19 Haziran 2014 Perşembe

Bugün yaşasaydı, böyle söylerdi Zürdüşt :)




İnsan ne kadar yükselirse, o kadar faziletli ve alçak gönüllü olmalı.

(Hayır, politika yazmama kararım değişmedi. Günlük hayattan ve çalışma hayatından söz edeceğim.)

Halbuki, özellikle bizim gibi sosyal ve kültürel açıdan gelişemeyen toplumlarda, yükselmekle karakter arasında genellikle düz değil aksine ters korelasyon söz konusu. Üstelik bir değil, birden çok.

Bir defa genellikle yükselmenin bizde yetenekle/ bilgiyle / birikimle alakası yoktur.

Yönettiğinden daha az yetenekli / bilgili / tecrübeli yönetici çok.

Tabii bu şartlarda yükselebilmek için yeteri kadar alçak veya alçalmaya mütemayil olmakta fayda vardır.

Bu yolla yükselenler, geldikleri yeri hak ettiklerine ve doldurduklarına kendilerini inandırırlarsa, egoları şişmeye başlar. Olmayan alçak gönüllülüklerinden eser kalmaz.

Yok eğer meslekî yetenek-yeterlilik dışı sebeplerle oturtuldukları koltuğu hak etmediklerinin ve dolduramadıklarının (ve herkesin de bu gerçeği gördüğünün) farkındaysalar; bu sefer de patrona, unvana, bürolarının büyüklüğüne, koltuklarının yüksekliğine, makam araçlarının markasına sığınırlar. Daha donanımlı olan astlarının altında kalmamak ve kendilerini kabul ettirebilmek için afra tafra ve pislik yaparlar. Olmayan faziletlerinden eser kalmaz.

*

Abartıyorum, evet.

Ama söylediklerimin doğru olduğunu siz de biliyorsunuz.

*

Unvandan söz etmişken…

Pek çok yeni mezun, çalışma hayatına ‘uzman’ ya da ‘koordinatör’ olarak başlıyor.

Gazetelerde ‘köşe yazarı’, televizyonlarda ‘programcı-sunucu’ olarak işe alındıkları gibi.

Öyle şirketler, öyle servisler biliyorum ki, direktör-müdür-şef ve … ofis boydan ibaret.

‘Peki kardeşim burada işi kim yapıyor?’ diye sorasınız gelir.

Bu ‘unvan enflasyonu’nda (maaş veremedik unvan verelim diyen patronlar ve insan kaynakları kadar) ‘taytıl’ meraklısı çalışanların da kabahati büyük.

Özlük işleri şefi >> personel müdürü >> insan kaynakları direktörü >> yetenek yönetimi koordinatörü…

Ne kadar üfürük olursa olsun, bütün bu unvanlar ‘başı çeken, yöneten, idare eden’ demeye geliyor neticede.

Ama artık çalışanlar ‘idare edilecek’ bir ‘kaynak’ değil ki. (*)

Sizin göreviniz de artık ‘başı çekmek, yönetmek, idare etmek’ değil yahut bundan ibaret değil.

Ama koltuğunuzu koruyabilmek için gözünüz patrondan başkasını görmüyorsa; dünyanın, insanların, ilişki modellerinin değiştiğini nasıl göreceksiniz?

Dilinizi sadece yalakalık için (yanlışlıkla taharet için diyordum az kaldı) kullanıyorsanız; bu değişimi ve artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını patrona, yöneticilere, çalışanlara nasıl anlatacaksınız?

Aklınızı ve mesainizi sadece koltuğunuzu korumaya, fesada, onun bunun kuyusunu kazmaya, yerlerini kendinize benzeyen ‘kifayetsiz muhterisler’le doldurmaya harcıyorsanız;  çalışanlara, şirkete, patrona ne faydanız var ki?

Ama kabahatin büyüğü sizde değil, size itibar edenlerde.

Hiç biriniz farkında değilsiniz ama, sizi getireni siz götüreceksiniz. Birlikte gideceksiniz.

Belki ben görmeyeceğim ama, doğru insanları doğru yerlere getirecek doğru insanlar doğru yerlere gelecek bir gün.




Dipnot: Yukarıda saydığım unvanlara haiz olup fakat bulundukları yere hakkıyla gelmiş, bu görevi ve aldıkları maaşı hak eden, fayda üretmeye çalışan ve daha da önemlisi insan kıymeti bilen İK’cılar; çoğunluk olmasanız da, İK cüppenizi çıkarıp karşıma gelmeseniz de, size saygı duyuyorum. Ben sizi biliyorum. Siz kendinizi bilirsiniz. Sözüm kendini bilmeyenlere...

(*) Türkiye İnsan Yönetimi Derneği PERYÖN’ün yeni başkanı Sevilay Pezek Yangın, derneğin yayın organı PY’nin son sayısında yayımlanan ve “Sizce şirket çalışanı bir kaynak mı, yoksa kaynağı kullanan bir ‘insan’ mı?” sorusuyla başlayan yazısında bu söylemek istediğimi benden iyi ifade ediyor. Burcu’nun (Özçelik Sözer) bugünkü manşet haberinde de, yan sayfadaki röportajında da İK uzmanları ısrarla “insan’a değer verin!” diyorlar. Bu aynı yöndeki sözler beni çok umutlandırıyor.



Hürriyet-İK, 22.06.2015












Hiç yorum yok:

Yorum Gönder