18 Şubat 2013 Pazartesi

Bir de üstüne rol yapmasını beklemeyin


Deniz otobüsünde önümde oturan abartılı süslü püslü hanım, 20 dakikalık sefer boyunca elindeki küçücük aynaya bakarak makyaj tazeledi. Daha doğrusu bir parmak kalınlığındaki makyajının üstüne bir kat daha çekti. İnerken göz ucuyla yüzüne baktım. Aklıma şöyle bir soru geldi:

Niye kimi insanlar ısrarla bardağın dolu yarısını görebilir (geçen hafta da böyle girmiştim yazıya gerçi), en olumsuz durumlarda dahi umutlarını kaybetmezken, kimileri (karamsarlar) bunu başaramazlar? 


İyimserlerle kötümserleri ayıran fark nedir?


Çünkü geçenlerde bir İK yöneticisi, sohbetimizin orta yerinde bana “Serdar Bey siz niye bu kadar karamsarsınız?” diye sordu. 


Ses tonundan, karamsarlığı(mı)n üzülecek bir şey olduğuna inandığı belliydi. Ona benim tavrımın karamsarlık değil, ne yazık ki ‘gerçekçilik’ olduğunu anlatamadım.


*


1-Psikologların söylediğine göre - biraz genelleme olacak ama - iyimserler en kötü durumda bile hemen ‘yapılabilecek şeye’ (yani potansiyele) odaklanırlarmış. Oysa en zeki karamsar dahi, teşhis, belki tahlil ile yetinir, ama pasif moda geçermiş. İyimserler gerektiğinde ‘gibi’ bile yapabilirmiş. Mesela umutsuz bir hastalığa rağmen ‘iyileşince ... yapacağım’ diye inanabilirmiş. Yahut yıllardır iş bulamadığı halde ‘bir işe girince ilk işim... olacak’ diye hayaller kurabilirmiş.


2-İyimserlerin ikinci ayırıcı özelliği ‘optimizasyon’ imiş. Yani ‘başlarına ne gelirse gelsin, yapılabileceğin en iyisini yapmak’. 


3-Pozitif psikolojinin öncülerinden Pennsylvania Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Martin Seligman, iyimserlerle kötümserler arasındaki önemli bir farkı daha vurguluyormuş: İyiserler olayların ‘geçici boyutu’nu görürken, karamsarlar ‘sabit boyutu’na odaklanırmış. Yani çalıntı yaptığım makalede (*) verilen örnekle izah edeyim: Birinciler ‘her gün lokantada yemek yiyerek kilo verilmez’ derken, ikinciler ‘zaten rejim yaparak zayıflanmaz’ diye kestirip atarmış.


4-Bir önemli fark da ‘genelleme’ imiş. Kötümserler (mesela) ‘dizi seyretmek aptallık’ derken iyimserler ‘bu dizi çok sıkıcıymış’ derlermiş. 


5-Bunların sonucu olarak, mesela çalışma hayatında bir tatsızlık olduğunda, iyimserler bunun özel hayatlarını, arkadaşlık ilişkilerini vs olumsuz etkilemesine izin vermez mesela eşleriyle kavga edince bunu işe yahut çocuklarıyla ilişkilerine yansıtmamayı başarırlarmış.  


5a- ‘Paradoksal iyimserler’ denilen insanlar da, yani her şeyi toz pembe görmeyen, daha doğrusu her şeyin sadece olumlu yanına odaklanmayanlar da, olumsuzlukların hayatlarını zehir etmesini engellemeyi bilirlermiş. Öğreniyorlarmış daha doğrusu. Mesela patron sinirlerini mi bozdu? Eşlerini arayıp ‘hadi bu akşam bir yemeğe çıkalım, bir de güzel film bulup seyredelim, keyfim düzelsin biraz’ diye iyi şeyleri öne çıkarmaya ve sıkıntılarını telafi etmeye çalışabiliyorlarmış.


6- Demek ki, diyor psikologlar, kötümserlerin küçümsemeye çalıştığı iyimserler (çünkü iyimserlik çoğu zaman ‘aptallık’ gibi görülür) hiç de ne olup bittiğinin farkında olmayan embesiller ya da dünyayı toz pembe gören saftirikler değiller; ‘hayatın ne kadar kısa ve kıymetli olduğu bilen ve farkında olmadan bu pozitif inancı çevrelerine de yayan’ insanlar. 


7- İşte bu son noktada iyimserlerle kötümserler arasındaki bir büyük zıtlık daha ortaya çıkıyor: ‘Aralarındaki en büyük fark zeka farkı değil, iyimserlerin çok cömert insanlar oluşu’ diyor bir psikolog.


*


Ben (Ali Poyrazoğlu mutlu olacak bunu okuyunca) Pierre Desproges gibi düşünmekte ısrar ediyorum: 


İyimserler mutlu aptallar, kötümserler mutsuz aptallardır!


Gerçekçi insanlar, nerede iyimser, nerede kötümser olmak gerektiğini de bilirler.


Duygusuz, soğuk gerçekçilikten söz etmiyorum.


Tam ve gerçek bir insan’ olmak için ‘bütün duyguları yaşamak’ gerekir. Mutluluk, sıkıntı, heyecan, keyifsizlik...


İlla çalışma hayatından örnek gerekiyorsa, aynı saçmalıkların tekrar tekrar yapıldığını, aynı hatalarda kırk yıldır ısrar edildiğini gören; 


Geçmişinde bir sürü ‘muhteşem proje leşi’ varken, önüne ‘aman efendim ne de güzel düşünmüşsünüzcü’ sahte iyimserlerin alkışları arasında, bir yere varmayacağını hatta proje sahiplerinin bile üç gün sonra unutacağını bildiği bilmem kaçıncı bir ‘şahane proje’ daha gelen ve buna bayılması beklenen;


İhtirası bile olamayacak kadar kifayetsiz insanlardan neler umulduğunu görünce, bir zamanlar yakındığı kifayetsiz muhterisleri bile mumla arar hale gelen insanın eleştirilerine hâlâ ‘kötümserlik’ demek için, insanın ‘fazlasıyla iyimser’ olması gerekir!


Şu kadar ki, bir profesyonelden, iyimser veya kötümser değil gerçekçi olması ve aklına yatmayan bir projenin bile başarılı olması için var gücüyle çalışması beklenir.


Ama bir de üstüne rol yapmasını beklemeyin...


(*) Le Figaro, 11.02.2013


Hürriyet-İK, 17.02.2013

8 Şubat 2013 Cuma

Yıldız tuşu sendromu


Duvara konuşmayı sürdürmemek için bu kez farklı bir yöntem deneyelim. Şişenin dolu kısmına odaklanalım.
Her zaman eleştirdiğim millî vasfını kaybetmiş eğitimin (2ME diyelim, orman vasfını kaybetmiş 2B’ler gibi) Türkiye’de demokratik bir toplum yaratmak için ne kadar faydalı olduğuna bir göz atalım.
Demokraside halktan istenen nedir? Önüne gelen 3 veya 4 adaydan (partiden) birinin üstüne mührü basmaktır. Halk böylece kendi kendini yönetmiş olur.
Gerçek demokrasilerle ‘sözde’ demokrasiler arasındaki fark ise, özgürlüklerdir. Mesela, birden çok aday arasından seçim yapmak bir özgürlüktür. Seçim bokla kaka arasında olsa da. Keza, iktidara talip olanları beğenmiyorsanız, memleketi ben daha iyi yönetirim diyorsanız, parti kurmakta, aday olmakta özgürsünüz. Size yedirmezler, o başka, ama deneyebilirsiniz.
(‘Peki ileri demokrasilerin farkı nedir?’ şeklindeki bir tuzak soruyla beni kovdurmaya çalışırsanız, şu kadar cevap verebilirim: Gerçek demokrasilerde hukukun üstünlüğü, ileri demokrasilerde üstünün hukuku geçerlidir.)
Madem ki demokrasi, kazanma şansı olan birden çok aday arasından en az kötüsünü seçmektir; biz de zaten gençlerimize, ilkokuldan üniversiteyi bitirene kadar, sadece ve sadece ‘4 cevap şıkkından birini seçmeyi’ öğretiyoruz. Soru sormak, cevabını bulmak, sorgulamak, anlamaya çalışmak, tartışmak, bunlar gereksiz şeyler. Vakit kaybı. Soruları ve cevapları başkası hazırlıyor, senden tek istenen birini işaretlemek.
Daha önce çok söyledim, tekrarlamayayım, aynı çocuklar evlerinde de ‘demokrat’ yetişiyorlar zaten. Evde herkes birbirinin hakkına ve görüşüne saygılıdır. Anneler babalar birbirlerine saygılı davranarak çocuklarına örnek olurlar. Dayak mayak yoktur. Çocuklar fikirlerini söylemeye teşvik edilirler. Bütün kararlar tartışarak, ortak verilir. Hasılı çocuklarımız daha çekirdekten demokrat ve hakka hukuka saygılı yetişirler.
Kısaca, 2ME iyi ve doğru bir sistemdir, ‘Türk aile yapısına’ ve ‘Türk örf ve adetlerine’ uygun ve uyumludur. Buraya kadarında mutabıkız sanırım.
*
Örf ve adetlerimizin ve 2ME’mizin bir büyük faidesi daha vardır, o da yarının tüketicilerini doğru formatlaması ve yeni tüketim toplumuna uygun birer birey haline getirmesidir. Bu yeni birey tipini yani modern tüketim toplumunun bayıldığı ‘yeni insan’ı da, ‘sürünün içindeki koyun’ örneğiyle tarif edebiliriz:
Herkes ne düşünüyorsa onu (aslında sadece tüketmeyi) düşünecek, herkes ne yapıyorsa onu yapacak, herkes nereye gidiyorsa oraya gidecek, özetle sürü halinde hareket edecek ama koyun sürüsü, kurt sürüsü değil.
Filozof Jean-Michel Besnier yakın zamanda çıkan (adını Sadeleştirilmiş İnsan – Yıldız Tuşu Sendromu, diye  çevirebileceğim) kitabında ‘gelişme’ diye sevindiğimiz şeye farklı bir açıdan bakıyordu. ‘Sesli cevaplama sistemi’ denilen şeyin nasıl bir kâbus olduğunu bilirsiniz. Birden ikiden üçten birini tercih edin, tekrar dinlemek istiyorsanız yıldız tuşuna basın. İlerlemenin özeti budur.
Yeni teknolojiler güya hayatımızı kolaylaştırıyor ve bizi daha etkin/etkili/verimli hale getiriyor. Besnier ‘İlerleme olarak insanlara kabul ettirilen yeni teknolojiler ve yöntemler sakın insanı aptallaştırıyor, formatlıyor, kendi otomatizmini bize empoze ederek daha az ‘insan’ haline dönüştürüyor’ diyor. ‘Bizi birey olarak ‘daha çok’ (daha zengin) hale getireceğine teknoloji hakimiyeti ‘insanları sadeleştiriyor’.
Karmaşıklıklar, özellikler, farklar, tereddütler, vazgeçmeler yerini çabuk verilen cevaplara, çoktan seçmelere, standartlaşmış tercihlere bırakıyor, diyor. Sonuç? İnsanın insanlığı azalıyor, insan ‘asgarî müşterek’ haline indirgeniyor, zevkleri en basite, kelime hazinesi asgarîye indiriliyor, istek ve beklentileri standartlaştırılıyor’ (ki gruplamak, saymak ve işlemek kolay olsun) diyor.
Besnier tabii ki robot-hemşire, felçli insanların umudu olan robot-iskelet, canlı organizmalarla makinaların sembiyozu, beyin-bilgisayar işbirliği gibi beklentileri göz ardı etmiyor ama... bu hayallere erişmek için insanın ödediği bedelin ne kadar ağır olduğunu vurguluyor. Robot insanlaşırken, insan daha hızlı robotlaşıyor. Duygular, fikirler, kelimeler kıtlaşıyor, insanlık kısırlaşıyor. Her bireyi tek ve farklı kılan insanın iç dünyası çölleşiyor.
İnsanoğlunun makineler ve teknoloji ile ‘güçlenmesi’ için ‘insan’ın sadeleşmesi gerekiyor. Ancak sadeleşmiş insanın yerine robotları veya bilgisayarı koyabilir, sadeleşmiş insanla makineleri uyumlu hale getirebilirsiniz. Yaratıcı karmaşıklık, incelik, farklılık, bilinmezlik... robot çağında istenen özellikler değildir. Hasılı, bugün yapılmak istenen makineyi insana uyumlu hale getirmek değil, insanı makineye uyumlu hale getirmektir. İnsanoğlunun ‘güçlenmesi’ için önce en basit, en elemanter özelliklerine indirgenmesi gerekir... diyor Besnier.
Aile yapımız, örf ve adetlerimiz, 2ME ve insana verdiğimiz değerle biz yarının insanını yetiştiriyoruz, demem bundandır.
İyi anlatamadıysam eğer, tekrar dinlemek için yıldız tuşuna basın.

Hürriyet-İK, 10.02.2013



4 Şubat 2013 Pazartesi

Futbolcunun aptalı…


(Foto: Robert Green 'Kalecinin yalnızlığı')


2014 Dünya Kupası vesilesiyle beklenen binlerce abaz… pardon futbol meraklısını dikkate alarak, Brezilya’nın Belo Horizonte kentinde seks işçilerine İngilizce ve İspanyolca dil kursları açılmış. Projenin sahibi Minas Gerais Eyaleti Fahişeler Derneği Başkanı, “Bu kadınların (bu sayede) müşterileriyle pazarlık yapabilmelerini, adil bir ücret elde ederek çıkarlarını korumalarını istiyoruz” diyordu.

Fahişeler Derneği’nin bu yaptığı bir ‘anticipation’dur.

Kelimenin bugünün Türkçesinde efendi gibi bir karşılığını bulamadım.

(Hayat felsefesi “Yarına Allah kerim” olan bir toplumda ‘anticipation’ kavramı bile olmaz ki bir isim üretsin!)

Öngörü ve hazırlık' diyelim.

Çok önemlidir!

*

Aykırı modacı Paul Smith, nerede okuduğumu unuttum, ‘Kalecinin yalnızlığı’ başlıklı bir makalesinde bundan söz ediyordu. Albert Camus, Papa 2.Ioannes Paulus, Sir Conan Doyle, Vladimir Nabokov ve hatta Ernesto ‘Che’ Guevera’nın ortak özelliklerinin gençliklerinde ‘kalede durmak’ olduğunu hatırlatıyor, “Belki de, takımın diğer 10 oyuncusuyla aynı formayı giymek kimi insanları tatmin etmiyordur” diyordu. “Belki bunlar kendiyle yalnız kalmaktan hoşlanan, içe kapanık insanlardır. Belki de zaman zaman ‘herkesin ilgi odağı’ olmaktan hazzeden tiplerdir…

Bir kaleciyi diğer futbolculardan ayıran nedir?

İşler kötü gittiğinde takımı kurtarması beklenir, yani payına düşenden (11’de 1) çok daha fazla sorumluluk taşır. 

Formda olmadığı gün sahada gezinmek, pas almamak için saklanmak, topa girmemek gibi bir lüksü yoktur.

Sonra, kaleci hareketsiz kaldığı için üşür, tek başına olduğu için sıkılır. Tek başına sevinir, tek başına üzülür.

Oyunu biraz dışarıdan seyrettiği için hataları herkesten iyi görür, ama müdahale edemez; bağırır çağırır, yerinde tepinir durur.

Ve (Smith’in dediği gibi) iki kale arkasında genelde iki rakip takımın en fanatik taraftarları olduğu için, maçın bir yarısında alkışlanır, diğer yarısında yuhalanır ve kafasına bir şeyler atılır.

Her durumda, kaleci çok yalnız bir insandır.

Smith, kaleciyi rok gruplarındaki bateristlere de benzetiyor: “İkisi de yerinden kımıldamaz. Zaten ikisi de diğerlerinden ayrı olarak çalışır…

Bütün bunlar kalecilerin karizmatik ve bir ‘stil sahibi’ olmasına engel değildir diyor (konuyu bir şekilde modaya getirmesi gereken) modacı Paul Smith. Gelmiş geçmiş en büyük kalecilerden Rus Lev Yaşin mesela daima simsiyah giyerdi. Bugün kaleciler rengarenk, hatta fosforlu mayo giymekten çekinmiyorlar.

Ve genelde, sahada ‘anticipation’ becerisi en yüksek olan oyuncu, kalecidir. Ben de aynı durumdayım. Moda trendlerini öngörmek ve ona göre hareket etmek (antisipe etmek) zorundayım. Kaleci için bir maç neyse, benim için de bir moda sezonu o demek. Tek fark, ben hata yaparsam, kimse teselli etmek için gelip kafalı okşamıyor.

*

Çalışma hayatında da böyle yalnız ‘kaleciler’ vardır (diyor konuyu bir şekilde İK’ya bağlaması gereken Serdar Devrim.)

Takımın biraz dışında kalırlar. Yalnız çalışır, yalnız ısınırlar.

Takımın sigortasıdırlar, ama nadiren bir ‘yıldız’ olurlar. En çok kazananlar listesine giremezler.

İşler iyi giderken dönüp bakan pek olmaz. İşler kötü gittiğinde kalede birinin olduğu akla gelir.

Takım gol attığında sevincin uzağında kalırlar. Takım gol yediğinde, golü yiyen neticede onlardır. Hataları olmasa bile kendilerini ‘şahsen’ başarısız hissederler.

Kimin iyi oynadığını, kimin sahada saklandığını, kimin yanlış pas verdiğini, yapılan hataları herkesten iyi görürler.

Ama beyhude tepinip dururlar, bas bas bağırırlar.

Ve, Smith’in dediği gibi, oyunu en iyi onlar ‘antisipe’ ederler... ama faydası olmaz.

Gene de onlar bıkmadan, usanmadan takımın kalesini beklerler...

Belki de ‘futbolcunun aptalı kaleci olur’ demeleri bundandır!


Hürriyet-İK, 3 Şubat 2013