26 Nisan 2013 Cuma

İnsan malzemesi



Amerikan danışmanlık şirketi Leadership IQ’nun yaptığı dört dörtlük çalışmayı Türk okuruna duyurmanın bana nasip olması takdiri ilahi olabilir mi?
Çünkü özetle şunu söylüyor araştırma:
• Şirketinden ve tepe yöneticisinden çok memnun, işinde çok mutlu ve canla başla çalışmaya hazır (‘engagement’ kelimesinin karşılığı yok ki Türkçe’de) çalışanlar, aynı zamanda ‘en kötü’ çalışanlardır. Performansları (Leadership IQ’nun skalasına göre) 3.gruba yani ‘zayıf performans’ grubuna girer.
• Buna karşılık hiçbir şeyden memnun olmayan ‘kakırcılar’ (yani sürekli söylenip şikayet edenler – bakınız 23.01.2011 ve 08.04.2012 tarihli yazılar) performansı en yüksek çalışanlardır.
Tabii ki bu araştırmadan ‘yüksek performans göstermek için illa kakırcı olmak gerekir’ gibi bir çıkarımda bulunmak yanlış. Böyle bir korelasyon söz konusu değil. Çok motive, çok ‘engaged’ ve aynı zamanda performansı yüksek çalışanlar da vardır elbet.
Ancak (bunu ben söylemiyorum, Le Monde yazarı Annie Kahn söylüyor) sorun istatistik olarak bu çalışanların (yani hem performansı, hem motivasyonu hem de mutluluk oranı yüksek olanların) çok küçük bir azınlık olması.
Çünkü, diyor Kahn “bu çalışanlara nasıl davranmak gerektiğini bilen yönetici çok az”.
Devam ediyorum alıntı yapmaya:
En iyiler şirketi terk ediyor yahut da lanet edip oturuyor. Çünkü şirket, onların kıymetini bilmiyor. Yöneticiler, bu çalışanların farkının farkında bile olmadığı için takdir ve teşekkür dahi etmiyor. Yetkili-bilgili çalışanlar, açığını kapatmak zorunda kaldıkları vasat çalışanlarla aynı kefeye koyulmaktan şikayetçiler. Bu vasatlar şirketlerine ve yöneticilerine çok bağlı oldukları için şirket tarafından taltif de ediliyor hatta terfi ediyorlar. Ve neticede, vasat çalışanlar vasat olduklarının bazen bilincine dahi varmıyorlar. Bu da tabii, bu vasatlarla ekip halinde çalışmak ve onların da işini yapmak zorunda olanları deli ediyor.” diyor araştırma raporu.
Tabii bunun bir de ‘evrim süreci’ var:
En iyiler şirketi terk ediyor yahut performansları düşüyor; vasatlar kalıyor hatta yükseliyor.
Vasatlar çok mutlu oldukları şirketlerini eşe dosta tavsiye ederek kendileri gibi yeni vasatların istihdam edilmesine sebep olurken; performansı yüksek olan kaliteli çalışanlar tam tersi, kendi gibileri şirketten uzak tutuyorlar.
Uzun vâdede şirketin çalışan kalitesi de, performansı da, kamuoyundaki imajı da sürekli düşüyor. Bir kısır döngü şeklinde.
Tabii ki bu araştırmada sadece ‘yetkili-bilgili-kakırcılar’ söz konusu.
Kohn’un dediği gibi, bir de ayıptır söylemesi Mart kedisi misali, hem bağırıp çağırıp şikayet edip, hem de adam gibi çalışmayanlar var ki, ayrı mesele.
*
Hemen şunu ilave edeyim, bu araştırma sadece Amerika Birleşik Devletleri’ni kapsamaktadır. Hatta ilgilendirmektedir.
Ben, Serdar Devrim, 30 küsur yıllık profesyonel çalışma hayatımda gördüklerime ve yaşadıklarıma bakarak şahadet ederim ki, bizde böyle şey olmaz.
Bizim yöneticilerimiz iyiyle kötüyü, çalışanla çalışır gibi yapanı, dürüstle yalakayı, bilenle cahili ayıracak birikim, sağduyu ve kapasiteye sahiptir herhalde.
Yani, herhalde!

Not: Hürriyet İnsan Kaynakları gazetesinin yöneticisi ve yazarı olarak Türkiye’nin ‘insan malzemesi’nden şikayetimi ve geleceğe yönelik endişelerimi dile getiriyorum. Hükümet demek benzer endişelere sahipmiş ki, tedbir almak gereği duymuş. İktidar partisinin iki numarası, genel başkan yardımcısı Mehmet Ali Şahin açıkladı, “Seçmeli de olsa Kuran dersini koyduk. Çünkü insan malzememiz bozuldu.” Bu açıklama her şeyi anlatıyor zaten.

Hürriyet-İK, 28.04.2013



20 Nisan 2013 Cumartesi

Sana ne!




Fransız oyuncu ve senarist Olivier Dazat’nın bir kitabı çıktı. Adı Hier Encore.
Charles Aznavour hayranları iyi bilirler bunun anlamını, ‘daha dün...’ demektir.
Alt başlığı (muhtemelen kitabı sattırmak için) ‘Melankoli geçmişin erotizmidir’ diyor, ne demekse.
İlginç bir kitap, ama sadece bir alıntıyla yetineceğim ne yazık ki.
Daha insanî bir dünyanın, daha insanî yarınların nostaljisini yaparken - yarının nostaljisi olur mu demeyin, bal gibi olur (*) - gençlik hakkında şöyle diyor Dazat:
Artık gençlik diye bir şey yok. Gençler rollerine sahip çıkmıyorlar. Gençlik burjuvalaştı. Bugünün gençliği, dünyanın ihtiyarlığı…
*
Faşist 12 Eylül rejimi apolitik hale getirmek için; ardından gelen Özal liberalizmi ise tüketici haline getirmek için gençliği tamamen pasifize ettiler… diyeceğim ama, Türk gençliğinin Amerikan, İngiliz, Rus yahut Çin gençliğinden bir farkı yok bugün.
Artık o kadar akışkan bir dünyada yaşıyoruz ki, ‘iletişim manyağı’ haline gelen çağımızda, benzer ortamlarda yaşayan gençler birbirinin klonu haline geliyor.
Kendimle tutarlı olmak için hemen söyleyeyim:
Şimdiki gençler…’ edebiyatından nefret ederim. Böyle bir karşılaştırma bile yapılamaz. Her kuşak kendi şartlarında değerlendirilmeli.
Onun için bu söylediğimi lüften bir karşılaştırma hele hele bir eleştiri olarak almayın. (Ve tabii istisnalara da takılmayın.)
İhtiyar değil belki ama… bugünün çocukları sanki ‘büyük’ doğuyorlar.
(Bu kez de aklıma Georges Moustaki geldi: Bir şarkısında ‘Ben yorgun doğmuş bir kertenkeleyim’ der ya.)
4-5 yaş barajını aştıktan sonra artık soru sormuyorlar. Merak etmiyorlar. Bilmek, öğrenmek istemiyorlar. Bildikleri kadarıyla mutlular. Hayret etmiyorlar. Sorgulamıyorlar.
Belki de kapağı bir üniversiteye atacağım diye o kadar zorlanıyorlar ki, kampüsün kapısından girdikleri anda gevşiyorlar. Koyuveriyorlar.
Hayattan tek beklentileri sıkıntıya girmeden para kazanabilecekleri bir iş bulmak.
O da mesela gazetecilikse işe köşe yazarı ya da yazı işleri müdürü, şirketse müdür olarak başlamak şartıyla.
Ve… tüketmek.
Herkes ne tüketiyorsa, onu tüketmek. Herkes ne alıyorsa, onu almak. Herkes ne yapıyorsa, onu yapmak.
İsyan etmiyorlar. Adam gibi bir hayal bile kurmuyorlar.
Daha iyi veya daha kötü değiller, hayır, ama çok farklılar.
*
Akılları satışa çıkarmışlar, herkes kendi aklını almış’ diye bir laf vardır.
Çocukluğu, gençliği satışa çıkarsalar herhalde çok insan kendi çocukluğunu, kendi gençliğini seçerdi.
Ama, isyankâr, anarşist diye sokaklarda vurulan bir kuşak nasıl bu kadar ‘konformist’ çocuklar yetiştirdi, hayret.
Ama olsun!
Özel dershaneler mutlu, paralı okullar mutlu, sendika toplu sözleşme grev derdi olmayan işveren mutlu, mal satan mutlu, reklam veren mutlu, bankacı mutlu, politikacı mutlu.
Gençler de mutlu!
O zaman sana ne oluyor be adam!

(*) Fransa’nın Eli Acıman’ı Marcel Bleustein-Blanchet’nin 1976’da çıkan otobiyografisinin adıydı ‘Geleceğin nostaljisi’. Kana kana okumuş ve çok etkilenmiştim. Keşke o zamanki içgüdüme uyup reklamcı olsaymışım. Bu arada Antonio Tabucchi’nin ‘mümkün olanın nostaljisi’ sözünü de atlamayalım. İnsan yaşlandıkça yani kalan ömrü azaldıkça, hem maddî manevî kısıtlanıyor hem de ‘mümkün olanın ufku’ daralıyor. Dün kurabileceğiniz hayalleri bugün kuramıyorsun!

Hürriyet-İK, 21.04.2013

15 Nisan 2013 Pazartesi

Potpuri


Hürriyet İK’nın bugünkü manşeti, Zeynep Mengi’nin haberi, ‘işimizi sevmiyoruz’ diyor.
Çalışanların pek çoğu mesleğini, yaptığı işi, çalışma ortamını, iş arkadaşlarını, yöneticilerini ve patronunu sevmediği için mutsuz.
İnsanları mutsuzluğa iten alt ama temel sebeplerden biri meslek seçimi. Daha doğrusu yanlış meslek seçimi.
Çok söyledim, sıkmayayım:
Ana babaların iyi niyetli ama zararlı telkinleri; çevrenin ve genel havanın yanlış yönlendirmesi; çocukların kişiliklerinin doğru tercihler yapmalarına el verecek kadar gelişmemiş olması; dünyanın en kötü eğitim ve sınav sistemlerinden birinde ısrar eden bir ülkede yaşıyor olmamız ve sair etkenlerle, gençler istemedikleri bölümlerde okuyor, mutlu ve başarılı olamayacakları (hatta ihtiyaç olmadığı için iş dahi bulamayacakları) meslekler seçiyorlar.
Hayat, tesadüfler ve alınan küçük büyük kararların sonuçlarından ibaret ise, tesadüflere gücümüz yetmeyeceğine göre, karar almayı ve doğru tercihler yapmayı (yani aklımızı kullanmayı) öğrenmeli ve çocuklarımıza öğretmeliyiz.
*
Sosyal medya adı verilen fenomeni ‘teşhircilerle röntgencilerin buluşması’ olarak tarif etmeme kızanlar oldu.
Yeni bir teknoloji olsun (cep telefonu mesela), herhangi bir moda olsun (piercing, dövme), yeni bir alışkanlık olsun (fast-food), bir yeniliğin toplumsal fenomen haline dönüşebilmesi için, insanların bir ‘temel ihtiyacına’ dokunması şart.
Ve bu ihtiyaç ne kadar ‘derin-doğal-ilkel’ ise, yeniliğin ilgi görmesi olasılığı o kadar kuvvetli.
İnsanların derinindeki, abartılı söylüyorum elbette ama, ‘teşhirci ve röntgenci’ olmasa, ne Facebook tutardı ne Twitter… (Gelin-kaynana ve evlilik programlarını saymıyorum bile.)
İnsanevladı dedikodu yapmaya, başkalarının özelini öğrenmeye ve konuşmaya bayılır. Keza, korka korka da olsa, kendi özelini de ona buna anlatmaktan nedense zevk alır.
(Tabii bu, kimilerinin kimi konuları ‘kedi pisliğini örter gibi’ örtmesine mani değildir. Bu iki zıt tavır bal gibi birlikte görülebilir.)
Özellerini paylaşmaya şartlanmış, hatta bağımlı hale gelmiş sosyal medya kullanıcıları da bir yandan da bu bilgilerin istenmeyen ellere geçmesinden endişe ediyorlar.
Düzgün ve bilinçli kullananlar var elbet ama onların da ‘niye?’ sorusuna ‘hoşuma gidiyor’ yahut ‘niye olmasın’ dışında verebileceği bir cevap olduğunu sanmıyorum.
*
Kişisel ve özel bilgilerini paylaşmak deyince aklıma geldi...
Pittsburg’daki Carnegie Mellon Üniversitesi’nden ekonomist Alessandro Acquisti’nin öğrencileri büyük bir AVM’yi gezen tüketicilere 10 $’lık indirim kuponu dağıtmışlar. Ve önermişler: “2 $’lık indirim kuponu daha verelim, ama siz yaptığınız alışveriş bilgilerini bizimle paylaşın.” Deneklerin % 50’si alışveriş sepetlerinde ne olduğunu söylememek için 2 $’lık ek indirime hayır demişler.
Bu sırada bir başka grup öğrenci, farklı tüketicilere aynı öneriyi şu şekilde sunmuş: “Alışveriş sepetinizde ne olduğunu bize göstermeniz karşılığında buyrun size 12 $’lık indirim kuponu. Sepetimi size göstermem diyorsanız, size 12 $ yerine 10 $’lık kupon verebiliriz.” Tüketicilerin % 90’ı 2 $’dan olmamak için bilgileri vermeyi tercih etmiş.
Yani öneriyi farklı biçimde, karşısındakinin ‘yutacağı şekilde’ sunmak ve insanların ilkel güdülerini harekete geçirmek yeterli. (Burada insanlar, fazladan 2 $’dan feragat edebiliyorlar ama ‘ellerindeki’ 2 $’dan vez geçemiyorlar.)
Acquisti’nin bu ve benzeri çalışmaları ‘mahremiyetimizi konuma konusunda çıkarlarımızı gözetecek şekilde mantıklı davranmaktan uzak’ olduğumuzu gösteriyor. İnsanlar en titiz davrandıkları (davrandıklarını sandıkları) konularda bile yanlış tercih yapıyor, yanlış karar veriyor ve kolaylıkla manipüle ediliyorlar.

(Ortaya karışık diyecektim ama birbiriyle iyi kötü alakalı konular olduğu için potpuri dedim. Gençler bilmez, potpuri, farklı bestecilere ait uç uca eklenmiş hafif müzik parçaları demektir. Fransızca’da düzensiz şekilde, peşpeşe eklenmiş metinler hatta ‘tuhaf karışım’ anlamına da kullanılır.)

Hürriyet-İK, 14.04.2013

5 Nisan 2013 Cuma

Azlık günlerinin nostaljisi


Viktor’dan Hürriyet-internet’teki köşede söz etmiştim. 

Arkadaşlığın en güzel tarifi’ başlıklı bir yazıda. (*) 

Gerçek bir meloman olan Viktor, 70 yaşında keman öğrenmeye başlamış, bir-bir buçuk yıl sonra da eşli bir arkadaş toplantısında bize küçük bir konser vermişti. Ayakta alkışlamıştık. Viktor ise teşekkürlerimize, işte benim ‘arkadaşlığın en güzel tarifi’ dediğim şu sözlerle karşılık vermişti:

Ömür boyu keman çalmak istedim. Ancak 70 yaşında elime arşe alma imkanım oldu. Bir senede de ancak bu kadar öğrenebildim. Ama, üzerimde frak, böyle bir kitleye keman konseri vermeyi 70 senedir hayal ederim. Benim hatalarıma, cızırtıma, siz arkadaşlarımdan başka kim tahammül ederdi? Kim böyle güler yüzle dinler, beni cesaretlendirirdi? Bana teşekkür etmeyin! Aslında siz, hoşgörünüz ve dostluğunuzla, bana asıl siz ikramda bulundunuz bu akşam...

Böyle zarif bir insandır Viktor.

*
Nihayet Büyükada’da geçen çocukluğunu kağıda döktü. Ben de yazması için - onun ifadesiyle – cesaretlendirdim; anlattıklarının unutulmaması lazım. O İstanbul’un, o günlerin, o güzelliklerin, o güzel insanların, okumayacak da olsalar yeni nesillere aktarılması lazım.

Viktor’un dili ve üslûbu da tadına tat katıyor kitabın. 80 küsur yaşında bir İstanbullu’nun anılarını, içinde yaşatmayı başardığı o muzip, meraklı ve sevimli çocuğun dilinden okumak nefis. Hele benim için… Arada bir nesil olsa da, Ada’yı hiç bilmesem de, ilk çocukluğu Yeşilköy’de, benzer bir ortamda, benzer insanlarla geçen benim için bir nimet bu elimdeki kitap.

*
Aslında ‘yokluk günlerinin nostaljisi’ diye bir şeyler yazmayı planlamıştım. Hem kitaptan söz ederim, hem de konu İK gazetesine aykırı düşmez hesabı. Çünkü kitabın bir yerinde şöyle diyor Viktor:

Yokluklar kendini hissettiriyordu. Herhangi bir şeyi çöpe atmadan evvel, iki kere düşünmemiz gerekirdi. Erzakla gelen kese kâğıtları özenle katlanıp saklanır, kullanılmış sicim parçaları bir makaraya sarılırdı. Boş kutu, kavanoz, şişe, okunmuş gazete, her şey saklanırdı. Evlerin bir köşesi, hurda deposuna dönmüştü.

Bu satırları okurken, Viktor’un zaten kabarttığı içimi hüzün kapladı. 

Biz yokluk görmedik. Ama azlık gördük. 

Tüketmek için tüketilen dünyamızda, dostlukların bile üç günde eskidiği günümüzde, ihtiyaç olunca çekmecenin tahtakurusu tozlu dibinde aranıp bulunan fiyonk yapılmış sicimin; karşılığında plastik leğen alınan sararmış Cumhuriyet gazetelerinin; mutfaktaki tel dolabın üzerinde kuruyan yeşil sabunların; pompalı gaz ocağının; hasılı bakkal amcaya '25 kuruşa ne var?’ diye soran çocuğun özlemi düştü yüreğime.

*
Viktor (hatıralarının ilk cildi olduğunu umduğum) kitabını şöyle bitiriyor:

Ne yazık ki bugün, kentlerde doğan yeni nesil insanları, gönüllerimizde saklı kalan, nineler, dedeler, çoluk çocukla aynı soyun insanları arasında ve tek bir binanın çatısı altında doğup büyümenin ve de Ulu Yaradan’ın yarattıklarıyla iç içe yaşamanın tadını hiçbir zaman bilemeyecekler artık.

Ve diyor ki…

Bunları anlatmama ve bana o mesut günlerimi tekrar yaşatmama fırsat verenlere sonsuz teşekkürler.

Biz ona teşekkür edeceğimize…

Dedim ya, böyle zarif bir insandır Viktor.



(Viktor Albukrek - Bir Zamanlar Büyükada 1931-1961 anıları – Adalı Yayınları)


Hürriyet-İK, 7 Nisan 2013