5 Mayıs 2013 Pazar

Oldu olacak...

Candan Erçetin, seyircisine saygısından, anacığının acısıyla sahneye çıktı. Sanat bunu gerektirir, perde açılmalı, şov devam etmeli. Ben sanatçı değil gazeteciyim. 1 Mayıs’ta ortaya çıkan manzarayı burada yazmadıktan sonra, felsefeydi, sosyolojiydi, insan kaynaklarıydı, çalışanın sorunları, yönetim meseleleri, hepsi birden boş ve anlamsız geldi. (*) Oldu olacak...


 
 
Seksek
Randevu saatini beklerken, yolları çiçeklendirmek niyetiyle koyulan ama kuru otların yanında sigara izmariti, çiklet kağıdı, yırtılmış biletlere çöp kutusu vazifesi gören beton saksılardan birine oturdum, gazete okuyacağım.
Nişantaşı’nın dar yollarına park etmiş araçlarla apartman girişleri arasına sıkışmış daracık ve basamaklı eğri büğrü kaldırımda, ikisi kız ikisi erkek, dört küçük çocuk oynuyor. Onları seyretmek daha keyifli.
Dar alanda seksek oynuyorlar. Belli ki bir kamplaşma söz konusu. Sarı saçları ensesinde örgülü kızla ablalık ettiği küçük çipil oğlan, kardeş olmalı. Diğer ikisine karşı savunmadalar. Kılık kıyafetlerine bakıyorum, sorun sosyal sınıf farkı galiba. Bu ikisi kapıcı çocuğu olmalı. Berikiler bir terbiyesizlik etmiyorlar, ama örgülü abla alıngan. Belki de farkın sadece o farkında. Hırçın.
İki taraf da gerginlikten rahatsız, ama oyunu bozmak istemiyorlar. Seksek devam etsin diye, diğerleri tavize hazır, abla da bunu kullanıyor, mızıkçılık yapıyor sürekli.
- Bastın, çizgiye bastın!
- Basmadım işte!..
- Bastın! Bastı di’mi Gözde?
- Bastın işte, mızıkçı...
- Basmadım diyom işte, kak lan Osman oynamâyalım bunlâlan...
- Tamam tamam basmadın, şaka yaptım.
Gözde, seksek sırası ona geldiğinde, eteklerini iki ucundan tutup havaya kaldırıyor. Hanım hanımcık.
Adını bilmediğim diğerinin, yani ablanın üzerinde hâlâ önlüğü var, altında siyah bir efoşman. Çıplak ayağına geçirdiği yeşil plastikten terliklerle sekiyor. Bordolu kırmızılı, kolları ve boğazına kadar düğmelenmiş yün gömleğin üzerine bir de çağla yeşili yelek giydirmiş Osman’a annesi, kendi örmüş. Blucini kıçında durmuyor. Ya burnunu siliyor elinin tersiyle, ya da, iki eliyle, kıçını da şöyle sağ sol kıvırarak, düşen pontolunu çekiyor. Beyaza yakın sarı, kaşı gözü görünmüyor Çipil Osman’ın. İncecik bir sesi var, kulakları tırmalayacak kadar tiz. Heyecandan bağırdığı için söylediği anlaşılmıyor, ama ablasıyla anlaşıyorlar...
Randevu saatim geldi. Kalkmak istemiyorum.
Çantadan bir kutu çiklet bulup çıkarıyorum, kutuyu sallayınca sesine bakıyorlar. Açıp uzatıyorum. Drajeler kan kırmızısı. Cazip.
Osman’la ablası belli ki alışıklar sokağa, yeme geliyorlar hemen. Diğerleri tedbirli, tembihli belli. Oğlan yaşça büyük kıza bakıyor, kız Çağla Apartmanı’nın birinci kat penceresine. İzin alacak ama kimse yok camda. Osman bir tane çiklet alıyor, daha doğrusu alacak, ama gözleri bende olduğu için drajeyi yakalayamıyor bir türlü. Küçük işaret parmağı yılan başı gibi aranıyor kutunun içinde. Bir tane yakalıyor sonunda, ablasına veriyor ilk tuttuğunu, bağlılığını, teslimiyetini belli ediyor. Abla çikleti ağzına atarken göz ucuyla diğer kıza bakıyor, gördü mü manzarayı diye.
- Çocuklar, siz de birer tane alın bakalım.
Küçüğü hamle edince, büyüğü, kız olanı, dayanamıyor artık. Birer tane çiklet de onlar alıyor.
Serdar Amcalığım tutuyor, bir şey diyeceğim sohbeti açmak için, ama konu bulamıyorum:
- Sonra yere atmayın çikleti sakın.
- Cık, diyorlar koro halinde.
Diğer kız giriyor lafa oradan, üstü başı daha iyi olanı:
- Atmayız amca, ama yutmamak da gerek, değil mi Erem? (Yahut Eren.)
- Hı, diyor küçük oğlan, çikleti nedense alt çenesini sabit tutup, üst çenesini açıp kapayarak, yani başını emme basma pompa gibi öne arkaya sallayarak çiğniyor.
- Peki niye yere atmamak lazım çikleti? Sen söyle bakalım Osman!
Nişantaşlı köylü çocuğu çipil Osman, yüzünde adının okunmuş olmasının verdiği memnun gülümseme, başını öne eğerek duruyor mahçup. Ablası atılıyor hemen:
- Çevremizi temiz tutmalıyız da ondan!
- Aferin!
Bu sefer diğer kız soruyor, biraz da ricacı bir tonda:
- Niye yutmamamız gerek, onu da ben söyleyeyim mi öğretmenim?
- Onu da sen söyle Gözde.
- Çünkün çiklet midede erimez, bağırsaklarımızda yıllarca durur da ondan.
- Yok öyle değil, ama yutmayın yine de siz. Yutacağınıza bir kağıt parçasına sarıp çöpe atın.
- Tamam amca...
İlgileri dağıldı bile. Kendimizi ezdirmeyelim bari:
- Haydi siz oyununuza dönün, ben de işime gideyim.
Kalktım. Son sözü kim söyleyecek acaba?
Abla tabii ki... Dördünün adına.
- Amcaaa!
- Ha güzel kızım?
- Çiklet için teşkür ederiz!
- Afiyet olsun!..
Gözde ses çıkarmadı artık, bu seferlik altta kalmayı tercih etti.
Oyun bozulmasın diye, şimdi öbürü mızıkır mızıkır...
- Sıra kimdeydi lan? Bendedi di’mi?
 

(*) Fransızca bilenleriniz, 23 Ağustos 2012 tarihli Nouvel Observateur’de yayımlanmış, Laurent Joffrin imzalı ‘Notre nouvelle ennemi: la démocrature’ yani ‘Yeni düşmanımız: demokratörlük’ başlıklı yazıyı okuyabilirsiniz.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder