26 Nisan 2015 Pazar

Tek-tipleşme tehlikesi ve sürüden ayrılan gençler


(Spencer Hodge)

Liderliğin bir ‘yaratıcılık’ olduğunu savunan Prof. Robert Sternberg (Cornell Üniv.) 3 tip zekâdan söz eder:

Analitik zekâ, okulda lazım olan, problem çözmeye yarayan ve (belirlenmiş kalıp sorulara tek cevap isteyen) klasik zekâ testleriyle ölçülmeye çalışılan zekâdır. 
Yaratıcı (sentetik) zekâ, mevcut bilgi ve yeteneklerini kullanarak, yeni ve alışılmadık durumlara başarılı cevaplar üretmeye yarayan zekâdır. Yaratıcı zekâsı yüksek olan insanlar yanlış cevaplar verebilirler, çünkü soruna farklı bir açıdan bakarlar, diyor Sternberg.

Pratik zekâ ise insana, mevcut bilgi ve yeteneklerini kullanarak günlük hayata uyum sağlama becerisi verir; belli bir durumda nasıl davranmak gerektiğini söyler. Ve böyle davranmasını sağlar. (1)
*
Meslektaşım (ve iş idaresi uzmanı) Annie Kahn, Le Monde’daki köşesinde bir ara zekâ konusundan söz ediyordu, tarihini hatırlayamadım.

ABD’de, sorunlara pratik çözümler bulan, iyi bir konuşmacı olan, duygu ve davranışları doğru tahlil eden insanlar zeki addedilir, diyordu.
Tayvan’da ise ‘düşünsel parametreler’ çok önemlidir. Keza, başkalarını ve kendini tanımak ve anlamak ve ‘akılla hareket etmek’ yani yeteneklerini ne zaman göstereceğini ve ne zaman göstermeyeceğini bilmek, ‘zeki bir insan’ olarak algılanmak için şarttır. (Araştırmacı Shi Ying Yang’ın tanımı.) (2)   

“Küreselleşmeyle birlikte, kültürlerarası algılaşım’ın (Böyle bir laf var mı bilmiyorum. Olsa da olmasa da kullandım; karşılıklı olarak birbirini algılama-tanıma-anlama manasına.) …
Küreselleşmeyle birlikte, kültürlerarası algılaşımın şirketler için büyük önem kazandığı günümüzde, insanların meselelere bakışının, tahlillerinin ve tepkilerinin farklı olabileceğini idrak ve kabul etmek çok önemli” diyordu Annie Kahn.

*
Küreselleşmenin belki de en tehlikeli sonucu şüphesiz ‘tek-tipleştirme’. (Bu arada, bu bir sonuç değil de hedefse, durum daha da vahim.)

Bu birleşik kelimeyi hem ‘üniform’, hem de ‘homojen’ hale getirme anlamında kullanıyorum.
Üniform hale getirmek için birbirine benzetmek yeterlidir. Homojen hale getirmek içinse ‘normlara uymayan’ unsurları elemek / atmak gerekir.

Tek-tipleştirmek, mesela askerlik mesleğinin fıtratında (özür dilerim) vardır.
Dışarıdan baktığınızda üniformasıyla, hal ve hareketleriyle, iki askeri (hatta savaş zamanında bir albayla bir eri) birbirinden ayırmak zordur. Bu, anlaşılabilir bir zorunluktur.

Ancak militarizmin ‘zihinleri tek-tip hale getirmek’ gibi bir sakıncası da vardır.
Dikkat edin, dâhî denilen askerlerin çoğu, normlara ve hiyerarşiye kafa tutarak farklı hareket etmeyi bilenler, yani sürüden ayrılanlardır.

*
21’nci yy’da küreselleşme, gençleri tek-tipleştiriyor. Onun için her zamankinden çok ‘sürüden ayrılan gençler’e ihtiyacımız var.

Oysa biz, aykırı olanı, herkes gibi düşünmeyeni ve davranmayanı zaten sevmeyiz.
Ve zaten küreselleşen dünyada farklılıkları el üstünde tutmayı beceremezken, bir de militarist tek-tipleştirmeden kurtulup, teokratik tek-tipleştirmenin tuzağına düşmek – ki ikincisi birincisinden daha sinsi ve kalıcıdır – çok üzücü olurdu.

(1) Bu üç tanımı Wikipedia’dan cevirmeye çalıştım.(2) Bu tanım bana babamın bir eleştirisini hatırlattı: “Sen aptal görünecek kadar akıllı değilsin.” Etrafıma bakıyorum da, pek çok tepe yönetici bunu çok iyi başarıyor.

Hürriyet-İK, 26.04.2015



19 Nisan 2015 Pazar

Hiç kimseler


Geçen hafta gripten 2 gün yorgan döşek yattım. Gözümü açabildikçe, kardeşimin 24 saat önce ‘Bunu okumamışsındır’ diye verdiği Kucaklaşmanın Kitabı’nı okudum. İki günde ancak bitirebildim. Yaşamın ya da askerî diktatörlüklerin ayırdığı insanların yeniden buluşma, kucaklaşma heyecanını anlatıyor. Zor günlerin pekiştirdiği ve kıymetini arttırdığı dostlukların, sevgilerin gücünü. Bu ayrılıkların arasında elbette ölüm de var. Ancak Güney Amerika’da ölüm doğal olduğu kadar doğaüstüdür de.
Gleano kitabının sonlarında şöyle diyordu:

Ben artık yok olduğum zaman da rüzgâr var olacak ve var olmayı hep sürdürecek.
Akşamın bir saati kitabı bitirdim, başucuma koydum, o anda bir tweet uyarısı geldi:

Uruguaylı gazeteci-yazar Eduardo Galeano öldü.
*
Kucaklaşmanın Kitabı’nda ‘hiç kimseler’den de söz ediyor Galeano. (Aslında Güney Amerikalı aydınlarla birlikte kitabına konu ettiklerinin çoğu ‘hiç kimseler’dir bu eserinde.)

Pireler, kendilerine bir köpek almanın hayalini kurarmış; ‘hiç kimseler’ de yoksulluktan kurtulmanın hayaliyle yaşarlar, diyor Galeano. Bir gün şanslarının döneceğine inanırlar; ama ne kadar dua etseler boşuna, sol avuçları da kaşınsa, güne sağ ayaklarıyla da başlasalar, yılbaşında eski süpürgelerini atıp yenisini de alsalar (demek ki böyle bir inanç varmış Güney Amerika’da) nafile, şansları asla dönmeyecektir.
*
“Olabilecekken olmayanlar.
Dil değil lehçe konuşanlar.
Din değil kör inanç sahibi olanlar.
Sanat değil süs eşyası yaratanlar.
Kültürleri değil folklorları olanlar.
İnsan değil insansal kaynak olanlar.
Yüzleri değil kolları olanlar.
Adları değil numaraları olanlar.
Dünya tarihinin sayfalarına değil yerel gazetelerin zabıta sayfasına geçenler.
Canlarını alacak kurşuna bile değmeyen hiç kimseler.”


*
Kitabın son sözleri ise şöyle:

Rüzgâr, içimde ıslık çalıyor. Çıplağım. Hiçbir şeyin, hiç kimsenin efendisi değilim, kendi inançlarımın bile. Rüzgâra karşı duran, rüzgârın çarptığı şu yüzüm ben yalnızca; yüzüme çarpan rüzgâr da benim.
*
Bizim kuşağımızı Eduardo Galeano gibi fikirleri, söylemleri ve davranışları bir, dürüst aydınlar şekillendirdi.

Hiç kimseler’in sesi olma gayretimizin, rüzgâra karşı durmamızın, rüzgâr olmamızın sebebi onlardır.
Hatta gerektiğinde rüzgâra karşı işememizin de…

(*) Can Yayınları, son basım Nisan 2014 - Nihal Yeğinobalı’nın çevirisi
 
Hürriyet-İK, 19.04.2015
 

12 Nisan 2015 Pazar

Kıvrılma beyin, dik dur!

Mevcut ve geçmiş hükümetlerin Cumhuriyet’e ihanet ederek Millî vasfını yok edip Eğitim’i özel sektöre peşkeş çekmesinin sonucu; Türkiye’de var olan eğitim sistemi (buna hâlâ ‘sistem’ denirse) eşitlik değil, eşitsizlik üretiyor. Zenginler daha iyi okullara, daha iyi bir eğitime erişiyor.  Yani zenginlikle eğitim arasında ‘doğrudan ve aynı yönde’ bir ilişki söz konusu.

Ancak, ailenin ekonomik durumunun çocuğun eğitimine etkisi bununla da kalmıyor. Nature Neuroscience dergisinde yer alan bir makale ‘ana-babanın gelir seviyesiyle çocuğun beyin kıvrımları arasında bir korelasyon olduğunu’ gösteriyor. Beyin kıvrımları da haliyle çocuğun anlama, öğrenme, düşünme kapasitesini etkiliyor.

Güney Carolina Üniversitesi’nden Elizabeth Sowell ve ekibi, yaşları 3 ila 20 arasında değişen 1.099 birey üzerinde bir çalışma yürütmüşler. Çeşitli zeka testleri uygulanan deneklerin beyin morfolojisi MR (Manyetik Rezonans) ile görüntülenmiş. Genetik testlerle etnik kökenleri incelenmiş. Ana-babalarının gelir ve varlık durumu incelenmiş.
Özet sonuç: “Ailenin geliriyle çocuğun beyin yüzölçümü arasında logaritmik bir ilişki mevcut. 

Tercümesi: Fakir ailelerde, küçük gelir farkları, çocuğun beyin yüzölçümünde görece büyük farklara sebep olurken; zengin ailelerde aynı orandaki gelir farkları, çocuğun beyin gelişiminde daha küçük farklara sebep oluyor.
Uzmanlar, gelir durumunun beyin gelişmesindeki etkisinin en çok, beynin konuşma ve ifade, okuma, karar verme ve yön bulma merkezlerinde görüldüğünü söylüyorlar.

(Dikkat: Aynı uzmanlar, bu bulgunun bir ‘determinizm’ olmadığını da vurguluyorlar. Yani ‘zengin ailenin çocuğu zeki olur; fakir ailenin çocuğu daha az zeki olur’ şeklinde bir sebep-sonuç ilişkisi söz konusu değil. Ama ailenin sosyo-ekonomik durumunun çocuğun beyin kıvrımları üzerinde bir etkisi olduğu ortada.)

Yani ekonomik eşitsizliğin çocukların üzerinde biyolojik etkisi çarpıcı.
Benzer bir çalışma yürüten bir Fransız uzman, ‘Bu eşitsizlik nasıl ortadan kaldırılabilir?’ sorusuna şöyle cevap veriyor:

“Sosyo-ekonomik durum, iki faktörü etkiliyor: Biri biyolojik, diğeri eğitimsel. Biyolojik eşitsizliği azaltmak için, fakir ailelere hamilelik, doğum ve doğum sonrası destek vermek gerekir. Sosyo-eğitimsel eşitsizliği azaltmanın yolu da okul öncesi eğitimden geçiyor. Fransa’da kreş ve anaokulu yaygın. Ama çocuklar okul öncesi eğitime eşit gelmiyorlar zaten.” (*)
*
Türkiye’de zengin-fakir ayrımı yani ekonomik eşitsizlik rekor düzeyde.

Keza eğitime erişimde eşitsizlik, yukarıdaki faktörün de etkisiyle, rekor düzeyde ve uçurum giderek büyüyor.
Buna karşılık, Batılı uzmanların ‘fakirliğin beyin gelişimine, dolayısıyla eğitime olumsuz etkisini’ ortadan kaldırmak için önerdikleri ana-çocuk sağlığı ve okul öncesi eğitim de Türkiye’de ha var ha yok. Varsa da bazı STK’ların gayretiyle var.

Bunun yerine biz, her konuda olduğu gibi, ‘Türk usulü’ yöntemler geliştiriyoruz.
Mesela, gelir uçurumunu azaltmak yerine, yeni iktidar zenginleri yaratmak gibi…

İlköğretim öğrencilerine Kuran ezberletmek; bütün liseleri imam-hatibe çevirmek; fakirler daha da çok doğursun, eğitmeyecek daha çok çocuğumuz olsun diye üçüncü, dördüncü çocuğa teşvik primi vermek gibi…
Zaten fazla beyin kıvrımı da başa bela.


(*) Hervé Morin’in haberi - Le Monde Science et Médecine, 02.04.2015

Hürriyet-İK, 12.04.2015
 
 
 
 
 

 

5 Nisan 2015 Pazar

Exit’ip gidebilmek...


Charles Aznavour’un bir şarkısı vardır, ‘Size, yaşı 20’nin altında olanların bilemeyeceği bir çağdan söz ediyorum’ diye başlar. (1)
Ben de bugün size, yaşı 50’nin altında olanların bilemeyeceği ve fakat bilmesinde (İsmet Paşa’nın dediği gibi) ‘sayılamayacak kadar çok fayda bulunan’ bir şeyden söz edeceğim.
Ders çıkaramasanız da (İlyas abinin sözleri bizim bir kulağımızdan girdi bir kulağımızdan çıktı zamamında) en azından, belki o yaşa geldiğinizde “Sahi bir zamanlar, neydi o adamın adı, Hürriyet İK’da yazardı; o bir gün dediydi de, gençtik anlamadık” diye beni anarsınız.

*
İlyas abi, nur içinde yatsın, bizi etrafına toplar “Bak oğlum, unutmayın” derdi, “Patron için iki çalışıyorsanız, bir de kendiniz için çalışın.

Bu, malı götürün, patronu soyun demek değildi. Mesainin üçte birini kendinize harcayın demek değildi. İlyas abi dünyanın en namuslu işçisiydi.
Bu “yarını düşünmeden haldır haldır çalışmayın ; bu işin bir de yaşlılığı var” demekti. Kazası var, hastalığı var, işsizliği var. Türkiye’de malum, emeklilere ölmeyecekleri kadar maaş ödenir. Engelliler ya görmezden gelinir ya da sadaka gibi destek verilir, demekti.

İlyas abinin bu uyarısını destekleyen bir gerekçe daha sayacağım size.
Unutmayın, gün gelir bir patrona, bir yöneticiye “Allah belanı versin; işin de, maaşın da senin olsun!” deyip, kapıyı vurup… gidememek, size çok koyar. (2)

Yaşınız ilerlemiştir ama çalışmak zorundasınızdır. Bu yaştan sonra iş bulmak çok zordur, imkansızdır. Yaşınız gelmişse bile, emekli maaşı size yetmeyebilir: İhtiyaçlarınız fazladır, çoluk çocuk daha kanatlanıp uçmamıştır, yaşlınız, hastanız vardır...
Yutkunup, ciğeri beş para etmez adamlara eyvallah demek zorunda kalırsınız. Dersiniz de. Ama bilin ki çok koyar.

Yaşama özgürlüğü kadar; din ve vicdan özgürlüğü, yerleşme ve seyahat özgünlüğü, fikir ve ifade özgürlüğü kadar… emin olun ‘Yeter ulan!’ deyip gitme özgürlüğü de, insanlar için, çalışanlar için bir ‘temel hak ve özgürlük’tür.
Gün gelir, bu özgürlükten mahrum kalır ve en çok da kime kızarsınız, biliyor musunuz? Kendinize!

40 yıldır haldır haldır çalışıp ‘bunun yaşlılığı da var’ diye düşünmediğiniz, kenara üç kuruş koyamadığınız, en azından (çalışmak zorunda ya da arzusundaysanız bile) bir ‘b planı’ yapmadığınız için, kendinize nafile söversiniz.
Çünkü ekonomik özgürlük olmadan, yukarıda saydığım özgürlüklerin hiçbiri olmaz; ‘çekip gidebilme özgürlüğü’ hiç olmaz.


(1) La Bohême
(2) Uzatmamak için söylemedim ama, çekip gitmeseniz bile, ilk işareti aldığınızda sesinizi yükseltebilmek, ‘Yooo, o kadar uzun boylu değil’ diyebilmek de bir özgürlüktür ve bazen gerekir. Ama bu da ‘gidebilme özgürlüğü’ne dayanır.

*
*    *
 
Exit training (çıkış/kaçış eğitimi) nedir bilir misiniz?
Mesela pilotlara verilen, denize düşen bir helikopterden çıkma eğitimi.

Yahut, kapalı ve tehlikeli bir mekandan kaçma eğitimi. (Bildiğim kadarıyla bazı yakın dövüş eğitimlerinde ‘exit training’ verirler ; bir kapalı yere girince, önce ‘gerekirse buradan nasıl çıkarım, nasıl kaçarım’ diye bak ve plan yap, derler insana).
Tekne batarsa, yahut yaşanmaz hale gelirse, hayatta kalmak için her zaman bir ‘exit plan’ınız olsun.

 
Hürriyet-İK, 05.04.2015