Kaptanın
iyisi fırtınalı havada, yöneticinin iyisi kriz ortamında belli olur.
(...demiştir nasılsa gurunun biri. Kimse dememişse bu vecize bana ait.)
İşler
iyi giderken; şirket para kazanırken; patronun-CEO’nun yüzü gülerken; adam
almak, terfi ettirmek, zam yapmak, prim vermek nispeten (daima nispîdir, asla
tam değildir) kolayken, hasılı keyifler yerindeyken insanları yönetmek elbette
daha kolaydır.
Ama
rüzgar dönüp işler kötü gitmeye, patron asabileşmeye hatta paniklemeye, şirket
sıfır zamma, primleri iptale, adam çıkarmaya başladı mı, hasılı herkesin morali
bozukken, ak yönetici kara yönetici belli olur.
Ve
kriz döneminde ‘iyi’ yöneticinin öne
çıkan vasfı hangisidir, biliyor musunuz?
Acımasızlığı?
Kelle-koparıcılığı? Gider-kısıcılığı?
Hayır,
tam aksine, kriz döneminde iyi yöneticinin ‘ilişkisel’ (relationnel yani – doğru tercüme ettim mi?) vasıfları
öne çıkar, çıkmalıdır. Diyor uzmanlar.
*
Çalışanlar
böyle çalkantılı dönemlerde - elbette dümeni sıkı tutan, ama – ‘kurnaz ve siyasî’ değil, aksine ‘sadık ve koruyucu’ bir yönetici
istiyorlar.
Yani
bir çakal değil, bir sen-bernar, diyor esinlendiğim meslektaşım.
‘Sürdürülebilir yönetim
için 48 ipucu’
(diye çevirdiğim) kitabın yazarı, danışman Xavier Camby, 8 bin yöneticiyle
yaptığı araştırmanın sonucunda şöyle diyor:
“Yönetim (management) hiç bu kadar önemli
olmamıştı. Ve yönetici yetiştirme işi hiç bu kadar hafife alınmamıştı.”
Camby,
yöneticileri artık bugün farklı ve yeni yetenekler edinmesi gerektiğini
söylüyor.
Ve
bunların başında ‘ilişkisel yetenek’
geliyor. (Türk dili adına, yetersizliğinden dolayı sizden özür diliyorum. ‘Relational competence’ lafını tercüme
etmeye çalışıyorum.)
Camby,
bu yeteneğin varlığını ‘daha yöneticinin
elini sıkarken’ anlayabileceğimizi iddia ediyor:
“İyi yöneticinin insanlarla yalın bir
ilişkisi vardır. Ama asıl özelliği, insan ilişkilerinde pozitif oluşudur”
diyor. Yani insanlara pozitif gözle bakar. İnsanlara değer verir.
Tabii
ekibiyle, ekibindekilerle tek tek ilgilidir, onlara dikkatini ve zamanını
ayırır. Cesaretlendirir. Onları önemli bir iş yaptıklarına ve iyi bir ortamda
çalıştıklarına inandırır.
Bir
diğer önemli özellik, gönül cömertliği
(ki kendine güven işidir.):
İyi
yöneticinin yetkisini paylaşması gerektiği bilinir, ama bu da artık yeterli
değil. Öğretmeyi de bilmesi gerek.
‘Herkes herşeyi bilirse, benim burada ne
işim var?’ diye, ‘yerime adam
yetiştirirsem altımdan koltuğumu alır’ diye korkmamalı.
*
Yani
iyi bir yöneticinin sihirli formülü şöyle:
•
Çalışanları işlerini yapmaları için rahat bırakırken yalnız (başıboş?)
bırakmamak;
•
Kendi sorumluluklarından kaçmadan onlara güvenmek;
•
Kendi yeteneklerini ispat zorunda kalmadan, çalışanların yeteneklerini ortaya
çıkarıp değerlendirmek...
Kolay
mı? Değil. Çünkü bu zor dengeleri tutturmak için pek az yöneticide rastlanan
bir nitelik daha gerekiyor: Alçakgönüllülük!
(Oysa
bizim orta kademe yöneticilerimiz kompleksli, üst düzey yöneticilerimiz ise
egosu şişik izlenimi verirler insana.)
Bir
uzman diyor ki “Bugün, ekibinin güven ve
katılımını kazanmak için, denetleme becerisinden çok alçakgönüllülük gerekli.”
Bir
diğeri ekliyor: “Ekip çalışması,
işbirliği diye nutuklar atmak yerine, ekibiyle kendisi işbirliği yapan yönetici…”
*
Yöneticilerin
çoğu iktidarlarını ‘patronun verdiği
(yukarıdan aşağı) yetkiye’ dayandırmaya çalışırlar.
Böylesi
daha kolaydır, sadece bir kişinin gözüne girmek ve desteğini almak yeterlidir;
ama bu şekilde ekibinizi yönetip verim alamaz, başarılı olamazsınız. (Tabii
başarı-sonuç odaklı, yani işten anlayan bir patron olması kaydıyla.)
Bugün
artık yöneticiler bu ‘tepeden inme’
iktidara ihtiyaç duymamayı (reddetmeyi?) bilmeli ve ‘gerçek iktidar’ istemeliler:
Çalışanlarının onlara
olan güven ve bağlılığının verdiği (aşağıdan yukarıya) gerçek iktidar.
Bu
arada meslektaşım Pascale Sent (burada çalıntıladığım yazısında) bir güzel
örnek veriyor:
Bir
yönetim danışmanı sormuş: “Patronunuzda
en takdir ettiğiniz özellik hangisidir?”
Çalışanlar
bir ağızdan cevap vermiş: “İşimizi
yapmamıza engel olmaması.”
Hürriyet-İK, 23.02.2014