29 Mart 2013 Cuma

Tımarhane

Borges’in sözüdür: “Her büyük adam iki adamdır ve gerçek olan daima diğeridir” der.

Bir tımarhanede çalışıyorum kitabının yazarı Martin Wehrle ise “Hemen her şirket iki şirkettir” diyor: “Biri dışarıya gösterdiği yüzü ya da olmayı hayal ettiği hali, diğeri içeriden görünen yüzü yani gerçek hali…
*
Wehrle bir yönetim danışmanı ve yönetici koçu. Yüzlerce çalışanla bire bir sohbet ederek sorunlarını dinlemiş, görüp de görmezden gelmek zorunda kaldıklarını, söylemek isteyip de söyleyemediklerini derlemiş.
Tımarhane’ dediği şirketi özetle şöyle tanımlıyor:
Bilanço rakamlarını belki ezbere bilen, şirket dışı partnerlerle senli benli olan, vaktini sürekli önemli toplantılarda geçiren, ama şirketin iç gerçeğine gözü kulağı kapalı, iç işleyişi ve çalışanlarının sorunlarını bir ofisboy kadar dahi bilmeyen yöneticilerin elinde kalmış şirket...
Wehrle, bir şirketin ‘tımarhane’ haline geldiğini şu 4 ipucundan anlayabilirsiniz, diyor:
(1) İki yüzlülük: Şirketin resmî söylemi laftan ibarettir, icraat yoktur.
(2) Hepbanacılık (aç gözlülük): Şirket sadece ve sadece kârını düşünür.
(3) Beniçincilik (egosantrizm): Şirketin gözünde aslında ne müşterileri ne çalışanları vardır, sadece kendini düşünür.
(4) Amatörlük: Şirket yöneticileri sürekli yanlış kararlar vermekte ve yanlışta ısrar etmektedirler.
Ancak Wehrle uyarıyor:
Bir şirkete ‘tımarhane’ demek veya dememek sizin bakış açınıza bağlı. Bu ihtihar eğilimli sisteme mükemmel uyum sağlayıp çok mutlu olanlar da vardır. Aynı şirkete bakıp ‘müthiş proaktif’ demek de mümkün ‘zıvanadan çıkmış’ demek de; ‘acayip becerikli’ demek de ‘iş ahlâkı sıfır’ demek de...
Gerçekleri sizin nasıl algıladığınıza bakar!
Yapmanız gereken, “Şirketimin değer hükümleriyle, iş yapış biçimiyle mutabık mıyım?” sorusunu kendi kendinize sormak.
Hayır diyorsanız, mümkünse arkanıza bakmadan kaçın. Çünkü ya mecburiyetten veya farkında olmadan sizin karakteriniz de bozulacaktır; ya da giderek huzursuz, mutsuz ve dolayısıyla başarısız olacaksınız demektir.
Çalıştığı şirkette mutsuz olmak, insana akıl sağlığını kaybettirir.
*
Peki ya kaçıp kurtulamıyorsanız?
Patrondan başlayarak diğerlerini akıl yoluna getiremeyeceğinize göre (bakınız Eğer siz aptalsanız, Hürriyet İK, 15 Nisan 2012) şikayet edip durmayın.
Hem bir tımarhaneye hizmet edip hem tenkit etmek tutursızlığın ta kendisidir” diyor Wehrle.
En azından şikayet edip rahatlıyorum” demek de doğru değilmiş. Yazar “Her eleştiri sahibine geri döner, şuur altına yerleşir; sonunda şikayet eden de şikayet ettiklerine benzemeye başlar” diyor.
*
Çalıştığınız tımarhaneyi sürekli eleştirmenin, şikayet etmenin zararını en çok kendiniz çekersiniz.
Çünkü işe yönelmesi gereken enerjinizi bu yolla tüketirsiniz. (Ve tabii aslında iş yerine peşin bahane üretirsiniz.)
Şirketin ve yöneticilerin hatalarına, zaaflarına kafa ve çene yormak hem enerji ve vakit kaybı, hem de mutsuzluk sebebidir.
Özetle “Bu çabayı‘çalışma hayatımı ideallerimle daha uyumlu ve daha yaşanır hale nasıl getirebilirim’ sorusuna cevap aramaya ve bulduktan sonra da harekete geçmeye harcayın” diyor yazar.
Çok iyi anladığımı söyleyemem.
*
Bu satırların yazarı ise, tımarhane tanımının size çok tanıdık geldiğinden emin.
Ve Martin Wehrle’den daha açık sözlü olma iddiasında:
- Kaçabiliyorsanız kaçın, ama bu memlekette ‘akıl sağlığı yerinde’ bir şirket aramak pek de ‘akıl sağlığı işareti’ değildir.
- Kaçamıyorsanız, ortama uymayı deneyin. Onlar deliyse, siz zır deli olun. İki yüzlülük, hepbanacılık, beniçincilik, amatörlük öyle olmaz, böyle olur deyin.
- Ha bunu da mı beceremiyorsunuz? O zaman (a) yapabiliyorsanız başınızı sallayıp maaşınızı alın, şirketin gidişatı vız gelip tırıs gitsin, batarsa batsın, yapar gibi yapın emekliliğinizi bekleyin; (b) ya da (ismi lazım değil gibi) enayinin biriyseniz, maaşımı hak edeceğim, aldığımdan çok vereceğim diye namusluluğu ve dürüstlüğü marifet saymaya devam edin. Sürünün...


22 Mart 2013 Cuma

Bana kime itibar ettiğini söyle…



Babamın bir iddiası vardır:
Beni bir memlekete götür, bir köprünün üstüne çıkar, yarım saat insanların nasıl araba kullandığına bakayım, o toplum hakkında iyi kötü bir fikir sahibi olabilirim, der.
Aynı şekilde, ben de diyorum ki, medyanın kime itibar ettiğine bakarak, (medyanın ve dolayısıyla) toplumun kalitesi hakkında bir fikir sahibi olabilirsiniz.
Medya toplumun aynasıdır diye bir laf vardır. Yani toplumun gerçekçi bir fotoğrafını yansıtır.
Gelişmiş ülkelerde, aynı medya toplumun kalitesini yükseltmek gibi pedagojik bir misyona da sahiptir.
Bizde değil. Daha oraya gelmedik.
Bizde medya toplumun sadece ‘aynası’ değil ‘aynısı’ olmakta ısrarlıdır.
*
CNN Türk’te Aykırı Sorular diye bir sohbet programı var.
Salı akşamı sunucu karşısına Nihat Doğan’ı almış, “Karl Marx’ı kendinize yakın buluyor musunuz?” gibi zahir aykırı sorular soruyor; muhatabı da “Siyaset hep ideoloji tapıcıların elinde kalmış” gibi laflar ediyordu.
(Nihat Doğan’ı size tanıtmama gerek yok sanırım. Sada Sayan’ın televizyon kanallarında gezdirdiği genç sevgilisi olarak çıktığı şöhret yolculuğunda siyaset ve felsefe yorumculuğuna kadar ilerlemiş.)
Ayaklı Gazete diye bir televizyon ödülü varmış. Ömür Gedik’in sunduğu sinema programına ‘En iyi kültür sanat programı’ ödülünü vermişler.
Bu iki vesileyle çok sevindim.
Türk medyası demek ki artık gerçek kültürel değerlerimizin farkına varmaya başlamış.
Çünkü halkımızın, ve halkımızın kültür seviyesini temsil eden medyanın hokkabazdan ve madrabazdan hoşlanmak gibi kötü bir sicili vardır.
Nerede bir hokkabaz-madrabaz doktor, jeolog, inşaat mühendisi, ilahiyatçı, avukat varsa, arar bulur, cımbızla çıkarırız.
Geleneksel meslekler yetmezse, hokkabaz-madrabaz kontenjanımızı hacı-hocayla, medyumla yahut maç yorumcusuyla doldururuz.
Bunları gazetemizin vitrinine yani birinci sayfasına, kanalımızın en çok reyting alan programlarına layık görürüz.
Bunlara program sundurur, köşe açarız.
Yeniden yükselmek için önce dibe vurmak gerektiğine inanılır.
Ya dibiniz esnekse?
Yahut vurabilecek bir dibiniz bile yoksa?
*
Bunları niye söylüyorum?
Çünkü hokkabaz-madrabazperverlik şirket yönetimlerinde de yaygın.
Kimi patronlar, işleri göz boyamaktan, yapar gibi yapmaktan ibaret pek çoğuna itibar ediyorlar.
Çünkü bunların (boşuna hokkabaz demiyorum) bir işi de, eğrisine doğrusuna bakmadan, patronun her ağzından çıkana Hadisi Şerif muamelesi yapmak, ‘Aman ne güzel düşünmüşsünüz’ diye ikiye katlanmak. Patrondan çok patroncu olmak.
Tabii bu arada (boşuna madrabaz demiyorum) ‘Aaaa cambaza bak’ diye patronun cüzdanını götürmek.
Tanıdınız mı?
O zaman uzatmayalım...
Bana kime itibar ettiğini söyle, sana nasıl bir toplum olduğunu söyleyeyim.
Bana kime itibar ettiğini söyle, sana nasıl bir patron olduğunu söyleyeyim.


Hürriyet-İK, 24.03.2013

15 Mart 2013 Cuma

Bu kanaat değişmeli

Her eğitim kutsaldır, her meslek muteberdir.



Fransa en iyimser hesapla ekonomik açıdan 2 Türkiye ediyor. Eğitim ve kültür açısından herhalde 20 Türkiye eder.

65 milyon nüfuslu Fransa’da üniversiteye kayıtlı toplam öğrenci sayısı 1,4 milyon. Bunların 850 bini lisans öğrencisi; gerisi mastır ve doktora. Demek ki Fransa’da her yıl üniversiteye yazılan lise mezunu sayısı 250 bin civarında.

75 milyon nüfuslu Türkiye’de, önümüzdeki pazar yapılacak (erken kalkanın adını değiştirdiği) üniversite sınavına 1,9 milyona yakın çocuğumuz girecek. 1 milyona kadarı, açık öğretim dahil, iyi kötü (ezici bir çoğunluğu tabii ki kötü) bir yere ‘kapağı atacak’. Gerisi açıkta kalacak. Umutları yıkılacak, emekleri ve ailesinin harcadığı servet boşa gidecek.

*
Sizce, Fransa’nın 8 katı üniversite öğrencisine ihtiyacımız olabilir mi bizim?

İstatistik özürlü Türkiye’de üniversite mezunu işsiz sayısının 500 bine ulaştığı, 5 işsizden birinin üniversite diplomalı olduğu söyleniyor.

Aç kalmamak için ‘ne iş olsa yaparım’ diyerek bir iş bulabilenlerin ne kadarının eğitimini aldığı alanda çalıştığı, ne kadarının işinden, maaşından mutlu olduğu ise muamma.

Özel üniversiteleri, dershaneleri, özel ders veren hocaları, kitap-kitapçık pazarlayanları, korsanları, tarikatları ile milyarlarca dolarlık korkunç bir ‘talan ekonomisi’ haline gelen ‘b.tan seçmeli’ eğitim sistemimiz her yıl yüz binlerce ‘yetersiz eğitim almış potansiyel işsiz’ üretiyor.

Adam gibi bir mesleki eğitim alacağına, temel öğretimden öte hiçbir halta yaramayan bilgileri, onları da anlayarak öğrenerek değil, ezberleyerek ve 5 seçenekten birini işaretleyecek şekilde bellemiş; düşünemeyen, analiz edemeyen, olmayan fikriyle sözlü yazılı bir cümle kurmaktan aciz potansiyel diplomalı cahil işsizler ya da kalifiye olmayan, başarısız ve mutsuz çalışanlar üreten bir sistem. Bu sistem için üste milyarlarca dolar ve sınırsız bir emek harcıyoruz.

*

Bunun böyle olduğunu bile bile ana-babalar ve çocuklar niye illa üniversite diye yırtınıyorlar? 

Çünkü yanlış bir hava estiriliyor. Çünkü ‘üniversite bitirmeyene iş yok, kız yok’. Çünkü Necla Hanım komşusuyla, eltisiyle sidik yarışında: ‘Büşra üniversitede okuyor, Emir mühendis olacak teyzesi’ demesi lazım. Anneler babalar, ama bitirince iş bulamasın, ama üç kuruşa çalışıp sürünsün, yeter ki çocukları mühendis olsun, doktor olsun, mimar olsun, en azından bir üniversiteye kapağı atsın istiyorlar. Bunun için baskı yapıyorlar. En iyi niyetlileri ‘biz okuyamadık onlar okusun’ diye aç bilaç, çocukları istiyor diye üniversiteyi kazansın diye çırpınıyorlar.

Peki ya gençler? Onlar da yaşıtlarıyla sidik yarışında, öyle bir karizma sorunu ki, babalarına, arkadaşlarına, kızlara ‘üniversiteyi kazandım’ demek zorundalar. Zaten seçim yaparken ‘bitirince ne yaparım?’ diye akıllarına bile gelmiyor. Ya ana baba baskısıyla, ya arkadaş gazıyla, ya modaya uyarak bölüm-meslek-gelecek seçiyorlar.

Ama ne yazık ki, Türk ekonomisi her yıl, diploması olan mesleği olmayan yüz binlerce gence iş yaratamıyor.

Ve bu arada sanayici, iş adamı ‘kalifiye eleman bulamıyorum’ diye kıvranıp duruyor.

Üniversite ve üniversite mezunu sayısı artıyor. Üniversite mezunu işsiz sayısı artıyor. Ekonominin kalifiye eleman ihtiyacı artıyor.

Bu denklemde bir aptallık yok mu?

Ne yapacağız?

*
Ben, basına, televizyonlara, iş adamlarına, meslek kuruluşlarına, STK’lara… hasılı kamuoyu önderlerine çok önemli bir görev düştüğüne inanıyorum:

Esen bu yanlış havayı değiştirmek.

Sanki herkesin mutlaka en uyduruğu da olsa bir üniversite diploması alması gerekir inancını kırmak. Önemli olan gençlerin yarın adam gibi bir meslek ve bir iş sahibi olması, hayatını haysiyetiyle kazanması ve mutlu olması. Ana babalara, çocuklara bunu anlatmak.

Ve, bunun için, üniversite dışı eğitimlerin, üniversite diploması gerektirmeyen mesleklerin itibarını yükseltmek.

Meslek liselerinde, meslek okullarında okumanın başarısızlık değil, akıllılık olduğunu göstermek.

Kalfalığın-ustalığın, tesisatçılığın, kaportacılığın, bahçıvanlığın, marangozluğun; mühendislik, doktorluk, mimarlık, gazetecilik kadar itibarlı, üstelik Türkiye’nin şartlarında çok daha geçerli meslekler olduğunu topluma anlatmak.

Öyle bir hava estirmek ki ‘meslek okulunu kazandım’ demek, ‘soğuk demirci ustası olacağım’ demek fiyaka haline gelsin.

Koç çok haklı, bu gerçekten bir ‘memleket meselesi’...


Hürriyet-İT, 17.03.2013

11 Mart 2013 Pazartesi

Berlin Duvarı yıkılır ‘beton tavan’ yıkılmaz





Gazeteler, televizyonlar, radyolar; dernekler, reklamverenler ve özellikle de halkla ilişkiler şirketleri 8 Mart kadınlar gününden ‘öğğğh’ getirtmek için ne lazımsa yaptı. Haberler, yorumlar, reklamlar, cep telefonlarında tacize dönüşen sesli mesajlar, SMS’ler, e-postalar Vıcık vıcık! Daha yılbaşının ve sevgililer gününün şokunu atlamamışken, doğrusu 8 Mart Kadınlar Günü ağır geldi.
Diyeceksiniz ki iyi de, senin gazetenin bugünkü manşeti de kadınlar; haberlerin çoğu kadınlarla ilgili; sen de aynı konuda yazmışsın
Doğrudur. Ama okuyan bilir, cinsiyet ayrımcılığı ve şiddet başta, kadınlar ve kadın çalışanlarla ilgili sorunlar bizim takipçisi olduğumuz konulardır. Bugüne has değil.
*
Öğrencilik yıllarından hatırlıyorum: Fransa’da 1946 yılına kadar eşit iş için kadınlara % 10 eksik ücret öngören bir çalışma kanunu yürürlükteydi. Evet, doğru okudunuz, kadınlara otomatik % 10 daha az maaş ve ücret ödeniyormuş. Gerekçesi: Kadınlar erkeklerden bedenen daha güçsüz olduğu için daha az verimli çalışıyorlar.
Resmen cinsiyet ayrımcılığı, insanı isyan ettiren bir haksızlık, ama insanların fabrikada, inşaatta, tarlada beden gücüyle çalıştığı bir çağda kabul edilebilir değil ama anlaşılabilir bir (çarpık) mantık.
Aynı ülkede bugün, neredeyse 70 yıl sonra, hâlâ, eşit işe kadınların % 30 daha az ücret almasının ‘yanlış-çarpık’ diye eleştirilebilecek bile bir izahı olamaz.
21’inci yüzyılda gelişmiş ekonomilerde artık beden gücü gerektiren iş çok az. İnsan gücünün yerini makineler ve yeni teknolojiler aldı.
O zaman? Bugün bu ayrımcılığa ne gerekçe bulunabilir?
İşte yüksek sesle söylenmeyen, ama düşünülen bahaneler:
·     - Kadınların ‘daha az zeka’ gerektiren ‘küçük’ işlerde istihdam edilmesi.
·      - Hemşirelik gibi, sekreterlik gibi ‘care’ (ihtimam) denilen, yani ‘başkalarına yardım, başkalarının işini kolaylaştırmaya yönelik’ daha az üretken işlerde çalışmaları.
·     - Kadınların bu ve benzer işlerde daha iyi olmalarının sebebi de, zaten, bilgi, beceri, eğitim filan değil, ‘kadınlara has’ yani doğal yani ‘değersiz’ nitelikler.
·    - - Kadınların bir gün evlenme, bir gün çocuk doğurma dolayısıyla işi bırakma yahut uzun süreli ücretli-ücretsiz izin kullanma riski.
·    - Kadınların ev işleri, çocukları filan derken akıllarını yeteri kadar işlerine vermemeleri, ikide bir izin istemeleri.
Kadınlar mı zeki erkekler mi tartışmasına girmeyelim, erkekleri kızdırmayalım. ‘Care’ denilen işlere kadınların daha yatkın olduğu doğrudur. Bu sebepten kadınlara daha düşük değil, daha yüksek maaş ödemek gerekir: işlerini daha iyi yaptıkları ve daha verimli oldukları için. Evlenme, ev işleri, çocuk vs ile ilgili sorunlar doğrudur. Ama erkekler olarak, toplum olarak, memleket olarak, bir yandan (çoğu zaman mecburiyetten, yani erkeğin geliri yetmediği için) çalışıp, ev bütçesine ve ülke ekonomisine katkıda bulunurken, bir yandan da çocuğumuzu doğuran, büyüten, okutan; yemeğimizi pişiren, yatağımızı yapan, çamaşırımızı yıkayan, gömleğimizi ütüleyen 8 saat işte, 4 saat evde mesai yapan kadınlara borcumuzu, eşit işe düşük maaşla ödememizde bir tuhaflık yok mu?
Bu şirketlerin sorunu değil’ diyorlar. Belki. Ama bu, ayrımcılık ve fırsatçılık yaparak kadınların sırtından para kazanmak için bahane değil. 
Sorun toplumun ve devletin sorunu. Çalışan kadınlara, hele evli kadınlara, hele hele çalışan annelere mutlaka pozitif ayrımcılık yapılmalı.
Bu arada, bir kadın meslektaşım aynı konuyu işlediği (ve burada esinlendiğim) bir makalede, kadın yöneticilerden söz ederken, ‘Peki, mesela insan kaynakları müdürünün (ki çoğunlukla ‘kadın işi’ olarak görülüyor) mali işler müdürü yahut satış-pazarlama müdüründen daha düşük bir ücret almasının bir gerekçesi var mı?' diye soruyor ve yazısını şöyle bitiriyordu:
Cam tavan dedikleri aslında zamanla pekişen bir beton tavan. Bu betonun nasıl üretildiğini anlarsak, belki yıkmayı başarabiliriz.
Bu kafa değişmeden, Berlin Duvarı yıkılır, beton tavan yıkılmaz!

Hürriyet İK, 10.03.2013


3 Mart 2013 Pazar

Ya mutabasbıs ya ilişki yöneticisi



Kasım 2002’de, Hürriyet internette anlatmıştım. (*) 

Ankara treninin vagon-restoranında karşıma düşen bir ‘önemli bürokrat’ Adalet ve Kalkınma Partisi’ni iktidara getiren seçimlere bir hafta kala, almaya hazırlandığı pozisyonu bana “Ak Parti gelirse mutabasbıs, CHP gelirse ilişki yöneticisi oluruz” diye anlatmış ve “Sahi, bir hükümet gidip yenisi gelince, ne yapıyorsunuz? Daha doğrusu tasfiye olmamak için ne yapmak gerekiyor?” soruma şöyle cevap vermişti:

- Bak kardeşim, madem sordun, bu işin sırrını sana söyleyeyim. Dediğin gibi Ak Parti gelirse Hasan kardeşin (kendinden bahsediyor) mutabasbıs, CHP gelirse ilişki yöneticisi...
Mutabasbıs (ya da mütebasbıs) Arapça’da ‘yaltaklanan, dalkavukluk eden’ hasılı ‘yalaka’ demekmiş. Yani adam diyordu ki, eğer Ak Parti iktidar olursa, ona yalakalık ederiz, çaresiz.
İlişki yöneticisi’nin mealini ise bana bir bankacı açıklamıştı:
Banka, çalışanları nezdinde bir araştırma yapmış. Dikey ve düşey, yani ast-üst ilişkileriyle, aynı seviyedeki personelin kendi arasındaki ilişkinin nasıl olduğunu araştırmışlar. Astların üstleriyle ilişkisi % 80 oranında ‘yalakalık’ şeklindeymiş.
- Peki, diye sordum bana bunu anlatan bankacıya, herhalde raporda ‘Bankamızda ast-üst ilişkileri yalakalık üzerine oturmaktadır’ diye yazılmadı. Yalakalığın bilimsel adı neymiş? 
Söyledi: İlişki yönetimi!
*
Yukarıdaki yazıdan bugüne geçen 10 yılda, yaptığım görevin de yardımıyla, pek çok yönetimi ve yönetim değişimini izleme imkanım oldu. İtiraf edeyim ki, kurumlarda odaklanmış ‘ilişki yönetimi uzmanları’ beni hayran bıraktı.
Tepe yöneticiler çok kaba bir tasnifle ikiye ayrılır: (A) Ehliyeti olanlar ve (B) olmayanlar.
Ehliyeti olan adam gibi ‘yöneticiler’dir.
Ehliyeti olmayanlar, şu veya bu şekilde, bir kurumun, bir şirketin tepe noktalarına kadar yükselmiş, ama yönetim için lazım yetenek, bilgi ve tecrübeye sahip olmayan ‘idareciler’dir.
Bunlar da kendi içinde ikiye ayrılır. (1) Kendi eksikliğini, yetenekli, bilgili ve tecrübeli yardımcılarla telafi eden nispeten dürüst ve akıllılar ve (2) kendinden de beter ‘yönetemeyiciler’le çalışmayı tercih edenler. Ya insan seçmekten bile aciz olduklarından ya da yardımcılarının bile gölgesinde kalmaktan korktuklarından. Genelde her iki sebepten.
İşte bu B2 tipi patronların/tepe yöneticilerin çevresinde bir ‘ilişki yöneticisi’ halkası meydana gelir. Geldiği yeri ve burada tutunabilmeyi mesleki bilgisine ve becerisine değil, tepe yöneticiyle iyi ilişkisine borçlu olan bir grup. 
Patronun / CEO’nun her dediğine ‘aman efendim ne güzel düşünmüşsünüz’ diye alkış tutan; en saçma ve yanlış kararını bile asla ama asla tartışmayan; sadece onun duymaktan hoşlanacağı şeyleri söyleyen; şirket yansa, asla kendi durumunu zayıflatacak bir adım atmayan; tek işi patronun gözündeki yerini ve altındaki koltuğunu korumaktan ibaret ve bunun için yapmayacağı alçaklık olmayan... hasılı dört dörtlük ‘ilişki yöneticileri’.
Bunlar, yönetim değiştiği zaman da inanılmaz bir sürat ve manevra kabiliyetiyle, yeni patronun etrafına malum şey böceği gibi üşüşürler. Artık yeni yöneticiye göre, başarırlar veya başaramazlar. A tipi veya B1 tipi yöneticiyse şansları yoktur. Ama yeni gelen de B2 tipiyse yerlerini koruyabilirler; en azından yeni patron ‘özgün ilişki yöneticisi kadrosu’nu oluşturana kadar.
Ama her halde (kurumun veya sermayenin rengine göre) ‘tabasbusat’ veya ‘ilişki yöneticiliği’ Türkiye’de her zaman geleceği olan bir meslektir.

(*)  Hürriyet-internet, 03.11.200


Hürriyet-İK, 03.03.2013





1 Mart 2013 Cuma

Eğitim şart değilmiş!


Meherzia 53 yaşında. 27 yaşında bir süpermarkette tezgahtar olarak iş bulmuş. Ticaret lisesi mezunuyum diye yalan söylemiş. Marketin genel müdürlüğüne kadar yükselmiş. Okuması yazması olmadığını kimse fark etmemiş.
Paris’te bir büyük bankanın sermaye piyasaları departmanında çalışan 32 yaşındaki ‘trader’ Mickaël’in lacivert takım elbisesi, cart yeşil kravatı ve kahverengi ayakkabılarıyla Gordon Gekko’dan (1) farkı yok. Var aslında: Bu Mickaël okumaktan yazmaktan aciz. Ve, inanması daha da zor, uluslararası piyasalarda rakamlarla ve milyonlarca dolarla oynayan bu yatırım uzmanı, Fransa’nın en prestijli ‘business school’larından birinden mezun. Mastır derecesinde!
Pascal bir büyük oteller zincirinde müdürlüğe kadar yükselmiş. O da okuyup yazamıyor.
Batı ülkelerinde, kamu kurum ve kuruluşlarında ve şirketlerde sorumluluk mevkilerine gelmiş çok sayıda böyle cahil varmış. (2)
Doğru kelime ‘cahil’ mi, bilmiyorum. Meherzia hiç okula gitmemiş, cahil. Ama Mickaël ile Pascal, batılıların ‘functional illiteracy’ dediği sorundan muzdarip. Yani eğitim almışlar ama okuyup yazmaktan acizler. (3) Tıbbi açıklamalar beni aşar.
Resmi kurumların açtığı, eğitimsiz kadınlara, göçmenlere, hatta mavi yakalılara hitap eden okuma yazma kursları var. Şirketlerde de yöneticilerden özellikle mavi yakalılar arasında eğitime ihtiyacı olanları stajlara, formasyonlara yönlendirmeleri istenir.
Ama kimsenin aklına üst düzey yöneticimin okuması yazması var mı, diye sormak gelmez. Hiçbir yönetici de çıkıp, haliyle, ‘Ben de Ali Okuluna gitmek istiyorum’ demez.
Nasıl gizliyorlar, işlerini nasıl yapabiliyorlar, ayrı bir konu…
Bu insanların hayatı bir cehennem!
*
Resmî (yani yalan) verilere bakarsanız, Türkiye’de her 100 kişiden neredeyse 95’i okuryazar.
Yerseniz...
Gerçi, yüzde 100’ü ‘okuryazar’ olsa ne yazar? Okuryazar dediğin, yolu ilkokula düşmüş demek. Verin vatandaşın eline kağıdı kalemi, bir toplama çıkarma yap, bir mektup yaz deyin; koyun önüne bir gazeteyi, yüksek sesle okumasını isteyin. Görün bakın bu memlekette ‘okuryazar’ diye kime diyorlar.
Zaten okumayı yazmayı bilse ne yazar. Hiç okumadıktan yazmadıktan sonra!
Okuya okuya maç yorumu okuyacak, yaza yaza İddia kuponu dolduracak...
İnsanların kabahati mi? Hem evet, hem hayır. Eğitimli bir halk isteniyor mu? Tartışılır.
Peki bu durum Türkiye’ye mi has? Derecesi değişebilir, dünyanın her yerinde üç aşağı beş yukarı böyledir. Bizim gibi ülkelerde daha kötüdür, o kadar.
Asıl felaket eğitimli cahillerin durumu.
Hem Türkiye’ye milyarlarca dolara mal oluyorlar, hem de milyarlarca doları yönetiyorlar.
Ne doktorlar, ne mühendisler var, ders notu fotokopisinden gayrı hayatında bir şey okumamış. (Gazetecilerden söz etmiyorum bile.)
Şirket yöneticileri ise, farklı bir konu.
Amerika’da, Fransa’da olur da, Türkiye gibi fıtraten cahil bir memlekette olmaz mı; bizde de mutlaka ‘okuması yazması olmayan yönetici’ vardır arada kaynayan.
Ama dediğim gibi asıl sorun, yaygın eğitimli cehalet.
Millîsi yalan, b.tan seçmeli eğitim sistemimiz ‘ezberi kuvvetli cahil ordusu’ yetiştiriyor.
Uzmanlaşma da cehaleti, en azından ‘kültürsüzlüğü’ körüklüyor.
Şirketler ve patronlar, haliyle, bilgi, kültür değil, yaptığı işi iyi yapan yönetici istiyorlar.
Ama bir yere kadar...
İsterse Harvard mezunu olsun, isterse dünyanın en acar finans direktörü, en cabbar satış koordinatörü...
Bu anlamda cahilse, kültürsüzse, derinliksizse, dünya görüşü de, ufku da bir yere kadar.
Bu da o şirketin, bu da Türk ekonomisinin, bu da Türkiye’nin belli bir çizgiyi aşmasını engelliyor.
Balık baştan kokar ama, bazen ayak nerede, baş nerede, bilemezsiniz...


(1) Le Monde, 17-18 Şubat 2013
(2) Wall Street: Money Never Sleeps filminde Michael Douglas’ın canlandırdığı finans gurusu
(3) Bu durumdaki en ilginç (ve medyatik) vaka ise ‘okuma yazması olmayan lise hocası’ John Corcoran. Hem de İngilizce hocası. Öğrencilerinin taptığı bir ‘efsane’ hoca. 48 yaşında artık dayanamayıp emekli olmuş ve 2008’de yaşadıklarını bir kitapta anlatmış: The Teacher Who Couldn’t Read

Hürriyet-İK, 24.02.2013