Çalışanların çoğu (yüzde
70’i hem de) bulunduğu yere şans eseri geldiğini, aslında bunu hak etmediğini
düşünüyor ve durumun (‘sahtekârlığının’) ortaya çıkmasından korkuyormuş.
Yani aslında işlerinde başarılı, konularında yeterli oldukları halde,
kendilerine haksızlık ederek aksini düşünüyorlarmış.
Haliyle bu sendromdan
muzdarip insanlar, ortayı çıkıp ‘ben genel müdür oldum ama aslında bunu hak
etmiyorum’ demiyorlar. Korkularını gizliyorlar. Bu da insan ilişkilerine ve iş
yapış biçimlerine yansıyor(dur mutlaka).Bu sendrom kadınlarda daha yaygınmış. Tabiîdir, çünkü aile düzeni ve eğitim sistemi, Türkiye’de (ve dünyanın pek çok ülkesinde) kızların kendilerine güvenini kırmak için elinden geleni yapıyor.
*
Burcu’nun (Özçelik Sözer)
haberini okurken aklıma meşhur ‘öğrenilmiş çaresizlik’ geldi.
Bilirsiniz ama, bir
özetleyeyim izninizle.
‘Öğrenilmiş
çaresizlik’ insanlarda ve hayvanlarda gözlemlenen bir psikolojik durumdur.
Birey, yaşadığı veya
şahit olduğu (olumlu olumsuz) olaylar üzerinde denetimi olmadığını (etkisiz ve
başarısız olduğunu) tecrübeyle yaşayarak görür ve çaresizliğini /
başarısızlığını kabullenir.
Bu duruma ‘öğrenilmiş’
çaresizlik denmesinin sebebi ise, bireyin bir olayda yaşadığı başarısızlığı /
çaresizliği, belki de başarılı olabileceği farklı durumlara da genelleyerek,
denemekten bile vazgeçmesindendir.
Durun durun, çok bilinen
bir iki örnek verirsem daha iyi anlatacağım.
*
Hindistan’da evcil
filleri eğitmek için, daha yavruyken bacağından zincirle bir kütüğe
bağlarlarmış. Debelenen, kaçmaya çalışan hayvan sonunda zincirden
kurtulamayacağını anlayıp teslim olurmuş. Ancaaaak, büyüyüp de, dev gibi bir
hayvan olduğunda, rahatlıkla çekip koparabileceği halde, asla bir daha
zincirinden kurtulmaya kalkışmazmış. Çünkü kurtulamayacağına bir kere
inanmıştır.
Yani zincir artık
ayağında değil, kafasındadır. İşte buna psikolojide ‘öğrenilmiş çaresizlik’
denir.
Bir başka deneyde,
pireleri 30 cm yüksekliğinde bir cam fanusun içine koyarlar. Isıtılan zeminden
rahatsız olan hayvanlar zıplayanca tepelerinde göremedikleri cama çarpıp yere
düşer. Bunu bir kaç kere tekrarladıktan sonra, hayvanlar 30 santimden daha
yükseğe zıplamamayı öğrenir. Fanus kaldırıldıktan sonra bile artık en fazla 30
cm yükseğe zıplayacaklardır. Çünkü artık tavan, kafalarının içindedir. Bir de dehşet bir maymun deneyi vardır ki, anlatmaya yerim yok ne yazık ki. ‘Öğrenilmiş çaresizlik’in toplumsal boyutunu anlatır. Duymadıysanız internetten bulup okuyun. Müthiş eğiticidir.
*
İnsanlar, bir şeyi iki
kere, üç kere deneyip başarısız olduklarında (hele denemenin olumsuz bir de
sonucunu görmüşlerse), ‘öğrenilmiş çaresizlik’ durumuna düşer ve bu
deneyi bir daha tekrarlamazlar.
Daha da vahimi, pek
çoğu, başarısız birkaç deneyimden sonra - belli bir konuda değil, genelde - ‘başarısızlığa
mahkûm’ olduklarına inanırlar.
En iyi şartlarda hayata,
kadere teslim olur, pasif birer insana dönüşürler. Ama içlerinde ağır depresyon
ve psikolojik sorunlar yaşayanlar da çoktur.
*
Geçen haftaki yazıda,
şirketlerde projelerin, özellikle değişim projelerinin başarısızlık
sebeplerinden söz ederken
“Yönetici ve
çalışanların proje ve değişim yorgunluğu / bıkkınlığı / yılgınlığı /
yalamalığı”
diye bir özet ifade
kullandım. Aslında söylemek istediğimi ‘öğrenilmiş çaresizlik’ örneğiyle
anlatılabilirdi.
Bir büyük projenin, hele
‘değişim’ kadar iddialı bir projenin başarısı ‘insan unsuru’na
bağlıdır. Çalışanların inanmasına, katılımına ve tabii bilgi ve yeteneğine.
Bir sürü emek verilen
ama hiçbir sonuç çıkmayan; büyük bir gazla yola çıkıp arkası getirilmeyen,
hatta 6 ay sonra adı bile unutulan 3’üncü, 4’üncü, 5’inci ‘büyük değişim
projesi’nden sonra… artık insanları X’inci bir projeye inandırmak, katmak –
dolayısıyla başarılı olmak mümkün değildir.
Yönetim bunu fark edene
kadar başarısızlık kaçınılmazdır.
Peki yönetim bu gerçeği
fark ederse ne yapar dersiniz?
‘Bir dakika, bir
dakika... ben galiba bir yerlerde bir hata yapıyorum!’ diye kendini mi
sorgular?
Yoksa başarısızlığı ara yöneticilere
ve diğer çalışanlara yıkıp ‘kadroları gençleştirme’ kararı mı alır?
Sizce?
Çünkü, rahmetli gazeteci
abim Metin Toker’in “Türkiye’de Türkler yaşar. Ve Türkler de böyle
yaşar!” vecizesi konumuz için de geçerlidir.
Hürriyet-İK,
28.09.2014