30 Mayıs 2014 Cuma

Şşşşt! Kapa çeneni Serdar…



Dilimden çok çektim. Çekmeye de devam ediyorum.
Susmayı bilenlere hayranım. Şu yaşa geldim, susmayı öğrenemedim. Yalan söylemekle doğruyu söylememek arasındaki ince çizgiyi idrak edemedim.
Doğru bildiğimi söylemezsem, karşımdakine yalan söylemiş, ikiyüzlülük etmiş gibi hissediyorum kendimi. 
Oysa biliyorum ki “söylememek harcısı söylemeğin hasıdır”.
Oysa gene biliyorum ki insanlar, hele de yöneticiler, doğruları değil, duymak istediklerini söyleyenleri seviyorlar. Hatta doğruyu söyleyenden hazzetmiyorlar. İşlerine gelen yalanı, işlerine gelmeyen doğruya tercih ediyorlar. Çünkü sürekli kendilerini ve birbirlerini kandırıyorlar; kendilerine ve birbirlerine yalan söylüyorlar.
İnsanlar ikiyüzlü ve asıl kendilerine karşı.
Böyle olunca da, düzen susulan doğrular, karşılıklı yalanlar, riya ve sahtekarlık üzerine kurulu, yürüyüp gidiyor.
Kapa çeneni Bukowski! Edebî küfürler ansiklopedisi adlı sözlüğün yazarı Pierre Chalmin, “Günümüzde küfür susarak, fenalık sessizce ediliyor” diyor.
Sessiz küfürü, sesli-sessiz doğruya tercih ediyorlar.
*
Tabii susmak var, susmak var.
Söyleyecek bir şeyi olmadığı için susmak (ki nadirdir, genelde söyleyecek lafı olmayanlar en çok konuşurlar).
Karşısındakine ilgilizlikten, önem vermemekten, başkalarını hor görmekten susmak.
Karşısındakine, mesela bir büyüğe, ‘Siz varken bana söz düşmez’ anlamında, saygısından susmak.
Karşısındakini dinlemek, söylediklerine dikkat kesilmek, anlamak ve öğrenmek için susmak.
Bir bilinmezlik karşısında dili tutulup, bir hadise karşısında ne diyeceğini bilemeyip susmak.
Kararsızlıktan, mahcubiyetten, kendine güven zaafından susmak.
Konuşmaya hacet, söze gerek olmadığı / kalmadığı için susmak.
Konuşarak yaşadığı anın büyüsünü bozmamak için susmak.
Konuşmanın anlamını yitirdiğini, söylemenin nafile olduğunu görüp artık susmak.
Kızdığı, sinirlendiği halde, durumu beter etmemek için dişini sıkıp susmak.
Bunun bir merhale ötesi, konuşursa ağır konuşacağı için susmak.
Ve tabii birden çok sebebin üst üste gelmesiyle susmak…
*
Şşşşt!
Kapa çeneni Serdar…


Hürriyet-İK, 01.06.2014




23 Mayıs 2014 Cuma

Keşke boz başlı inek kuşu olsaydım

ya da 

Türkiye’de çocuk yetiştireceklere...

(Ön-not: 2007 yılından kalma ama bugün o günden çok daha güncel bir yazı. Tekrar benzer bir şey yazmayı artık içim kaldırmadı, kusura bakmayın.)
Çocuk yetiştirmek, adı üstünde, yarın yaşayacağı dünyaya en iyi şekilde hazırlamak, karşılaşabileceği her zorluğun üstesinden gelecek şekilde donatmak, mutluluğunu gözardı etmeden, başarı şansını azamiye çıkarmak demek. Peki, bugün evlerimizde ve okullarımızda çocuklara verdiğimiz eğitim onları yarının Türkiye’sine iyi hazırlıyor mu sizce?
*
Bir değil, iki değil, kaç kere yazdım:
Çocuklarımızı yanlış yetiştiriyoruz!
Uzatmayayım.
Arkadaşının oyuncağını alma, kendi oyuncağını arkadaşınla paylaş, yalan söyleme, dürüst ol, namuslu ol, hakkına razı ol, başkalarının hakkına saygılı ol, borcunu gününde öde, verdiğin sözü tut, adil ol...
Eee, beyni böyle yanlış telkinlerle yıkanmış çocuk, Türkiye’de nasıl ‘başarılı olacak?
Bırakın başarılı olmayı, nasıl ayakları üzerinde duracak?
Yanlış, yanlış yetiştiriyoruz çocuklarımızı.
Daha bebekken anlattığımız masallara bakın.
Bütün masallarda, dürüstler, namuslular, iyiler, haklılar sonunda mutlaka kazanır.
Gerçek hayatta... biraz zor kazanır!
Çocukların odasını süslediğimiz, kuru boyayla resmini doldurttuğumuz hayvanlar bile sakıncalı, pasif, zayıf.
Niye kendine örnek diye süt kuzusunu alsın ki çocuk? Kurt olmak varken...
Niye Allah’ın ayısını ‘cici bir pelüş olarak yutturuyoruz ki? Yarın Taksim’den Tünel’e kadar yürüse, beş yüz tane ‘gerçek ayıyla’ yolu kesişecek olan çocuklara...
Niye çocuk, kinik ve açgözlü Tom’un karşısında en küçük bir şansı olmayan Jerry’nin safında yer tutsun? Niye güçlünün yanında yer almak varken, yanlış yerde dursun?
Niye bütün maceralarda iğrenç kedi Sylvester bir civcive (Tweety), aslında çok zeki bir hayvan olan bir çakal, Bipbip’e yenilir?
Bütün bunlar, üst üste gelince, çocuk (hele hele Türkiye’de) ümitsiz bir vak’aya dönüşür. Bakınız bu satırların yazarı.
*
Johhny rook
Diyorum ki, keşke anam babam bana... bizim çocukluğumuzda öyle çizgi roman filan da yoktu gerçi ya, keşke bana, örnek olarak muhteşem kuş Johnny rook’u gösterselerdi.
Muhteşem çünkü İĞ-RENÇ bir yaratık.
Hırsız, soysuz, acımasız, ahlâksız, bencil... hasılı Türkiye’de yaşamak için İDEAL bir canlı.
Tabiat (sadece Falkland adalarında yaşayan ve koruma altına alınan) bu hayvanı havada uçmak, yerde koşmak için mükemmel yaratmış. Kartalla karga karışımı bir kuş. Anası, yavruyu daha uçmayı öğrenmeden, can düşmanları olan albatros kuşlarının arasına terk edip gidiyor. Yavru burada sağ kalmayı öğrenmek zorunda. Kaçacak, gizlenecek, aç kalmamak için çalacak... tıpkı bir sokak çocuğu...
Sokak çeteleri oluşturan; evleri basıp çöp kutularını talan eden; çadırları söküp konserve kutularını çalan ve açan; sürüden ayırdıkları koyunları – gözlerini oyarak – uçurumdan düşüren ve leşini yiyen; avlamayı sevdikleri bir kuş türü – adını unuttum – bunlara yem olmamak için gündüzleri gizlenip, geceleri ortaya çıktığı için... vardiya halinde, yarısı gündüz yarısı gece avlanan...
Hasılı, isim vermeyeyim, çevremde bir çok örneğini gördüğüm türden AZ BULUNUR bir iğrenç yaratık!
Eh haliyle, ben de hayatta başarılı olmak için dürüst / namuslu / kendi halinde yani salak bir civcivdense böyle muhteşem bir Johnny rook olmayı tercih ederdim elbet.
Şimdi gazetecilikte / ticarette / siyasette... artık ne yöne gitti idiysem, güçlü / zengin / muteber bir BÜYÜK ADAM idim...
*
Bir iki örnek daha ister misiniz? Vereyim...
Mesela ‘mafya yöntemleri’ uygulayan parazit kuşlar.
Yumurtalarını başkasının yuvasına bırakan, yavrusunu başkasına beslettiren tepeli guguk kuşu (clamator glandarius) meşhurdur, biliyorsunuz. Yuvanın sahibi garip ana baba, kendi yavrularını yuvadan atan bu ‘azman’ misafiri besleyeceğim diye kendini parçalar garibim...


Boz başlı inek kuşu (erkek)
Bir de – asıl -  boz başlı inek kuşu (molothrus ater). Bu parazit kuş da iri yumurtalarını başka bir türün (Türkçesini bulamadım, Latince adı protonotaria citrae olan bir tür) yuvasına bırakır ve gerekirse... eşkiyalıktan kaçınmaz.
Florida Üniversitesi’nden iki uzman bir araştırma yapmışlar. Boz başlı inek kuşunun diğer türün yuvasına bıraktığı kimi yumurtaları gizlice kaldırmışlar. Gözlemlenen yüz yuvadan 56’sı... inek kuşları tarafından ‘CEZA OLARAK’ yerle bir edilmiş!
Yani inek kuşu, yumurtalarına ve yavrularına baktırmak için, başka türleri TERÖRİZE etmekten bile çekinmiyor.
Hatta, Proceedings of the National Academy of Sciences dergisinin mart sayısında yer alan bir makaleye göre, inek kuşu, bu protonotaria citrae’nin yuvasını bozup, kuşu yeni bir yuva yapmaya zorluyormuş. Böylece talihsiz kuşu ‘kendi işine geldiği zaman’ yumurtlamaya ve kuluçkaya yatmaya mecbur ediyormuş.
Biz çocuklarımızı protonotaria citrae olarak yetiştirmek için yırtınıyoruz.
Yarın boz başlı inek kuşları tarafından sömürülsün diye!

Hürriyet-İK, 25.05.2014



18 Mayıs 2014 Pazar

Affedin bizi!



Geçen hafta büyük bir travma yaşadık.
Türkiye’de en bol ve en değersiz ‘kaynak’ olan ‘insan’larımız yerin yüzlerce metre derininde kapana kısılıp öldüler.
Yavaş yavaş, ölümü göre göre...
Bugün Hürriyet İK’nın manşetinde bir kez daha ‘iş cinayetleri’ konusunu ele aldık.
Bir kez daha diyorum çünkü bu, sık sık işlediğimiz, ısrarla üstüne gittiğimiz, ama Hürriyet İK’nın kamuoyu oluşturma gücüne rağmen sonuç alamadığımız bir konu. Ne yazık ki.
İşçi ölümlerinde Avrupa’da birinci, dünyada üçüncü olduğumuz söyleniyor.
Şüpheniz olmasın, skorumuz bundan da iyidir. Çünkü çoğu patronun gerçekleri sakladığından, devletin cinayetleri örtbas ettiğinden kimsenin şüphesi yok.
Son olarak Soma’daki o madende kaç kişinin öldüğünü, bunların kaçının sigortasız, kaçının çocuk olduğunu asla öğrenemeyeceğiz.
Yemin billah etseler (ve kırk yılda bir doğru da söyleseler), politikacıların, Çalışma Bakanlığı ve Enerji Bakanlığı müfettişlerinin, savcıların, bilirkişilerin şirketi aklayan rapor ve ifadelerine haklı olarak güvenmeyeceğiz. 
Ama ne gam. Muktedirler biliyorlar ki, çok değil bir iki ay sonra her şeyi unutacağız.
30 Mart’ta yüzde 42 oy verdikleri Erdoğan’a 14 Mayıs’ta istifa diye bağırıp makam aracını tekmeleyen bağrı yanık Somalılar bile.
Şirket, rüzgarın geçmesini bekleyecek. Her zaman olduğu gibi.
Hükümet (siyasal) tehditle, (ekonomik) şantajla, (bir maaş ikramiye, borç erteleme vb) rüşvetle, boş vaatlerle konuyu unutturmaya çalışacak. Her zaman olduğu gibi.
Ölen öldüğüyle, yuvalar yıkıldığıyla kalacak. Her zaman olduğu gibi.
Çünkü duygusal derinliği olmayan; birey haline gelememiş; hadiselerden ve tecrübelerden ders çıkarak ve uzun vâdeli, gerçek çıkarlarını, kısa vâdeli küçük, bencil ve ilkel menfaatlerine üstün tutacak kadar henüz gelişmemiş insanlarız.
Ve tabii, çok önemli bir husus, çünkü daha ekmek derdindeyiz. (Bir anne, yaralı kurtulan oğlu için ‘Mecbur madene geri dönecek, kredi borcumuz var’ diyordu.)
Hasılı Hürriyet İK olarak, ne yazık ki, daha çoook ‘iş güvenliği – işçi ölümleri’ haberleri yaparız.
Bu son olsun diyeceğim ama, kendim bile inanmıyorum.
*
Ölürken kömür karası avcuna ‘Oğlum hakkını helal et’ yazan baba;
Nefesi tükenirken gözünün önüne sevdicazı gelen delikanlı;
Okul masraflarına katkı yapmak için madene inen 19 yaşındaki Cemal;
Cesetleri birbirine sarılı bulunan baba-oğul;
Ölürken öldüğüne değil, geride bıraktıkları için ağlayan emekçiler;
Çamurlu toprağa yanyana çömelmiş, madenin kara gırtlağına anlamsız gözlerle bakan evlat öksüzü yaşlı ana-babalar;
Başbakan’a feryat edecektim ama kocamın cenazesini vermez diye korktum’ diyen acılı kadın;
Gencecik yaşta dul ve çaresiz kalanlar, geleceği kararan çocuklar
Ve yarın, 40 lira yevmiye için o mezara geri dönecek olanlar...
Sizi bu sistemden, sizi menfaat çetelerinden, sizi aç sırtlanlardan, gözü doymaz akbabalardan, leş yiyicilerden kurtaramadık, affedin bizi !
Affedin bizi…



Hürriyet-İK, 18.05.2014





10 Mayıs 2014 Cumartesi

Yemma çoktan cennettedir


Niçin sırtları dönük oturmuşlar?

Üftade Ninem vefat ettiğinde daha 5 yaşındaydım. Ölüm lafını o gün duydum.
Aynı yıl Murat Dedem. Ölümün bıraktığı boşluğu gözlerimle gördüm.
Kadriye Ninem birkaç gün içinde solup gittiğinde 9 yaşındaydım. Ölümün her an, her yerden gelebileceğini anladım.
Ruhi Dedem ölüme Vosvos’un dikiz aynasından bana el sallayarak gitti. 11 yaşındaydım ve artık ölümün yok olmak anlamına geldiğini biliyordum.
Babaannemi kucağımda toprağa bıraktım. Ertesi sabah gözlerimi açtığımda “Serdar, ilk kez Mamuş’un olmadığı bir dünyaya uyanıyorsun!” diye düşündüm. 40 yaşındaydım. Ölümün anlamı artık çok farklıydı.
 (Adnan Benk, o gün babama bir faks çekmişti: “Anasını babasını kaybedenler, ansızın geriye, onların bıraktığı boşluğa çekilirler. O güne kadar, yaşın ne olursa olsun, yüzüne vuran aydınlık, arkanda uzanan gölgeden beslenirdi. Üçüncü boyutun elinden alınmış gibisin. Gölgeleşme sırası şimdi sende. Evet, gene sahnedesin kuşkusuz. Ama nesi var bu tiyatronun? Salon niçin bu kadar aydınlık da sahne karanlıklar içinde? Sen gene sensin, seyirciler de hep o seyirciler. Peki, kimin aklına esmiş de, sırtları dönük oturtmuş onları böyle?”)
Yarım yüzyılda çok, ama çok sevdiğimden ayrıldım.
Ölümün ve ayrılığın hazırlığı olmaz. Ama anaların hası bizi ayrılığa yavaş yavaş hazırladı. 50 yaşında öksüz kaldım. Yıllar geçti, hayır, bu yokluğa alışamadım.
Anası olanlar, kıymetini ve ne kadar kısmetli olduğunuzu bilin…
*
*     *
Yemma çoktan cennettedir
Baktım da, Tahar Ben Jelloun'un tek kitabını okumuşum. (La Nuit de l'Erreur yani Hata Gecesi.) Doğrusu hem utandım (Fransızca yazan Arap yazar ve şairlerine düşkünümdür oysa) hem sevindim. Okuyacak bir sürü kitap çıktı.
Faslı edebiyatçının yeni bir kitabı yayımlandı: Sur ma mère. Annesini anlatıyor. (Jour de silence à Tanger’de ise babasını anlatır.)
Ruhun / aklın / belleğin karanlık gecesine gömülüp giden annesini. Dünya çapında bir yazar olan oğlunun kitaplarına (okuma yazma bilmediği için) sadece bakan anasının hikayesini.
Ufak tefek ve güzel Fesli (Fas’ın Fes şehrinden) Fatma, 15 yaşında evlendirilip, ertesi yıl kucağında bir küçük kız çocuğuyla dul kalmış. Tekrar evlendirmişler, bir oğlu olmuş. Bir daha dul kalmış. Bu defa, çocuğu olmayan evli bir adama vermişler, kendisine bir çocuk verir vermez ilk karısını boşaması kaydıyla. ‘Lalla Fatma’ bir erkek çocuk dünyaya getirmiş. Savaş günlerinin sıkıntısı arasında bir oğlan daha. Fes şehrinde, 1 aralık 1944’te dünyaya gelen çocuğa Tahar adını vermişler.
1950’de doğup büyüdüğü Fes’i terk edip (büyülü bir şehirdir görmediyseniz) Tanca’ya yerleşen Fatma, derin bir melankoliye kapılmış. Ölene kadar Fes’in, ‘küçük kara kirazların’, portakal ağaçlarının kokusunun ve ‘geri gelmeyecek bir dönemin renklerinin’ özlemiyle yaşamış.
2000 yılında, kendini esir hissettiği Tanca’daki evinde, yıllardır ona bakan kadını düşman, ziyaretine gelen kızını kendi annesi sanarak ağır ağır dünyayla bağları koparken; oğlu Tahar sık sık ‘Yemma’sını görmeye gidermiş. Oğlunu bazen tanır, bazen tanımaz, başkalarıyla karıştırırmış, “çünkü zaten Yemma o sırada çok uzaklardadır, oğlunun daha doğmadığı eski günlerde yaşamaktadır.
Tahar annesini sabırla dinler. Yorgun ve yaşlı kadın, hastalık kokan odasındaki yatağında “tanımadığı genç ve çekici” bir kadına dönüşür. “İhtiyarlık ve bunama, annemi gençliğinin çiçekli günlerine geri götürdü” diyor yazar. Oğlu, dili çözülen annesinin anlattıklarını hüzünle dinler.
Ama günlük hayat giderek zorlaşmaktadır. Hastalık ilerlemekte, kadının yorgun bedeni gücünü kaybetmektedir. Yemma, yardımcı kadına ve çevresindekilere karşı giderek salgınlaşmaktadır. Yıllardır Paris’te yaşayan, burada kendine önemli bir yer edinen, 1987’de ülkenin en önemli edebiyat ödüllerinden Goncourt’u kazanan oğlu, Fransa’nın pek çok örf ve âdetini benimsemiş, ama kendi tabiriyle “bir yandan ömürlerini uzatırken, bir yandan yaşlılarını heba eden” batı ‘medeniyeti’ne asla ısınamamıştır. Alberto Sordi’nin bir filmini hatırlar. Filmin kahramanı bir yandan annesinin üstüne titremekte, bir yandan da onu bir huzurevine götürmektedir. Tahar böyle yapmaz. Yemma evinde, yatağında ölür; oğlu son anına kadar yanındadır.
Yemma’nın son günleri bir cehennemdir. Ama, acı çeken, sayıklayan annesinin “çoktan cennette olduğuna” inanır oğlu:
Yemma, çok özlediği Fes’e, çocukluk günlerine geri dönmüş; annesiyle, babasıyla, kardeşleriyle buluşmuştur. Onlarla konuşmakta, onlara anlatmaktadır. Çocukluğunun mutluluğunu bir kere daha yaşamaktadır.
Ölüm döşeğinde sayıklayan Yemma aslında çoktan cennettedir.
*
15 Mart 2008’de, Onpunto’daki bu yazıyı şu cümleyle bitirdiğimde, anamın 40 gün ömrü kaldığını bilmiyordum:
Tahar Ben Jelloun’un kitabı, anası ölüm döşeğinde, ellerinin arasından kayıp giden her çocuk için bir umuttur…
Varsa, eminim anaların hası çoktan cennettedir.

Hürriyet-İK, 11.05.2014





2 Mayıs 2014 Cuma

Dersizim biyoloji

Bir fotoğrafçı meslektaşım "Bu Fransız okullarından mezun olanlar niye bu kadar ukaladır?" mealinde bir tweet attı, ben üstüme alındım, çok güldük.
Şimdi diyorum ki, öyle ukala olunmaz, böyle olunur.
Didaktik, pedagojik, skolastik, tik tik...
Bugün dersimiz biyoloji.
*
Bir zamanlar, Hürriyet internette yazarken, zampara bir oyuncu için 'argonot' benzetmesi yapmış, sonra da bu canlının özelliklerini anlatmıştım:
“Argonot dedikleri az bilinen bir deniz canlısıdır. Hani deniz anemonu gibi, bitkiye benzeyen ve deniz dibinde kayalara tutunarak yaşayan bir hayvan türüdür. Argonotun çok orijinal bir döllenme yöntemi vardır. Spermlerini, yumurtalarını diğer birçok deniz canlısı gibi suya, nasılsa birbirlerini bulurlar, diye salıvermez argonot. İşi sağlama bağlar, tabiri caizse! Erkeğin cinsel organı, çiftleşme mevsiminde, bedenden ayrılır, gider başka bir kayada yaşayan dişi argonotu bulur, döller ve sahibine geri döner. Böyle, onunla bununla yatıp kalkıp, sonra “Vallahi haberim yoktu, cinsel organım benden habersiz yapmış” ayaklarına yatan erkeklere ben ARGONOT derim, işte bu yüzden.” (2.8.2004)
Hıncal Uluç bu paragrafı ‘bir arkadaşının anlattığı fıkra’ diye köşesinde olduğu gibi yayımlayınca, bizim parça tesirli argonot internete düşerek (ki geneleve düşmek gibi bir şeydir) kamuya mal olduydu.
10 yıl sonra bugün, bu kafadan-bacaklının muhtemelen günahını aldığımı itiraf ediyorum.
Muhtemelen. Çünkü internette taradım, muhtelif türleri olan bu yumuşakçanın böyle bir özelliğini bulamadım.
O zaman artık nereden duyduysam, ya da neremden uydurduysam…
Angonot gibi, karıncaların bağırsağında yaşayan bir bakteri türünden, yumurtalarını başkasının yuvasına bırakan guguk kuşundan filan da bahsettim yazılarımda. Belki bir gün burada da anlatırım.


Bugün yeni bir canlı türü tanıtıyorum size:
Maculinea, bir kelebek türü.
Bu türün larvası – bakmayın siz onun solucana benzediğine - inanamayacağınız kadar uyanık.
Maculinea alcon’un larvası, kelebek olana kadarki ömrünü bir karınca yuvasında, sıcakta ve güvende geçiriyor. Garip işçi karıncalar, ana kraliçenin sesini taklit eden bu şarlatanı canları pahasına koruyor ve ağızlarıyla besliyor.
Bir diğer tür Maculinea teleius’un larvası daha da ahlaksız. Mecburcu ev sahiplerinin yumurtalarını ve larvalarını da mideye indiriyor şerrrefsiz.
Düşünebiliyor musunuz?
Kendini masum bir karınca gibi yutturup yuvaya sızan; ana kraliçenin sesini taklit ederek ekmek elden su gölden yaşayan; onun ağzından konuşuyormuş gibi yapıp işçi karıncalara hükmetmeye kalkışan: ve utanmadan bir de kelebek olduğunu iddia eden bir asalak.
Ve sadece bakteriler, böcekler, kuşlar, sürüngenler değil; memelilerde de böyle asalaklar varmış.
Maazallah!..


Hürriyet-İK, 04.05.2014