Marek Olsberg Sendromu diye bir şey duydunuz mu?
Yorulmayın. Yok böyle bir şey, şu anda yazarken uydurdum.
Marek Olsberg kimdir biliyor musunuz?
Dünya çapında bir piyanist. 50’li yaşlarda. 7 yaşından beri
ömrü bir kentten diğerine konserler vererek geçmiş.
Olay gecesi, Berlin Filarmoni Orkestrası eşliğinde
Beethoven’ın “Hammerklavier” adıyla bilinen 29 no.lu Piyano Sonatı’nı çalarken,
birden, konserin ortasında durur, Steinway’inin kapağını yavaşça kapatır (kapak
denir inşallah!), herkesin duyabileceği gibi ‘İşte bu!’ der, yavaşça kalkar ve
çekip gider.
Orkestra şefi ne yapacağını bilemez, müzisyenler ve
dinleyiciler şaşkındır. Ve kızılca kıyamet kopar.
Bir piyanist parçayı ortasında kesip gitti diye değil.
Seyirciler arasında bulunan-bulunmayan kadınlı erkekli 12
kadar insanın hayatı, bu küçük skandal sebebiyle allak bullak olur.
Mesela Esther, konser yarıda kesildiği için erken dönünce
evde kocasını bulamaz, merak eder, e-postalarına bakar ve başka bir kadınla
ilişkisi olduğunu anlar.
Johannes konsere gidiyorum diye otelde buluştuğu eskort
kızın eski ortağının kızı olduğunu anlar. Üstelik karısı ‘Konser nasıldı?’ diye
sorunca, haberleri dinlemediği için ‘Çok güzeldi’ cevabını verir ve kaçamağı
ortaya çıkar.
İsviçreli yazar Alain Claude Sulzer Aus den fugen adlı
romanında, özetle “insanın hayatı hiçbir zaman umduğu yolu tutmaz; bazen en
büyük felaketler en büyük mutluluklardan doğar; ama bazen de büyük acılar
gerçek bir mutluluğa dönüşebilir” demek istiyor okurlarına.
*
Peki ben niye bu kitaptan söz ediyorum ve Marek Olsberg
Sendromu nereden çıktı?
Yılbaşı ufukta görününce genelde insanlar hayatlarında bazı
küçük büyük değişiklikler yapmaya karar verirler.
(Küçük diye küçümsemeyin sakın: En zor değişiklik, en küçük
değişikliktir.)
Bu sene de hiçbir şey değiştir(e)meyeceklerini bile bile.
Zaten aldıkları ‘kesin’ (!) kararları 1 değilse 5 Ocak’ta
unuturlar gider.
Ama her çalışanın gönlünde bir gün ceketini alıp / kapıyı
vurup / müdürün suratına tükürüp (çıkışın şiddeti çalışan memnuniyetine göre
değişir) gitmek hayali yatar,
En bürokratımız bu hayali emeklilik şeklinde görür.
En yatırımcımız en azından hayalinde kendi işini kurar.
En hayalperestimiz büyük ikramiyeyi görür rüyasında.
En gerçekçimiz ‘hayali bile iyi geliyor insana...’ diye
teselli bulur.
Ama her birimizin gönlünde, bir gün, bilgisayarı kapatıp
‘İşte bu!’ diye, veda bile etmeden çekip gitmek yatar.
Her sene 2 Ocak, işte bu yüzden, bilip de inanmak
istemediğimiz çaresizliğimizle, umutsuzluğumuzla yüzleşmek ve yenilgiyi
kabullenmek zorunda olduğumuz hüzünlü bir gündür.
Ama dert etmeyin, insan çok güçlü bir canlı, beyniniz çok
gerçekçi bir organdır.
3 Ocak’ta tekrar raya girer ve (aklınızın sessiz bir
köşesinde, sönmeyen, beklenmedik bir ‘makas’ umuduyla) gene yola koyulursunuz.
Lokomotifin sizi sürüklediği yere doğru.
Ki insanın hayatı hiçbir zaman umduğu yolu tutmaz...
Not-1 - Şimdi siz merak edersiniz: Marek Olsberg gece,
Berlin sokaklarında (edebiyatçıların dediği gibi) saatlerce amaçsız bir şekilde
yürüdükten sonra bir piyano-bara girer; burada karşılaştığı genç bir erkek için
piyanonun başına oturur, tabii bütün müşteriler susup onu dinler… vs. Okumak
isteyen varsa ‘gazeteci katil sendromu’ yaratmayalım.
Not-2 - Şimdi siz ‘gazeteci katil sendromu’ nedir, onu da
bilmezsiniz. 35-40 yıl kadar önce, bir arkadaşımı As Sineması’nın kapısına
bıraktım. İnerken, o zamanların klasik esprisi ‘Gazeteci katil’ deyiverdim.
Arkadaşım filmin sonunu söyledim diye benimle haftalarca konuşmadı. Oysa bir
aşk filmiydi, ne gazeteci vardı ne de cinayet.
Hürriyet-İK, 05.01.2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder