Prof. Dimitri Kitsikis’in belki 30 yıl önce bir sohbette söylediği demek ki çok ilgimi çekmiş, unutmadım:
‘İngiltere’de iyi vatandaş, herkes gibi olan vatandaştır. Fransa’da iyi vatandaş, herkesten farklı olan vatandaştır. Bu yüzden İngiltere, Fransa’dan daha demokrat bir ülkedir’.
Geçenlerde İngiliz gazetelerinde kimsenin dikkatini çekmeyen küçük bir haber yer aldı, anekdot kabilinden:
2012’de Londra’da düzenlenecek olan Olimpiyat Oyunları’nı izleyecek seyirciler kurayla belirlendi.
Yüz binlerce İngiliz gibi, Londra Belediye Başkanı da ailesine (parasını cebinden ödeyerek) bilet almak için kuraya katılmıştı, ama kazanamadı.
Boris Johnson, finalleri ailesiyle birlikte izleyemeyeceği için üzüldüğünü, ama sistemin adil olduğunu söyledi:
‘İngiliz vatandaşı olmakla gurur duyuyorum. Dünyanın hangi ülkesinde Olimpiyat Oyunları’nı düzenleyen kentin belediye ailesi - kurada kazanamadıkları için - oyunları izlemekten mahrum kalır?’
(Tabii ki bu medyatik şov, İngiltere’de düzenin ne kadar adil ve dürüst olduğunu göstermez. 250 bin İngiliz kurada şansını dener ve kaybederken, toplam 8,8 milyon koltuğun 2,2 milyonu uluslararası sponsor şirketleri tarafından - vergiden düşülerek - torpilli konuklara peşkeş çekilmek üzere satın alındı. Yani yine parası ve dayısı olanlar kuraya girmek ihtiyacı bile duymadı.)
*
Gazeteler için söylenir, genelde şirketler için de yanlış olduğunu zannetmiyorum:
Gazeteler birer demokratik diktatörlüktür.
Yani herkes fikrini korkmada n, açıkça söylemeli, sonuna kadar özgürce tartışmalı.
Ama sonunda kararı bir kişi vermeli ve herkes buna uymalı.
Çalışma hayatında da ‘katılım’ çok önemli.
Hürriyet İK’nın da desteklediği, Aon Hewitt Türkiye’nin her yıl düzenlediği ‘En İyi İşyerleri’ araştırması, şirketlerin başarısında (Türkçe karşılığı bir türlü bulunamayan) engagement’in önemini her yıl yeniden vurguluyor.
‘Bağlılık’ deniyor ama, yeterli değil. Burada söz konusu olan bağlılıktan öte, daha aktif bir katılım.
Bu da, pek çok patronun ve (çalışana uzak yönetime yakın) İK departmanının zannettiğinin aksine sadece parayla ve sosyal hakla temin edilemiyor.
Yönetimin görevi sadece doğru karar vermek değil.
Bu kararların eksiksiz uygulanmasını ve sonuca ulaşmasını sağlamak.
Bir ordu komutanı olarak en doğru kararı/emri verebilirsiniz.
Ama askeriniz size inanmıyorsa, zafer elde edemezsiniz.
Şirket yönetiminde son yıllarda ‘liderlik’ çok moda idi.
İyi bir ordu komutanı gibi, şirketin başındaki adamın da ‘birliklerini’ peşinden sürükleyebilmek için inanılan, güvenilen, karizmatik bir ‘lider’ olması gerektiği tekrarlandı durdu.
Ben yönetim bilimi uzmanı değilim.
Ama bu konuda ahkâm kesen 5 yıldızlı otel guruları ve plaza yöneticilerinin aksine, çalışanın içinde olduğum için bazı rüzgârları hissedebiliyorum.
İçgüdülerim bana diyor ki... çalışma hayatında da ‘Kürt Mehmet nöbete!’ dönemi bitmiştir.
‘Sen bu işlerden anlamazsın, verilen emri yerine getir, gerisine karışma’ anlayışı artık ‘birlikleri’ taarruza kaldırmak için yeterli değildir.
Şirketler başarılı olmak için, çalışanlarının ‘katılımını’ sağlamak ve birer ‘demokratik diktatörlük’ olmak zorundadır.
Artık bu ne demekse...
Not: Tam da Türkiye’nin sandığa gittiği gün ‘demokratik diktatörlük’ lafı etmek, üstelik övmek biraz tuhaf oldu; yazı bittikten sonra fark ettim. Biz, Kitsikis’in Fransa için dediği gibi, demokratik bir toplum değiliz. Ailede, okullarda yapamadığımızı şirketlerde yapabilir miyiz, bilmiyorum. Ama en azından denemek zorundayız.
Serdar Devrim, Hürriyet-İK 12.06.2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder