluyla) ‘oylama’ dediği bu davranış, babunlar, makaklar, sığırlar ve geyikler gibi sürü halinde yaşayan diğer memelilerde biliniyormuş. Yani, okuduğum makalenin yazarı (1) ‘bizonlar da demokrasi masasında yerlerini aldı’ diyordu.
Sürülerin farklı karar mekanizmalarını inceleyen İngiliz biliminsanları (L.Conradt ve T.Roper) ise şöyle bir sonuca varmışlar:
Despotik yönetim çok küçük gruplarda mümkün, ancak birey sayısı arttıkça etkililiğini kaybediyor, bunun da başlıca sebebi ‘aşırı kararlara’ götürmesi...(Despotik yönetim ne demek, anlamadım ama!)
Tabii, parlamenter sistemlerin hastalığı olan bekle-gör riski, demokratik (!) hayvan toplulukları için de geçerli. Mesela sürüye bir düşman saldırdığında, bir yangın çıktığında ‘konsensüs aramak için kaybedilecek zaman’ ölümcül olabilir. Bu tehlikeye karşı, her tür farklı bir yöntem geliştirmiş. (Fillerde son sözü dominant dişi söylüyor. Çok daha kalabalık olan karınca ve arı sürülerinde, yüzde 5’lik bir azınlık olan ‘izci’lere uyuluyor. (2) Ancak hepsi karar almak için bir ‘nisap’ yani bir ‘yetersayı’ belirlemiş. Çünkü oybirliği diye tuttursalar, topluca yok olacaklar.
İki tercihten birini seçmeleri gerektiğinde, bu hayvanlar da bizim gibi hareket ediyorlar: Çoğunluğun dediği oluyor. İkiden çok seçenek varsa, yeterli sayı yüzde 30. İnanılır gibi değil ama, türlerin çoğunda bu rakam aynı, yüzde 30” diyor Sueur.
Özetle, sosyal hayvan topluluklarının çoğunda kararlar ‘tek dereceli ve üçte bir yetersayılı oylama’ ile alınıyor. (Sürü liderinin ‘Ben sonucu beğenmedim, yeniden oylayalım’ diye çamura yattığı oluyor mu, yazmamışlar.)
Demek ki, çoğulcu demokrasi bize anlatıldığı gibi Eski Yunan’da ortaya çıkmış bir insan icadı değil.
* Azınlıkların ve hatta bireylerin inanç ve ifade özgürlüğüne saygı ve
* mümkün olan en büyük katılımı sağlamaya özen göstererek;
* kaos yaratmaksızın bir arada yaşayabilmek ve
* özellikle tehlike anında varlığını sürdürebilmek için
sosyal hayvanların geliştirdiği bir refleks ve yaşam biçimi.
Diyeceğim o ki, sığır sürüleri yapabiliyorsa, biz de başarabiliriz.
Denemekte fayda var.


(1) Nathaniel Herzberg, Le Monde, 23.09.2015
(2) Yerim olsa size bal arılarının ‘dans ederek’ karar verişini anlatmak isterdim. Çok önemli. Bir araştırmacı arı ve karıncalar için ‘Hiç bir lider karar vermek için bilginin tamamına sahip değil. Ama kararlar doğru veriliyor’ diyordu.
Hürriyet-İK, 18.10.2015





11 Ekim 2015 Pazar

Ekonomik büyümenin tek yolu: Kadın-erkek eşitliği


Ekonomik büyüme şart mıdır, değil midir; hatta faydalı mıdır, zararlı mıdır? Tartışılır. Ancak, özellikle dünya ekonomisinin teklediği şu günlerde, her ülke, ekonomimi nasıl canlandırırım, büyümeyi nasıl sağlarım derdinde.
McKinsey Global Institute tarafından yapılan ve Washington Post’un haberleştirdiği bir araştırmaya göre, çare aslında gözümüzün önünde: KADINLAR
Eğer kadınlar ekonomik hayatta erkeklerle aynı rolü oynasa, aynı imkan ve haklara sahip olsa, dünya ekonomisi 2025 yılında + 25.000 milyar dolar yani dörtte biri kadar büyüyebilir. Bu da dünya ekonomisine biri ABD biri Çin kadar büyük 2 ülke ilave etmekle eşdeğer.
Ancak araştırmacılar, ‘bugün kadınlarla erkekler arasında öyle bir uçurum var ki, 10 yıl sonra eşitlik hayal’ diyorlar. Onun için daha ‘ılımlı’ bir senaryo öneriyorlar. Her ülke, kadın-erkek eşitliği bakımından kendi coğrafyasındaki en ileri ülkenin seviyesini yakalarsa ne olur?  G.Amerika’da örnek Şili, Batı Avrupa’da İspanya, Güneydoğu Asya’da Singapur, vs.
Bu ılımlı senaryo bile dünya ekonomisine 2025’te + 12.000 milyar dolar büyüme getiriyor. Yani Japonya + Almanya + B.Britanya ekonomisi kadar...
Ekonomide kadın-erkek eşitliği, en çok Hindistan’ın işine yarıyor. Ekonomisi en iyi senaryoda yüzde 60, ılımlı senaryoda yüzde 16 büyüyor.
Ademciğim, sevgili arkadaşım, seninle bir kere daha konuşmamız gereken bazı hususlar var..
Eşitlik nasıl sağlanır?
Araştırmacılar 3 şart koşuyorlar: (1) Çalışan nüfus içinde kadınların payı yüzde 50 olacak (2) kadınlarla erkeklerin toplam çalışma saati aynı olacak (3) kadınlarla erkekler aynı işleri yapacaklar. Bunun yanı sıra, (4) kadınlar erkekler kadar eğitim alacak, (5) internete ve kredi imkanlarına ulaşımları erkeklerle eşit olacak ve, bu çok önemli, (6) hukuk, kadınların haklarını erkekler kadar koruyacak. (Amin!)
Araştırmaya göre, bu rüyayı gerçekleştirmek için ilk iş... ücretsiz çalışmaya son vermek. Dünyada (çocuk ve ihtiyar bakımı, ev işleri gibi) ücretsiz hizmetlerin yüzde 75’ini kadınlar üstleniyor. Bu oran Hindistan’da yüzde 90. Ama Batı ülkelerinde de hâlâ yüzde 60-70 seviyelerinde.
Uzmanlar, (1) ücretsiz işler, erkeklerle kadınlar arasında eşit paylaşılabilir (2) çamaşır makinesi, bulaşık makinesi gibi ekipmanla iş yükü hafifletilebilir (3) bu işler üçüncü şahıslara, ücret karşılığında yaptırılabilir, diyorlar. Ve (4) devletin yükümlülüğündeki kimi hizmetlerin iyileştirilmesi (mesela evlere elektrik, akar su götürülmesi) de kadınların işini hafifletebilir. Bu tedbirler bile, ekonomiye önemli bir katkı yaratacaktır, diyor rapor, çünkü kadınların karşılıksız yaptığı ev-aile hizmetlerinin karşılığı şu anda 10.000 milyar dolar olarak hesaplanıyor, yani dünya ekonomisinin yüzde 13’ü.

Not-1: Bugün kadınlar dünya nüfusunun yüzde 50’sini oluşturuyor, ama yurtiçi hasılanın sadece yüzde 37’sini yaratıyorlar.
Not-2: Bir olumlu not daha. Harvard Business School’un bir araştırmasına göre, çalışan kadınların kızları hayatta daha başarılı oluyor. İş bulma şansları yüzde 4,5 ; sorumluluk içeren bir mevkiye gelmeleri şansları yüzde 33 artıyor. Çalışan kadınların erkek çocuklarında başarı bakımından bir fark görünmüyor. Ancak bu çocuklar da büyüdüklerinde, ev işlerine daha çok katkı yapan, ailelerine daha çok zaman ayıran erkekler oluyorlar.

Not-3: Ben ekonomi okudum ama, kadın-erkek eşitliğine iman etsem de, bu makale beni çok heyecanlandırsa da, çalışma hayatında kadın-erkek eşitliği sağlanırsa 25 bin milyarlık bir büyüme nasıl sağlanır, kafam basmadı. Ama rüyası bile güzel.
Hürriyet-İK, 11.10.2015




4 Ekim 2015 Pazar

Ücretli çalışma düzeni sonrasına hazır mısınız?

Raymond Soubie insan kaynakları yönetimi ve sosyal politikalar uzmanı bir Fransız. Şirket yöneticiliği yani saha tecrübesi de var. Sağcı ama kaliteli ve bilgili bir insan. Kariyerinde belki de tek kötü not, bir aralar Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin danışmanlığını yapmış olması.
Geçen hafta, Le Figaro gazetesinde Souie ile yapılan bir röportaj okudum. (26-27 Eylül 2015)
Özetle, tabii Fransa ekonomisine bakarak, şöyle diyordu:
• Fransa ekonomisi artık ‘hizmet sektörü’ ağırlıklı. Hizmet sektörü şirketleri, esneklik aradıkları için (size sağcı dedim ya!) taşeron kullanmayı tercih ediyor.  Bu arada devlet de küçük-büyük girişimciliği destekliyor. Yani ‘ücretli çalışma düzeni’ yerini yavaş yavaş farklı bir sisteme bırakıyor.
• Ücretli çalışmanın tarihi çok eski değil. 19.yy’ın başında, yapılan işlerin küçük parçalara ayrılması ve otomasyon ile ortaya çıkan bir sistem. Bundan önce ekonomik sistem bağımsız işgücüne dayanıyordu. Sanayi devrimi çalışma hayatında (Yunan tragedyasında olduğu gibi) yer birliği (herkes aynı fabrikada, aynı büroda) + zaman birliği (herkes için aynı mesai saatleri) + eylem birliği (her ücretli katı ve hiyerarşik bir sistem altında çalışmaktadır) sistemi getirdi. Hukuk da, böyle bir sistemde, böyle bir işbölümü ile çalışanları korumak için gerekli tedbirleri aldı.
Ücretli çalışmak Y kuşağına ters geliyor...
• Bugün, dijital devrim bu düzeni sarsıyor. Artık bir bilgisayar hatta bir smartphone ile istediğiniz yerden, istediğiniz saatte işinizi yapabiliyorsunuz.
• Ücretli çalışma (düzeni) Y kuşağına ters geliyor. Katı bir hiyerarşiye ve tatsız prosedürlere boyun eğmektense, kendi işlerini kurmak veya bağımsız çalışmak istiyorlar. Ücretli çalışmanın getirdiği konfora ve güven hissine, bağımsız çalışmanın riskine rağmen.
• Bu bazen (iş bulmak giderek zorlaştığı için) bir zorunluluk, bazen bir ilave gelir elde etmek ya da, tamamen özgür olmak için, bilinçli bir tercih.
• Bu gelişmenin gideceği nokta, ‘özgür şirket modeli’. Yönetim erki, hiyerarşik ilişkiler olmayan, ücretlilerin kendi kendini yönettiği bir sistem. Ama bu tür şirketler daha (Fransa’da) istisna.
• Hukukun ve sosyal güvenlik sisteminin bu gelişmeye iyi kötü bir cevabı var ama adapte olması gerekir.
*
Raymond Soubie’nin tespitleri Türkiye için de geçerli. (Mesela geçenlerde bir araştırmadan söz ediliyordu. Türkiye’de üniversite öğrencilerinin yüzde 18’i mezun olunca kendi işini kurmayı hayal ediyormuş. Ve 50 ülke içinde en ‘girişken’ öğrenciler Türkler’miş. (*)
Türk şirketleri, İK departmanları acaba ‘ücretli çalışma düzeni sonrası’ için bir hazırlık yapıyorlar mı?
Ve Hükümet, gerekli hukukî düzenlemeyi yapmak için çalışma başlattı mı? ... diyecektim ki, gülme tuttu.
Bizde, yumurta kapıya dayanmadan, daha doğrusu iş işten geçmeden düzenleme yapılmaz.
Zaten kanun ve düzenlemeler de ‘Tamam kardeşim, bir hata varsa düzeltiriz’ titizliği ve ciddiyetinde yapılır.
Ayrıca, mesela Genel Sağlık Sigortası’nı nasıl yüzlerine gözlerine bulaştırdıklarına bakıyorum da, aman Hükümet bu konuya el atmasın, bırakın dağınık kalsın...

(*) Bakınız ‘Amatör Girişgenler’ yazısı, 02.08.2009

*
* *
Not: Biliyorum, tatsız tutsuz bir yazı oldu. Nasrettin Hoca çok sıcak bir havada kan ter içinde köye doğru yürürken, tarlada yatan karpuzlar takılmış gözüne. Canı çekmiş. Sağa sola bakmış, kimsecikler yok. Girmiş tarlaya, yere çömmüş, sulu bir tane seçmek için karpuzları okkalarken... tarlanın sahibi tepesine dikilmiş.
- Hayırdır Hoca?
- Ayıptır söylemesi, büyük hacet bastırdı, şuraya çömeliverdiydim.
Adam burnuyla yerdeki koyun pisliğini göstermiş.
- İyi de hoca, bu insan dışkısı değil ki?
- Kardeşim sen de insan gibi s..maya bırakmadın ki!





























9999
Raymond Soubie insan kaynakları yönetimi ve sosyal politikalar uzmanı bir Fransız. Şirket yöneticiliği yani saha tecrübesi de var. Sağcı ama kaliteli ve bilgili bir insan. Kariyerinde belki de tek kötü not, bir aralar Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin danışmanlığını yapmış olması.
Geçen hafta, Fransız Le Figaro gazetesinde Souie ile yapılan bir röportaj okudum. (26-27 Eylül 2015)
Özetle, tabii Fransa ekonomisine bakarak, şöyle diyordu:
• Fransa ekonomisi artık ‘hizmet sektörü’ ağırlıklı. Hizmet sektörü şirketleri, esneklik aradıkları için (size sağcı dedim ya!) taşeron kullanmayı tercih ediyor.  Bu arada devlet de küçük-büyük girişimciliği destekliyor. Yani ‘ücretli çalışma düzeni’ yerini yavaş yavaş farklı bir sisteme bırakıyor.
• Ücretli çalışmanın tarihi çok eski değil. 19.yy’ın başında, yapılan işlerin küçük parçalara ayrılması ve otomasyon ile ortaya çıkan bir sistem. Bundan önce ekonomik sistem bağımsız işgücüne dayanıyordu. Sanayi devrimi çalışma hayatında (Yunan tragedyasında olduğu gibi) yer birliği (herkes aynı fabrikada, aynı büroda) + zaman birliği (herkes için aynı mesai saatleri) + eylem birliği (her ücretli katı ve hiyerarşik bir sistem altında çalışmaktadır) sistemi getirdi. Hukuk da, böyle bir sistemde, böyle bir işbölümü ile çalışanları korumak için gerekli tedbirleri aldı.
Ücretli düzen Y kuşağına ters geliyor
• Bugün, dijital devrim bu düzeni sarsıyor. Artık bir bilgisayar hatta bir smartphone ile istediğiniz yerden, istediğiniz saatte işinizi yapabiliyorsunuz.
• Ücretli çalışma (düzeni) Y kuşağına ters geliyor. Katı bir hiyerarşiye ve tatsız prosedürlere boyun eğmektense, kendi işlerini kurmak veya bağımsız çalışmak istiyorlar. Ücretli sistemin getirdiği konfora ve güven hissine, bağımsız çalışmanın riskine rağmen.
• Bu bazen (iş bulmak giderek zorlaştığı için) bir zorunluluk, bazen bir ilave gelir elde etmek ya da, tamamen özgür olmak için, bilinçli bir tercih.
• Bu gelişmenin gideceği nokta, ‘özgür şirket modeli’. Yönetim erki, hiyerarşik ilişkiler olmayan, ücretlilerin kendi kendini yönettiği bir sistem. Ama bu tür şirketler daha (Fransa’da) istisna.
• Hukukun ve sosyal güvenlik sisteminin bu gelişmeye iyi kötü bir cevabı var ama adapte olması gerekir.
*
Raymond Soubie’nin tespitleri Türkiye için de geçerli.
[Mesela geçenlerde bir araştırmadan söz ediliyordu. Türkiye’de üniversite öğrencilerinin yüzde 18’i mezun olunca kendi işini kurmayı hayal ediyormuş. Ve 50 ülke içinde en ‘girişken’ öğrenciler Türkler’miş.(*)]
Türk şirketleri, İK departmanları acaba ‘ücretli-düzen-sonrası’ için bir hazırlık yapıyorlar mı?
Ve Hükümet, gerekli hukukî düzenlemeyi yapmak için çalışma başlattı mı? ... diyecektim ki, gülme tuttu.
Bizde, yumurta kapıya dayanmadan, daha doğrusu iş işten geçmeden düzenleme yapılmaz.
Zaten kanun ve düzenlemeler de ‘Tamam kardeşim, bir hata varsa düzeltiriz’ titizliği ve ciddiyetinde yapılır.
Ayrıca, mesela Genel Sağlık Sigortası’nı nasıl yüzlerine gözlerine bulaştırdıklarına bakıyorum da, aman Hükümet bu konuya el atmasın, bırakın dağınık kalsın...
(*) Bakınız ‘Amatör Girişgenler’ yazısı, 02.08.2009
Not: Biliyorum, tatsız tutsuz bir yazı oldu. Nasrettin Hoca çok sıcak bir havada kan ter içinde köye doğru yürürken, tarlada yatan karpuzlar takılmış gözüne. Canı çekmiş. Sağa sola bakmış, kimsecikler yok. Girmiş tarlaya, yere çömmüş, sulu bir tane seçmek için karpuzları okkalarken... tarlanın sahibi tepesine dikilmiş.
- Hayırdır Hoca?
- Ayıptır söylemesi, büyük hacet bastırdı, şuraya çömeliverdiydim.
Adam burnuyla yerdeki koyun pisliğini göstermiş.
- İyi de hoca, bu insan dışkısı değil ki?
- Kardeşim sen de insan gibi s..maya bırakmadın ki!