O gün, yarım asırlık hayatımda
tanıdığım en iyi öğretmeni, en sevdiğim ve en saydığım öğretmeni
kaybettik.
Her sene 24 Kasım’da emekli lise
edebiyat öğretmeni Gülçin Halam’a (Devrim) telefon eder, görürsem boynuna
sarılır, Öğretmenler Günü’nü tebrik ederdim.
Hocam olmadı, ama Adapazarı
Lisesi’nde okuyanlar onu hâlâ hatırlarlar. (1)
Benimse, öğretmenden yana bahtım
pek açık değildi.
İlk mektebe Yeşilköy İlkokulu’nda
başladım, Levent İlkokulu’nda bitirdim.
İlk hocamı sevmedim, ikincisinden
nefret ettim.
Aciz, haksız, görevini kötüye
kullanan bir... öğretmendi diyeceğim ama, ‘öğretmen’ tanımı bulunduğu görevden
ibaret.
Benim haksızlığa, yolsuzluğa,
kötüye kullanılan otoriteye, yalancılığa isyankâr karakterimin sebebi
budur.
Bende yarattığı, devlet dairesine,
devlet memuruna, üstelik okula ve öğretmene olan tiksintiyi, ancak yaşım
ilerleyince, aklım başıma gelince ve öğretmen gibi öğretmenler tanıyınca
atabildim.
Bugün İK’nın kapağına taşıdığımız,
Nuran Çakmakçı ve ekibinin hazırladığı Öğretmenler Günü özel röportajlarında da
gördüğünüz ve aslında her birinizin yaşayarak bildiğiniz gibi, ‘iyi öğretmen’
bir kısmettir, nimettir; ve çocuğu, hayatının geri kalan yılları için, son
derece olumlu etkiler.
Tersi ise, benim örneğimde olduğu
üzere, bir talihsizliktir.
Neyse ki, ortaokulun ilk yılında
İsmet Bey (Bilgen) çıktı karşıma.
Ve beni okulla, öğretmenle,
eğitimle barıştırdı.
Eskilerin ‘Papazlar Mektebi’
dedikleri Fransız liselerinden Saint-Benoît’da okudum.
Sanıldığının aksine ‘papazlar’
bize Katolik papazı olduklarını, bu okulun bir ‘misyon’ tarafından açıldığını
asla hissettirmediler.
Bize adam gibi Fransızca
öğretmekten öte bir ‘misyonerlik’ gayreti içinde asla
olmadılar.
Her zaman (Feuseuille isimli bir
zavallı haricinde) dinimize, milletimize, kültürümüze saygı duydular ve bize de
böyle telkin ettiler.
Sırtlarındaki kıçı parlamış bir
takım elbise, ayaklarındaki pençeli iskarpin dışında hayatta kendilerine ait
hiçbir şeyleri yoktu.
Okulda yatar kalkarlar; emekli
olup dersten el çektirildiklerinde - pek çoğunun dönecek bir evi, bekleyen bir
ailesi de olmadığından - ya Paris’teki bir yaşlılar evine gider ve kalan
ömürlerini İstanbul özlemi içinde geçirirler (2) ya da bizim okulun yüksek
tavanlı, soğuk, kasvetli bir odasında, tarifsiz bir hüzün ve yalnızlık içinde
ölümü beklerlerdi.
Öğrencileri dışında bir hayatları
yoktu.
Gülçin Halam’ın deyimiyle biz
‘haşarat’ öğrenciler pek farkına varmaz, dolayısızla anlam veremezdik
ama...
Papazlar, cumartesi sabahları
(okula giderdik o zamanlar) yahut tatil öncesi biraz asabî ve ters olurlardı :
Çünkü dersler bitip, okul
boşaldığında, kendileriyle, yalnızlıklarıyla başbaşa kalacaklarını
bilirlerdi.
Mösyö Marcoul’u, Mösyö Duchemin’i,
Mösyö Maynadier’yi saygıyla ve şükranla hatırlıyorum.
Çok iyi ‘Türk hocalar’ da vardı
elbette, ama bende iz bırakan olmadı.
Aksine...
Neyse, zaten hepsi göçüp
gitti.
Gülçin Halam’ın ve üzerimde emeği,
hakkı olan bütün hocalarımın yüzü suyu hürmetine, hepsi nur içinde
yatsın!
Evet, gerçekten, ‘iyi’ bir
öğretmen insana bir lütuftur, ne yazık ki kıymetini çok sonra anlar
insan.
Bu dünyada eline, öte dünyada
(cennetliktir hepsi) eteğine sarılası öğretmenler...
(1) Yukarıdaki fotoğraf
‘Sakarya’dan 24 saat haber’ veren Medyabar sitesinin ‘Önünüzde saygıyla
eğiliyoruz’ başlıklı yazısından aldım.
(2) Hakkı Devrim’in 5 Mart 2000
tarihli Radikal’de söz konusu hocalarımdan ve ‘ölümü beklemek üzere’ Paris’e
dönen Mösyö Maynadier’nin dramından söz ettiği yazısını okuyun fırsatınız
olursa:
http://www.radikal.com.tr/2000/03/05/yazarlar/hakdev.shtml
Hürriyet IK, 25.11.2012