Serdar Devrim / İK yazıları
Hürriyet İK gazetesinde her hafta yayımlanan yazıların yedek arşividir.
1 Mayıs 2016 Pazar
İŞTE YENİ BULUŞMA ADRESİMİZ
Bundan böyle aşağıdaki adresteyim, beklerim:
http://serdardevrim.com.tr/
30 Kasım 2015 Pazartesi
Kim bilir belki yakında...
Bu blog sadece Hürriyet İK'da yayımlanan yazılarımı bir araya getirmek içindi.
Hürriyet'le yollarımız ayrıldığına
göre, bir arşiv olarak kalacaktır.
Ama bu bizim başka bir yerde
buluşmayacağımız anlamına gelmez...
Biraz nefes alayım, işlerimi biraz
yoluna koyayım (çünkü kovulunca düzenim fena halde bozuldu, tahmin edersiniz)
gene buradan ve Twitter hesabımdan size bilgi vereceğim.
Her şey için bir kere daha
teşekkürler.
S.
Not: Twitter hesabım @kserdardevrim - Takip ederseniz kopmamış oluruz.
22 Kasım 2015 Pazar
Hoşça kalın!
Buraya kadarmış. Sizden bu
hafta sonu için izin istesem ayıp olur mu diye düşünürken, meğer veda vakti gelmiş.
Yönetici olarak gözüm arkada
kalmayacak. Vazgeçilmez yönetici kötü yöneticidir derdim ya hep... 8 yıldır emek verdiğim gazetemi Hürriyet İK editörü Burcu’ya (Özçelik Sözer)
emanet ediyorum; Deniz’le (Türsen) ve Burcu (Yaşar) ile bu işi
gene benden iyi götüreceklerdir, eminim.
Yazar olarak da, size
minettarım. İlginize, teveccühünüze ve 331 haftadır sonsuz hoşgörünüze çok
teşekkür ediyorum.
Hoşça kalın!
Hürriyet-İK, 22.11.2015
15 Kasım 2015 Pazar
Bana adını söyle...
Eskiden şef, müdür
yardımcısı, müdür, genel müdür yardımcısı, genel müdür diye giderdi ve bir
yerde biterdi.
Ama artık bu unvanlar alaturka
geliyor, yeteri kadar trandy (!)
bulunmuyor galiba. Sürekli yeni ve içi boş unvanlar uyduruluyor. Bugün pek çok
şirkette işe ‘uzman’ olarak başlıyor, taş
çatlasa bir iki yıl sonra ‘koordinatör’, peşinden de ‘grup direktörü’
oluyorsun. Bu unvanlar artık ne demekse, mesela müdürden farkı neyse... (Herkesin yönetici olduğu departmanlarda
bunlar kimi yönetiyor, işi kim yapıyor, o da ayrı bir soru.)
*
Konuya gene hani ya
kulağım işte girdim, yazıya şu cümleyle başlayacaktım aslında:
Belli bir mevkiye geldiğinizde
kendi marifetiniz sanıyorsunuz değil mi? Aslında siz de bal gibi biliyorsunuz
ki, değil. Çünkü - özellikle Türkiye gibi marifet ile iltifat arasındaki bağın
kopuk, kriterlerin muğlak, İK süreçlerinin fake
(gördüğünüz gibi ben de İngilizce kelimeler sokuşturmayı beceriyorum) olduğu
ülkelerde – küçük büyük her başarıda ahval ve şeraitin, dayının, torpilin,
karar vericilerin değerlendirme hatalarının, şansın ve daha daha pek çok
sübjektif faktörün rolü vardır.
Bu faktörlere, hiç
akla gelmeyenler de dahildir.
Mesela uzun boylu
insanların daha kolay yükseldikleri, daha iyi mevkilere geldikleri ve daha
yüksek maaş aldıkları biliniyor. Keza, yüz çizgileri güç ve iktidar algısı
yaratanlar da öyle. Hasılı, başarılı bir kariyerde görünüş bazen yetenek ve çalışkanlıktan
daha etkili.
Meğer... isim de
öyleymiş.
*
Ekim 2013’te Psychological Science dergisinde bir
makale yayımlanmış. Raphael Silberzahn ve Eric Luis Uhlmann adlı iki uzman, ‘kariyerde soyadının etkisi’ nedir,
araştırmışlar.
Mesela (bizde olmayan
ve asalet ifade eden) İmparator, Kral, Prens, Baron vb soyadları taşıyan
insanlar, (Bakkal, Çiftçi, Balıkçı gibi) bir meslek veya bir zanaat adı
taşıyan, (Kısa, Kocaman, Esmer, Küçük gibi) bir fizik özelliği ifade eden,
yahut da (Hakan, Tamer, Yüksel gibi) aslında soyadı değil isim olan soyadlarına
sahip insanlardan daha hızlı ve yukarılara yükseliyorlarmış.
Araştırmayı yürüten
iki uzman, Almanca konuşan ülkelerin Linkedıl’i Xing adlı sosyal ağı
taramışlar. (Almanya’yı seçmişler çünkü
bu ülkede en yaygın 100 soyadından 42’si bir meslek adı imiş. Ayrıca Almanlar,
işyerinde birbirlerine genellikle soyadlarıyla hitap ettikleri için, Almanya’da
soyadının kariyere etkisi daha da yüksek diye varsaymışlar.)
Bu sosyal ağ
üzerinden, özel sektörde çalışan 222.924 kişinin soyadı ile yaptığı görevi,
bulunduğu mevkiyi karşılaştırmışlar. Sonuç:
Alman özel sektöründe
çalışıp, soyadı Kaiser (imparator), König (kral) yahut Fürst (prens) olanların
yükselme şansı, adı Koch (aşçı), Bauer (çiftçi) yahut Becker (fırıncı)
olanlardan çok daha yüksek imiş.
(Bu arada araştırmacılar, istatistikleri saptırmasın diye,
üst düzey yöneticiler arasında son derece yaygın olan Herzog (dük) adını da
dikkate almamışlar.)
*
Acaba soyadı kariyere
neden böyle etki yapıyor? İki tahminde bulunuyorlar:
Ya insanlar ve
şirketler, adı İmparator yahut Ağaoğlu olanların fıtratında yönetmek olduğunu
var sayıyorlar;
Ya da böyle iddialı
bir soyadını taşımaya çalışan insanlar, isimlerine layık olmak için
yırtınıyorlar.
Belki de ikisi
birden...
Keşke Türkiye’de de
benzer araştırmalar yapabilsek...
Not-1: Konuyla pek bağlantılı değil ama, Hürriyet İK’da okumuşsunuzdur (1 Kasım), İngiltere’de yeni eğilim, iş
başvurularında ismi gizlemekmiş. Çünkü (demek ki isimden anlaşılıyor) kadınlar,
siyahlar, Pakistanlılar vd ayrımcılığa maruz kalıyormuş.
Not-2: Münasebetsiz bir soru: Bir Türk’ün dünya
başkanı olması, olabilmesi, kurumsal kültür açısından Coca Cola için çok iyi
bir puan. Ama gene Muhtar Kent kadar başarılı bir insan, iyi bir yönetici ama
adı Muhammed İslamoğlu olan bir Türk, 11 Eylül sonrası Amerika’sında aynı yere
gelebilir miydi acaba?
Not-3: Aslında bu araştırmayı çürütmeye
bizatihi ben yeterim. Kerim Serdar Devrim, uç uca koyarsanız ‘Devrimin Büyük Komutanı’ demek. Breh
breh yani... İyi de, sonuç?
*
* *
Şevka/şekva
Geçen hafta şekva
(şikayet) niyetine şevka yazmışım. Babam ve Azat Can (İskender) abim dışında “Serdar, ‘şevka’ ne demek?” diye soran bir üçüncü çıkmadı. No comment!
Hürriyet-İK, 15.11.2015
8 Kasım 2015 Pazar
mİKrobiyoloji
Bugün biraz nostalji yapacağım izninizle.
Bugünkü İK yazımız biraz mikrobiyoloji kokuyor.
*
70’lerin başında ailece bilimkurgu
romanlarına sarmıştık. A.E. Van Vogt, Philip K. Dick, Daniel Keyes, Robert
Merle vd.
O tarihte adı sanı (en azından bizde) pek
bilinmeyen Michael Crichton’ın Türkçe’ye Uzay
Mikrobu diye çevrilen (The Andromeda
Strain) kitabını o günlerde okudum. Ve 12-13 yaşlarında mikrobiyolojist
olmaya karar verdim. Yol yordam sorduğum bir Prof. bana mealen “Türkiye’de aç kalırsın, üstelik araştırma
yapacak ne laboratuvar ne fon ne de destek bulabilirsin. Ama ABD’de okumak ve
yaşamak istiyorsan, hiç durma...” dedi. Hevesim kaçtı. Hayattaki sayısız ‘keşke...’lerimden biridir.
Bu sebeple, bağışıklık bilimi uzmanı Prof. Patrice Debré’nin yeni çıkan kitabı L’Homme Microbiotique benim için
nostaljik bir keyif vesilesi.
Uzman değilseniz ‘mikrobiyota’ kelimesini duymamışsınızdır. ‘Evsahibi ile uyum içinde yaşayan mikro-organizma popülasyonu’
diyebiliriz. Özetle (konumuz insan olduğuna göre) insan vücudunda yaşayan
bilumum bakteri, mantar, virüs vb mikro-organizmalar. Küçümsemeyin çünkü
vücudumuzda 2 kiloya yakın mikrop taşıyormuşuz. Sadece bağırsaklarımızda
100.000 milyardan fazla, yani vücudumuzdaki hücre sayısının 2 katı bakteri
yaşıyormuş.
Duyunca siz de hayret ettiniz değil mi?
Dr. Debré insan-bakteri ilişkisini “Gerçek bir ortaklık, hassas bir dengeye
dayalı bir ortak yaşam” diye özetliyor: “Vücudumuzda, organlarımızı oluşturan somatik hücrelerden çok daha fazla
bakteri yaşıyorsa, bu hayat ortaklarımızı tanımak ve karşılıklı görevlerimizi
idrak etmek zorundayız.”
Bakteriler olmasaydı, dünya yüzünde hayat
olmazdı. İnsan, hiç olmazdı. İnsanevladı mikropsuz doğuyor, sonra ömür boyu,
birlikte yaşayacağı ve ‘mikrobiyota’sını
oluşturacak mikropları topluyor.
(Bu arada uzmanımız, “Sağken bizde yaşıyorlar; öldükten sonra bizi yiyorlar” diye içimizi
de açıyor, sağ olsun.)
*
İnsan, ‘bu bedende yalnız yaşamadığını’ asırlarca önce idrak etmiş.
Mikrobiyolojinin babası olarak kabul edilen (Hollandalı kumaş tüccarı ve
biliminsanı) Antonie Philips van
Leeuwenhoek ta 1683’te “insanın tek
bir dişinde, bütün Hollanda Krallığı’ndan daha çok hayvan yaşıyor” diye
yazmış. Ancak, 300 küsur yıl sonra, insanevladı ‘beden ortakları’ hakkında hâlâ pek az şey biliyor.
Prof. Debré (14. yy’da, 5 yıl içinde Avrupa
nüfusunun yüzde 30 ila 50’sini yok eden) “Kara
veba ile ilgili çok konuşuldu ama bağırsaklarımızı işgal eden mikropları bilen
yok” diye şekva ediyor.
Her ne kadar (Tanrı’nın evreni ve bütün
canlıları kendisi için yarattığını iddia edecek kadar kendini beğenmiş)
insanın, hayatını (bütün vücudunu ele geçirmiş olan) mikroplara borçlu olduğunu
bilmek işine gelmese de; insan, mikroplarını (besinleri sindirmek, bağışıklık
sistemini inşa etmek ve bizi zararlı mikroplardan korumak vs için) ‘kullanırken’, mikroplarımız da var
olmak ve gelişmek için bizi aynı şekilde kullanıyor.
Bu bir ‘kazan-kazan’ ilişki yani. “Her
birimiz diğerinin hem kölesi, hem efendisiyiz” diyor Prof. Debré.
Aynı 3 yüzyılda, hijyen ve antibiyotikler
insan ömrünü ikiye katladı. Ama bu arada, pek çok hastalıkta (astım, alerji,
obezite, bazı kanser türleri, kimi ‘akıl’ hastalıklarında) mikrobiyotamıza ‘makul şüpheli’ gözüyle
bakılır oldu (yani bu hastalıklara bir takım mikro-organizmaların sebep olduğu
düşünülüyor).
Bu bilimsel yazının final cümlesini de,
artık boynumun borcudur, bu yazı için fena halde (!) esinlendiğim eleştirmen Soline Roy’ya bırakıyorum:
“Belki
de artık insanevladının, birlikte yaşadığı iyi veya kötü mikroplarla, yediği
içtiği ayrı gitmeyen bakteriler yahut patojen (bizi hasta eden) mikro-organizmalarla birlikte yaşamayı
öğrenmesinde fayda var...”
*
Yani “Madem
ki bu mikroplardan kurtulmanın çaresi yok, üstelik kimi mikroplara ihtiyacımız
bile var; bir şekilde ‘seviyeli bir ilişki’ kurmayı öğrenmekte fayda var” demek istiyor.
Bunu da, iyi olsun kötü olsun, mikroplardan
beklemek aptallık olur, demeye getiriyor.
Böylece her seferinde hayret ve isyan
etmekten de kurtulursunuz...
Hürriyet, 08.11.2015
1 Kasım 2015 Pazar
Gerisi teferruattır...
Bugün Türkiye 92 yıllık Cumhuriyet
tarihinin en önemli günlerinden birini yaşıyor. Bugün İK yazasım yok, aslında
hiç yazasım yok ya. Sizin de aklınız başka yerde.
Söz konusu olan yaşam hakkı ve
özgürlükler ise, asıl, asıl çocuklarımızın geleceği ise, gerisi teferruattır.
Sadece, boşluktan istifade, bir
eleştiriye kısa bir cevap vermeye çalışacağım.
*
Her şeyden menfaat ve kâr bekleyen
insanlar olduk. (Üstelik küçücük menfaatler... Gerçek menfaatlerimizi idrak
edecek kadar eğitim ve akıldan yoksunuz.)
Bir köşe yazısı size ne çıkar, ne de (kısa
vâdede en azından) kâr sağlayabilir. At yarışı yahut İddaa tahmini (bunun adının ‘iddia’ yerine eminim yanlışlıkla
‘iddaa’ yazılması da ayrı bir gıcıklık) ya da borsa yorumu okumuyorsanız
eğer...
İtalyan filozof Nuccio Ordine, Faydasızın
faydası adlı kitabında ‘çıkarcılığın
ve en aşağılık egoizmin’ hep kriz dönemlerinde zirve yaptığını
hatırlatıyor.
*
Bu soruya 7 senede iki kez muhatap oldum.
İlki bir öğretim görevlisiydi, genç bir kadın, Hürriyet İK’daki bu yazılarımla ilgili olarak “Güzel yazıyorsunuz, güzel şeyler anlatıyorsunuz da... bu yazdıklarınız
bizim ne işimize yarayacak?” diye sorduydu. Bir de bana siyaset biliminden
bir paradoksla bilgiçlik tasladıydı: “Faydalı
değilse gereksizdir, gereksiz olan da zararlıdır...”
Bir anekdot anlattım ona:
Öğrencilerinden biri bir gün Eukleides’e
“Bu öğrettikleriniz bizim ne işimize
yarayacak?” diye sormuş. Büyük matematikçi hemen kölelerinden birini
çağırıp, öğrencisine bir sadaka vermesini istemiş, “Çünkü öğrendiklerinden bir kâr elde etmek istiyor...”
*
Aynı soruyu geçen hafta, bu sefer genç
bir delikanlı sordu; izaha çalıştım, terbiye
sınırlarını zorlayarak ısrar etti: “Bu
bir alışveriş, dedi, okuduklarım
lüzumsuzsa, bir çıkarım yoksa, sizinle neden vakit kaybedeyim?”
“Askerliğini
yaptın mı?” diye sordum, yapmamış. “Yapsaydın
bilirdin” dedim, ona da şu örneği verdim:
30 küsur yıl önce askerliğimi yaptığım Kars Hafızpaşa
Kışlası’ndaki tabur binasında odam, Tabur Komutanı’nın hemen karşısındaydı.
Merdivenleri çıkınca sizi, üstünde ‘Kıyafetine
çeki düzen ver’ yazan bir boy aynası karşılardı. Koridordaki ve zaten bütün
binadaki elektrik düğmelerinin üzerinde de ‘Lüzumsuz ise söndür’ yazardı.
- Anladın mı?
Gerçi benimki aptalca bir soruydu, zaten anlayabilecek
olsaydı... Neyse!
Anlayabileceği gibi anlattım:
Madem ki yazdıklarımdan hoşlanmıyorsun, bana bir
faydası yok, zararı var... Neden okuyorsun kardeşim, mazoşist misin? Çevir bu
sayfayı, kurtul!
Hürriyet-İK, 01.11.2015
25 Ekim 2015 Pazar
Hepimiz phubber’iz!
‘Phubbing’
kelimesini ilk defa mı duyuyorsunuz?
Hayret, çünkü büyük olasılıkla siz de bir ‘perfect phubber’sınız. Her birimiz
gibi.
Bir örnek vererek anlatayım.
*
Bir hususta akıl danışmak isteyen iki genç
meslektaşımla bir kafede oturmuşuz. Üçümüz de cep telefonlarımızı (silahşörler
gibi) çıkarıp masaya koymuşuz. Ben bir cevap vermeye çalışıyorum. Sohbeti
kendileri talep etmiş olmalarına rağmen, konsantre olmakta zorlanıyorlar. Biri
esnemesini zor engellerken, diğeri bir bip’i bahane ederek kurtarıcı gibi cep
telefonuna saldırıyor.
Beş dakika sonra manzara şu: Ben kendi kendime
konuşuyorum; muhataplarım, başları sanki bana bakıyorlarmış gibi dik ama
gözleri aşağıda, masanın altında tuttukları cep telefonlarıyla oynuyorlar.
Barış Manço’nun dediği gibi ‘kendimi
hıyar gibi hissediyorum’.
*
‘Phubbing’ 2013’te icat edilmiş bir terim.
İngilizce ‘phone’ (telefon) ile ‘snubbing’ (hor görmek, adam yerine
koymamak) kelimelerinden türetilmiş. Özetle, karşınızdaki sizinle konuşurken,
cep telefonuyla oynamaktan söz ediyoruz. Giderek yaygınlaşan ve olağanlaşan bir
saygısızlık.
Akıllı telefonlar artık ütü dışında her işi yaptığı
için, sürekli elimizde. İstatistiklere göre cep telefonumuza günde ortalama 221
kez göz atıyor, günün 3 saat 10 dakikasını cep telefonumuzla konuşmaya veya
oynamaya harcıyormuşuz.
(Ortalamanın
anlamı şudur: Babam cep telefonunu hiç kullanmıyorsa, 3 saat 10 dakika ortalama
demek, bir kullanıcı günde 6 saat 20 dakika telefonuyla oynuyor demektir.)
Arkadaş sohbetlerinde, yemek sofralarında (1),
toplantılarda, iş görüşmelerinde artık muhatabınızla göz göze gelmek neredeyse
imkansız. Tabii ki bu, konuşmakta olan taraf için çok sinir bozucu. (İyi
biliyorum çünkü genellikle konuşan taraf benim :)
Saygısızlık bir yana, bu şartlarda iletişimin
verimli olması da elbette mümkün değil.
(Uzmanlar diyorlar ki, bir insanın, mesela mail’ine
göz attıktan sonra, düşüncelerini toparlayıp konuya dönmesi için ortalama 62
saniye gerekiyormuş.)
Ancak, gençler arasında (2) çok yaygın olan
‘phubbing’e kızmak da kolay değil, çünkü hepimiz birer phubber’ız. Farkında
olmadan hepimiz aynı şeyi yapıyoruz.
Çalışma hayatında ise ‘phubbing’in daha farklı bir
anlamı var. Çalışanlar, bir sorunlarını aktarmaya yahut dert anlatmaya
çalışırken, şefleri, müdürleri bir yandan cep telefonuyla oynuyor, mesajlarına
cevap veriyorsa, haliyle ‘adam yerine
koyulmadıkları’ duygusuna kapılıyorlar. Yöneticilerine ama daha da vahimi,
kendilerine olan güvenleri (ve sonuçta verimlilikleri) azalıyor.
*
Zaten zenginin fakire, büyüğün küçüğe, üstün asta
dikkatsiz davrandığı bir toplumduk.
Zaten birbirine saygısı olmayan insanlardık.
Zaten ‘iletişemiyor’duk...
Bakalım ‘iletişim
çağı’ bize daha getirecek.
(1) Amerikalılar
bu soruna çare olarak ‘phone stacking’
(telefon yığma) diye bir oyun icat etmişler. Bir kafede buluştuklarında, yemeğe
oturduklarında, herkes cebini çıkarıp masanın ortasına bırakıyor, elini ilk kim
cebe atarsa, faturayı da o ödüyormuş!
(2) Bunu inanın
eleştirmek için değil anlamaya çalışarak söylüyorum. Konsantrasyon sorunu
belki, gençler dinlemekte zorlanıyorlar. Sizinle konuşurken başka tarafa
bakıyorlar, bir taraftan cep telefonuyla oynuyorlar, hatta birden bire, siz
konuşmaya devam ederken, kendi aralarında sohbet etmeye başlıyorlar. Hani
telefonda konuşurken karşıdan ses gelmez de hattın kesildiğini fark eder,
boşlukta kalır ya insan, öyle oluyorum. Belki de (hem TV seyredip, hem
bilgisayarda oyun oynayıp, hem mesaj atıp hem ders çalışmak gibi) aynı anda
birçok şey yapabilen gençler, dinlememelerine rağmen, duyabiliyorlar.
Olabilir... (Ben çok konuşuyorum, çocuklar sıkılıyorlar... bu da bir ihtimal
elbette!)
Hürriyet-İK, 25.10.2015
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)