Hakkı Devrim, Türkiye'yi 'yarma şeftali'ye benzetir. Hangi konuyu tartışmaya kalksak, derhal ortadan ikiye ayrıldığımızı söyler.
Bırakın grinin tonlarını, bizde gri diye bir renk yoktur. Ya siyahızdır, ya beyaz.
Üstelik bir aydınımızın dediği gibi, bilgi sahibi olmadan (tartışılmaz gerçekler olarak sarıldığımız) âlî fikirlerimiz vardır bizim. Ve bunlar aslında öyle fikir filan değil, uyduruk kalıp cümlelerden ibarettir.
Empatinin olmadığı yerde hoşgörü, hoşgörünün olmadığı yerde demokrasi ne kadar olursa, o kadarıyla idare etmeye çalışırız.
Demokratik bir tartışma, dolayısıyla da bir fikri geliştirip bir uzlaşıya varma şansımız sıfırdır.
(Bir sanatçı bir sit alanına inşa edilecek baraja karşı çıkar, güya çevreden sorumlu bakan kızar, 'Tarkan kendi işine baksın' der, 'Ben de şarkı söylemeye başlarsam işler değişir...' O sırada Başbakan da kürsüden demokrasi için mücadele ettiklerini söylemektedir.)
Sağcı solcu, dinci laik, türkçü kürtçü, milliyetçi liboş... Siyaset popülistleri ve oportünistleri de bu kötü huyumuzu kullanır ve derinleştirler.
Her yerde dahili ve harici komplolar vehmederiz. Vatanımızı milletimizi, dinimizi imanımızı sadece biz severiz. Bizim dışımızda herkesin gizli gündemi, kirli emelleri vardır.
'Öteki'nin durumdan bir siyasi menfaat sağlamaması için, çözümsüzlüğü yeğler, her türlü girişimi baltalarız.
Cephemize aykırı diye, 'öteki'nin istediği olmasın diye, inanmadığımız şeyleri savunmak zorunda kalırız.
Ve sorunlarımızı bırakın çözmeyi, konuşamayız bile.
Sadece karşı cephe saldırdığı için değil, oto-sansür de uygularız.
Mesela laik cephede aklı ve vicdanı olan herkes, üniversiteye giden bir gencin kılık kıyafetine karışma hakkımızın olmadığını bilir. 'Canım bize ne, isteyen mini etek giysin, isteyen başını örtsün' kabilinden cümleler sarf eder. Ama çıkıp türbanlı kızları savunamaz. Çünkü siyasi görüş, ideolojik kavga, vicdanın, hakkın, hukukun, insana saygının önüne geçmiştir. Geçirilmiştir. Bir cephe 'mağduriyet', karşı cephe 'öcü' yaratarak oy toplamıştır. Türban sorununun çözülmesini işte bu yüzden ikisi de istemez. Siyaset tepişir, kızlar ezilir.
Sözümü çiğneyip siyaset yazıyorum sanmayın.
Bu uzun girişi 'karma eğitim' konusundan söz etmek için yaptım.
Geçenlerde İzmir Milli Eğitim Müdürlüğü'nün Milli Eğitim Şurası'nda da söz konusu oldu.
Batı ülkelerinde 'kız erkek karışık sınıflar' konusu - yıllar sonra - yeniden tartışılıyor.
Fransa'da yapılan bir araştırma, kızların ve erkeklerin aynı sıraları paylaşmasının, kadın-erkek eşitliğine katkı yapmadığını gösteriyor. Çocuğun okul öncesi, aile etkisiyle 'kafasına yerleşen' kadın erkek ilişkileri ve rolleri şeması, karma sınıflarda değişmiyor, sadece güçleniyor.
Aynı araştırmalar, kadın erkek fark etmez, öğretmenlerin erkek öğrencilere öncelik verdiğini, çünkü onların bile kafalarındaki 'yarın aileyi bu erkek çocuklar geçindirecek, kızların çalışma hayatında başarılı olması o kadar da önemli değil' inancının kurbanı olduklarını gösteriyor. Erkek öğrencilerin eğitimciler ve danışmanlar tarafından görece daha iyi branşlara yönlendirildiğini, kızların 'kadınlara daha uygun' yahut 'kadın işi' şeklinde algılanan branş ve mesleklerle yetinmek zorunda kaldıklarını (öyle yönlendirildiklerini veya şartlandırıldıklarını) gösteriyor. Oysa kız okullarında okuyan öğrencilerin böyle bir algıyla şartlanmadıkları ve kendilerine daha güvenli oldukları ortaya çıkıyor.
Vesaire vesaire...
Çok ilginç tartışmalar yapılıyor, makaleler yayımlanıyor batı ülkelerinde.
Ama ben, burada ‘Acaba sınıfları kız erkek olarak ayırmalı mı?’ gibi bir laf edecek olsam, kimbilir başıma neler gelir!
Serdar Devrim, Hürriyet-İK 05.09.2010
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder