Bir genel yayın yönetmeni fena
yakalandı.
(Telefon konuşmalarının gizlice dinlenmesi ve kaydedilmesi
ve bunun yayınlanması iğrenç bir şey bu arada.)
Türkiye’de resmî savunma
yöntemi olan ‘iş üstünde bile yakalansan
inkâr et, hatta zeytinyağ gibi üste çık, bir de utanmadan mağduru oyna’
yoluna gitmedi.
Amerikan filmlerindeki ‘to plead guilty’ yöntemini seçti, yani
suçu kabul etti ve savunmasını bunun üzerine kurdu.
Ama bu noktada da Türklüğü ağır
bastı, ‘Tamam ben yaptım ama herkes
yapıyor zaten’ dedi.
(Sokakta adama ‘yolsuzluk
yapmışlar’ diyorsun ‘kim yapmıyor ki’
diyor. Suçu yaygınlaştırarak hafifletmek bizim gibi ilkel toplumlarda çok
görülür. Ama ‘bal tutan parmağını yalar’
mantığında bir atasözü kaç dilde var, bilmiyorum. Böyle bir toplumda rüşvetle,
yolsuzlukla, hırsızlıkla, arsızlıkla ne yazık ki başa çıkamazsınız.)
Beni günah keçisi yaptılar,
diyor. Bu da doğru. Ama kural budur, kim yakalanırsa suçun bedelini o öder.
Tamam bu genel yayın
yönetmeninin yaptığı, gazetecilik mesleğine ihanettir. Bağıralım, istifaya
çağıralım, ama şunu da unutmayalım:
Hiç kimse, sadece iyi bir
gazeteci olduğu için / çok zeki veya bilgili olduğu için / çok başarılı veya
becerikli olduğu için... hasılı sadece bireysel yetenek / beceri / başarısıyla
genel yayın yönetmeni olmaz. Olamaz.
Kimsenin bu meslekte sadece
gazetecilikle ‘bir yerlere’
gelemediği gibi.
*
Ama durun...
Bu olay bu yazı için sadece bir
vesile, genel yayın yönetmenliği sadece bir örnek.
Söz konusu gazeteciyi ve genel
yayın yönetmenliği makamını unutalım, konuyu ‘yönetici’ diye genelleyelim.
Mutlaka her yönetici, karakteri
veya karaktersizliğiyle, yetenekleri veya yeteneksizlikleriyle, başarıları veya
başarısızlıklarıyla, yaptığı iyi işler veya pisliklerle, belli merhalelerden
geçerek bir noktaya gelmiştir. (Gerçi
Türkiye’de paraşütle yönetici de olunuyor ama, istisnalar kaideyi bozmaz.)
Daha önce ne mal olduğu
ortadadır. Pisliğin biriyse eğer, birileri bu pisliği elinden tutup tepeye
kadar yükseltmiştir. Diğer birileri de desteklemiş, beraber hareket etmiş,
hasılı suçsa beraber suç, kabahatse beraber kabahat işlemiştir. Özetle, bu bir
‘çete suçu’dur. (Şimdi çok moda, malum.)
Bu çeteyi kim kurmuştur, beyni
kimdir, üyeleri kimlerdir diye bakmadan, yakaladığınız suçluyu ipe çekseniz ne
fayda.
Kimin, kimlerin eseridir?
Arkasında kim vardır? Suç ortakları kimlerdir? Daha önce kiminle aynı kaba
işemiştir?
Bugün onun aleyhinde tanıklık
edenler, bugün ‘as as as!’ diye
tempo tutanlarla dün ne gibi çıkar ilişkileri olmuştur?
Şirketlerdeki - ne yazık ki
yöneticilik koltuklarında giderek yaygınlaşan - pislikler için de aynı soruları
sormak gerekir.
Bu pislikleri şirketin başına
saran, bunları kullanan kimdir?
Is fecit cui protest, der
Seneca.
Suç kimin işine yarıyorsa asıl
suçlu odur.
*
Ben karikatürleştirmek için ‘suç’ ve ‘çete’ üzerinden gittim, ama aynı mantık ve muhakemeyi ‘kötü yönetim’ için de yürütmek gerekir.
Yönetici başarısız ve/veya kötü
ise, tabii daha da vahimi bir ‘pislik’
ise, o yöneticiyi o göreve getirenin, o görevde tutanın, o yöneticiyi yönetenin
hatada, kabahatte ve başarısızlıkta hiç mi payı yoktur?
Kötü yönetici patron için çok kötü bir referanstır.
*
* *
* *
Hürrem sonunda Şehzade
Mustafa’yı babasına boğdurtmayı başardı.
Tahta, ‘Sarhoş’ lakabıyla maruf Selim geçecektir.
Derler ki, bu idam ile
ipi çekilen, aslında Osmanlı İmparatorluğu’dur.
Yani dünyada ‘Muhteşem’ diye bilinen Sultan Süleyman
aslında hem hanedanın hem imparatorluğun sonunu hazırlamıştır.
Bu konu çok su kaldırır ama, şu
kadarıyla yetinelim:
Bu memleketin Süleyman’ı da, Selim’i de ve tabii Hürrem’i de
bitmez.
Hürriyet-İK, 16.02.2014
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilBu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilTürkiye'de suçlu yoktur Serdar Bey kurban vardır, mazlum vardır. O yönetici biraz zaman geçsin yakında daha iyi bir işle ödüllendirilir
YanıtlaSilHürriyet İlan