28 Mayıs 2012 Pazartesi

Salakoloji ciddi bir bilim dalıdır

Roger-Pol Droit, Le Monde des Livres'de yayımlanan 4 Mayıs tarihli 'Salakoloji dehâsı' başlıklı makalesine şöyle giriyor:
Ana kural: Salaklığı asla hafife almayın.
Ve ‘insan’ diye vurgulamayı unutmayın.
Çünkü, yumuşakçaların, salyangozun ya da çulluk kuşunun, gerçek veya yakıştırılan salaklığı, insanınki gibi korkunç sonuçlar doğurmaz.
Droit, dünyaya ve insanlığa en büyük zararı ‘aklı başında’ farz edilen ve aslında, olduğu kadar aklını dahi kullanmayı bilmeyen (ya da akıldan hiç nasibini alamamış) ve sanıldığından çok daha kalabalık olan insanların verdiğini hatırlatıyor.
*
5 Temel Salaklık Yasası
İtalyan ekonomi tarihçisi ve araştırmacı Carlo Maria Cipolla’nın (1922-2000) muhteşem, gerçekten muhteşem deneme kitabı The Basic Laws of Human Stupidity (Bildiğim kadarıyla Türkçe yayımlanmadı ama ‘Salaklığın Temel Kanunları’ diye çevrilebilirdi.) İngiltere’de yeniden basılmış ve kısa sürede 350.000 satmış da, bu sayede yeniden gündeme geldi, yoksa, 1976’dan beri unutulup gitmişti.
Cipolla, salakları ‘yazılı kuralları, liderleri veya manifestoları olmaksızın inanılmaz bir koordinasyon içinde son derece etkili bir grup’ olarak tanımlar ve ‘sanayi tröstlerinden ve mafyadan daha güçlü’ olduklarını ileri sürer.
Cipolla’nın 5 Temel Salaklık Yasası vardır:
1- Ortalıkta gezen salak sayısı, herkesçe, daima ve kaçınılmaz şekilde gerçek rakamın çok altında zannedilir.
2- Bir insanın salak olması (salakça hareket etmesi) olasılığı, o insanın diğer bütün özelliklerinden bağımsızdır.
3- Salak insan, kendisi bir çıkar elde etmeksizin, hatta kendisi de zarar görecek şekilde, başka bir insana veya bir grup insana zarar veren insandır.
4- Salak olmayan insanlar, salakların zarar verme gücünü daima küçümserler. Özellikle de, salak olmayan insanlar bir veya birçok salakla çalışmanın ve/veya ortak iş yapmanın, her yerde, her zaman ve her şartta sonuçları çok ağır bir hata olduğunu unuturlar.
5- Dünyadaki en tehlikeli insan, salak insandır.
*
Cipolla’nın 4 tip insanı
Cipolla, yukarıdaki 3. kurala dayanarak (buraları Wikipedia’dan araklıyorum, kolayıma geldi) insan davranışında 2 önemli faktörü dikkate alır:
1- Bir insanın kendi davranışları sonucu olarak elde ettiği kazanç veya uğradığı zarar
2- Bir insanın davranışları sonucunda başkalarının kazancı veya zararı
Ve bir ekonomist olarak, Cipolla x eksenine birinci faktörü, y eksesine ikinci faktörü yerleştirdiği bir tablo çizer.
Buna göre insanlar 4 ana grupta toplanırlar:
- Akıllı insanlar : Hem kendine, hem başkalarına faydası olanlar
- Aciz zavallılar : Başkalarına fayda sağlarken kendine zarar verenler
- Haydutlar : Kendine fayda sağlarken başkalarına zarar verenler
- Salaklar : Ne kendine ne başkalarına faydası olan, hatta zaman zaman kendine ve diğerlerine zarar da veren insanlar.
*
Çok vahim bir hata
Salak insanı asıl tehlikeli kılan davranışının tamamen öngörülemez (çünkü mantıksız ve saçma) oluşudur. Cipolla diyor ki:
Asıl sorun, salakların toplumda eşit şekilde dağılmış ve sayılarının sabit ve sanıldığından daima çok fazla oluşudur.
Tabii şunu da eklemek gerekir ki, salakların başkalarına verdikleri zarar, sahip oldukları güç (iktidar) oranında artmaktadır.
Toplumda eşit dağılmışlar demek, sokaktaki adamın da, bu adamı eğitenlerin de, çalıştıkları şirketi yönetenlerin de, bürokratların da, milletvekillerinin de, bakanların hatta devletleri yönetenlerin de içinde, yaklaşık aynı oranlarda ‘temsil edildikleri’ anlamına gelir.
Seçim sonuçlarından bahsederken sık sık ‘halkın sağduyusu’ filan gibi hödö hödö laflar edilir. Ancak sandığın, salaklara (Cipolla’nın ifadesiyle) “kendileri hiçbir kazanç elde etmeden bütün topluma zarar vermek için” mükemmel bir fırsat yarattığını da unutmamak gerekir.
Son söz yine Cipolla’dan: “Salak insanlarla çalışmak veya iş birliği yapmak, çok pahalı ödenen bir hatadır!

Not: Bu kitabı ekonomi öğrencisiyken okumuştum. Roger-Pol Droit’nın makalesi, şu günlerde hakkında bir şeyler okuduğum bir filozofa denk geldi. Spartalı Şilon sanki benim için söylenmiş bazı vecizelerin sahibidir: “Kendini tanı” - “Dilin aklının önüne geçmesin” - “Söylenmemesi gerekeni söylememek, boş vaktini iyi değerlendirmek ve haksızlığa tahammül etmek, bunlar çok zor şeylerdir”. Bu yaşta hâlâ kendimi tanımaya çalışıyorum ya... Ben söylemeyeyim, bir küçük bilmece sorayım, Cipolla’nın grafiğine beni siz yerleştirin: Kendime bir faydam, başkalarına bir zararım yok. Ben sizce akıllı mıyım, aciz zavallı mıyım, haydut muyum, salak mıyım? Aynı soruyu kendiniz için de sorabilirsiniz...

Hürriyet İK, 27.05.2012

20 Mayıs 2012 Pazar

Liderliğin a'sı b'si...


Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre serdar ‘başkomutan’ demekmiş.

Çağımızın ruhuna binaen bu kelimeyi bugün artık ‘lider’ diye çevirebiliriz herhalde.

Aynı sözlük, ‘lider’ kelimesini de

(1) Önder, şef

(2) Bir partinin veya bir kuruluşun en üst düzey yönetimiyle görevli kimse


diye tarif ediyor.Ne yazık ki, kelimenin ikinci anlamı, birinci anlamının yerini alırken içini de boşaltıyor.

Çünkü önderlik anlamındaki liderlik, bir partinin veya bir kuruluşun bir şekilde başına geçmenin ötesinde nitelikler ve özellikler gerektiriyor.

Önder, “Gücü, ünü ve toplumsal yeri dolayısıyla, belli zaman ve durumlar içinde, ilişkili bulunduğu küme veya toplumun tutum, davranış ve etkinliklerini değiştirip yönetme yeteneğini gösteren kimse” diye tarif ediliyor.

Oysa bir partinin, bir şirketin yahut herhangi bir kurum veya kuruluşun başına geçmek için gereken vasıf ve beceriler bu sayılanlar değil genellikle.

Zaten her ‘üst düzey yönetici’ doğal haliyle ‘lider’ olsaydı, bu kadar guruya, koça, seminere ve kitaba gerek kalmazdı.


Çünkü partilerin, şirketlerin, kurum ve kuruluşların en tepesinde, eşyanın tabiatı gereği her zaman bir yönetici oluyorsa da, bu yöneticinin lider olduğu nadirdir.

*

Bilim ve teknolojide geometrik bir gelişme yaşanıyor.

Bu değişim, insanların çalışma ve yaşam şekillerini altüst ediyor.

Eski dünya hızla ölüyor, yeni bir dünya doğuyor.

Böyle bir değişimi bir ‘yönetici’ değil ancak bir ‘lider’ yönetebilir.

Kendisi değişmeyi ve adapte olmayı başaracak; zamanın ruhunu ve değişimi doğru okuyacak; bunun yarının dünyasını nasıl değiştireceğini ve yarının dünyasına bugünden hazırlanmak ve yarının dünyasında iyi bir yer almak için bugünden neler yapılması gerektiğini öngörecek; ve (olmazsa olmaz) çevresindeki insanları da peşinden sürükleyerek, bunu başaracak...

Bugünün liderinden beklenen budur.

Kendisinin istisnai bir yönetici olması yetmez.

Liderlik’ mertebesine hak kazanmak için, birlikte çalıştığı, peşine taktığı insanların tek tek ve takım olarak potansiyelini ortaya çıkarmayı ve yüzde 100 kullan(dır)mayı da bilmesi gerekir.

Bir şirketin tepesinde olmak veya ‘önden yürümek’ tek başına bir işe yaramaz.

Tek başına yürüyor ve/veya duvara doğru gidiyor da olabilirsin.

İnsanları peşinden sürüklemek ve ‘doğru yöne’ yürümek gerekir.

Hasılı lider, istisnai bir yöneticidir.

*

Bulunduğum görev gereği küçük bir ekibi yönetiyorum ve anam babam adımı, hasbelkader, Serdar koymuş diye, kendimi öyle lider mider sanmaya kalkacak değilim elbet.

Her yöneticinin birlikte çalıştığı insanları motive etme yöntemi farklıdır.
Nasıl bir yönetici olduğum ve insanlarımı motive etmek için seçtiğim yöntemin doğruluğu elbette tartışılır.

Ama bildiğim bir şey varsa, o da çalışanları motive etmenin birinci şartının... motivasyonlarını bozmamak, çalışma şevklerini kırmamak olduğudur.

Oysa genelde bizim yöneticilerimiz rahbetli Şadi Albay’ın ‘şevk ile çalışanı zevk ile öperler’ prensibini uygularlar.

Çalışanın şevkini kırmak, şirkete ve hedeflerine bağlılığını sarsmak, soğutmak, küstürmek için ellerinden geleni yaparlar.

Çünkü genelde tepe yöneticilerimiz kendilerini ‘lider’ sansalar da kelimenin (b) anlamından öteye gidemezler; (a) anlamının yanına bile yanaşamazlar.

Ege Cansen’in izniyle son söz:

Kendini (a) sanan (b) şirket için de, çalışanlar için de büyük bir talihsizliktir.


Hürriyet İK, 20.05.2012

12 Mayıs 2012 Cumartesi

Burnunun ucunu görememek


Miyopi (miyopluk), insanın uzağı görmesini engelleyen bir göz kusuru.

The Lancet dergisinin son sayısında ilginç bir araştırma yayımlandı.


Avustralya-Canberra Üniversitesi’nden Prof. Ian Morgan ve ekibinin bir çalışması.

Miyopluk, Avrupa’da her 3 kişiden birini etkileyen bir sorun iken, (Çin, Tayvan, Güney Kore, Japonya gibi) Uzakdoğu ülkelerinin gelişmiş kentlerinde, her 100 gençten 80 hatta 90’ı miyopmuş.

Hatta bu gençlerin yüzde 10’u ileri derecede miyopmuş.

Miyopluğun kanıtsal olduğu, ana-babasından biri miyop olan çocukta riskin ikiye, hem annesi hem babası miyop olanda üçle katlandığı biliniyor.

Miyopluğun yayıldığı, Kuzey Amerika ve Avrupa gibi gelişmiş ülkelerde son yıllarda 2 katına çıktığı biliniyor.

Asya ülkelerinde (belki de sarı ırkta) bu faktörün Avrupa ve Amerika’dan yüksek olması ihtimali göz önünde tutuluyor.

Ama bu, Asyalı gençlerin maruz kaldığı vahim durumu izaha tek başına yeterli değil.

Söz konusu araştırmaya göre, miyopinin, kalıtımın yanı sıra payı giderek artan ikinci bir nedeni daha varmış:

Yeteri kadar gün ışığı görmemek!Vücudun doğal olarak ürettiği dopamin adlı kimyasal, verilerin gözden beyine iletilmesinde büyük bir rol oynuyormuş.

Ve vücudun dopamin üretmek için gün ışığına ihtiyacı varmış. (Doktorlar beni affetsin!)

Ama dopamin eksikliğinin ikinci bir etkisi daha varmış:

Detayını anlamadım ama, dopamin eksikliği, çocuğun göz yuvarlağının normalden fazla büyümesine sebep oluyormuş.

(Doğum ile 20-25 yaş arasındaki dönemde göz yuvarlağı 16 mm’den 22 mm’ye çıkarmış. Ne demekse artık. Oysa miyoplarda, göz yuvarlağı aşırı büyür, 30-32 mm’yi bulurmuş. Bu da uzağı görmeyi zorlaştırırmış.)
Özetle, genç nüfusta gözlemlenen miyopi patlamasının sebebi, tekrarlayalım, yeteri kadar gün ışığı görmemek imiş.

Bunun bir numaralı sebebi de tabii ki ‘ekran bağımlılığı’.

Küçüklerde televizyon, büyüklerde internet, Facebook, Twitter, cep telefonu vs...

Yani anneler (*) ‘Yavrum biraz kalk o ekranın karşısından, gözün bozulacak’ derken farkında olmadan bilimsel bir gerçeği söyleyip duruyorlarmış.

Tabii bu arada, görme bozukluklarının çocukların eğitim başarısını olumsuz etkilediği de biliniyor.

Prof. Morgan’ın gençlere önerisi:

Dışarı çıkın!

*

Hürriyet İK
gazetesi, insan kaynakları kadar eğitim ve gençlik konularını da işlediği için, benim bu yazımı yadırgamazsınız.

Ama yine de, adet yerini bulsun, konuyu konumuza bağlayalım ve kakıcılık şöhretimize de halel getirmeyelim.

Göz ve görme bozukluğu sadece gençlere has değil.

Türkiye’de 3 yaş üstü her 2 kişiden 1’inin gözü bozukmuş.

Göz bozukluklarının yüzde 32’si miyopi, 21’i hipermetropi, 47’si astigmatmış. (1)

Biraz karikatürleştirme riskini göze alarak şöyle diyebiliriz:

Her 100 Türkten 50’sinde görme bozukluğu varmış.

Bunların 16’sı uzağı, 10’u yakını görmüyor; 24’ü ise çarpık görüyormuş.

Aristo mantığıyla düşünürsek, Devlet ve özel sektör yöneticilerimiz de Türk olduğuna göre...

Bu oranlar onlar için de geçerli!

Burnunun ucunu görmeyen de var, uzağı görmeyen de, elmaya bakıp armut sanan da...

Bizim onlara önerimiz de aynı:

Kapanıp kaldığınız plazalardan, dar çevrenizden dışarı çıkın; gün ışığı görün biraz, dünyayı ve insanları görün...




(*) DÜNYANIN EN ZOR VE EN GÜZEL ‘MESLEĞİ’

Avrupa televizyonlarında Procter&Gamble’ın güzel bir reklamı dönüyor, sloganı Teşekkürler Anne! Londra Olimpiyat Oyunları’nın sponsoru olan P&G, şampiyon sporcuların arkasındaki kahraman anneleri konu ediyor. P&G’ye bravo! Her ne kadar ‘şampiyon annesi’ denilen kadınlardan çok korksam da (bakınız 27.06.2010 tarihli ‘Magazin Yazısı: Güzellik Kraliçesi Annesi’) reklamı sevdim. Annelerin önünde, bu kadar da olsa, eğilmek güzel. Kadınlar, sadece deterjan, sabun, kozmetik ve çocuk bezi tüketicisi değil, eli öpülesi anneler onlar... (Bu arada, ben kadın olsam, Anneler Günü için tencere, tava, ütü öneren reklamlara çok bozulurdum. Hediyeyi annemize mi alıyoruz, hizmetçimize mi?)



6 Mayıs 2012 Pazar

Dünyanın sonuna 229 gün kaldı


Yani artık öyle ona buna kakan, ciddî yazıların anlamı kalmadı!
Sevelim sevilelim...
*
Perşembe günü Hürriyet’te bir haber vardı.
Reuters, 20 ülkede 16 bin deneklik bir araştırma yaptırmış.
İnsanların yüzde 15’i ölmeden kıyameti göreceklerine inanıyormuş. Yani sonlarının kıyamet olacağına.
(Aslında burada kıyamet’i ‘büyük K’ ile yazmak gerekir. Çünkü bu insanların sözünü ettiği din kitaplarında yer alan Kıyamet.)
Hatta yüzde 10’u Mayalar’ın öngördüğü (iddia edildiği) gibi, evrendeki maceramızın bu sene, 21 Aralık Cuma günü biteceğine inanıyormuş.
(Kıyametin cumaya denk gelmesi de bir şans; herkes işini bitirmiş, borsalar da kapanmış olur...)
Kıyamet’e en çok inananlar ise (yüzde 22 yani her 5 kişiden biri) Amerikalılar ile Türkler imiş.
(Bir kerecik, iyi bir şeyde dünya şampiyonu olamayacak mıyız biz yahu!)
*
Önümüzde böyle bir ‘vâde’ olur da, insanlar bunu paraya tahvil etme fırsatını kaçırır mı!
(Kazandıkları parayı ne yapacaklarsa artık! Kefenin cebi yok. Şurada 229 günümüz kalmış...)
Tabii ki yüzlerce Kıyamet romanı ve kitabı çıkıyor piyasaya, filmler, dergi kapakları...
Amerikalılar bayılırlar böyle kendilerini korkutmaya. Benim tarzım değil.
Ama bir roman var ki, ilginç diyorlar.
Stéphanie Hochet’nin Les Ephémérides adlı romanı.
(Ephéméride tutulan günlük demektir; yahut Saatli Maarif misali sayfaları koparılan günlük takvim.)
İnsanlara dünyanın sonunun 21 Mart’ta geleceği, hazırlanacak zamanları olsun diye 3 ay öncesinden, resmen İlan ediliyor.
Ve (kitabı ilginç kılan da bu)... hiçbir şey olmuyor.
İnsanlar, 3 ay sonra yok olacaklarını bildikleri halde, bir şey olmamış gibi, alışkanlıklarını hiç değiştirmeden yaşamaya devam ediyorlar.
Romanın kahramanlarından, ağır bir hastalığı olan bir ressam bu İlan’ı ‘Adaleti sağlayan bir müjde’ gibi algılıyor: Ölüme mahkum olan artık yalnız o değildir.
Ressamın sevgilisi ‘kaygısız bir 3 ay’ geçireceği için son derece mutlu oluyor. (1)
Ve iki sevgili, bütün sınırlar ve tabular yıkıldığı için, aşklarını çılgınca yaşayabiliyorlar.
9 yaşındaki bir çocuk, bu haberi alınca resmen Mahşer’in Atlısı’na dönüşüyor, yapabileceği bütün kötülükleri yapıyor.
Annesi de, kalan kısa ömründe mutlu olsun diye, çocuğunun yakıp yıkmasına elinden geldiğince yardım ediyor... filan.
Amélie Nothamb bu kitabı çok beğenmiş, eleştirisinin dibinde şöyle bir yorum yapıyor:
“Romanda olup bitenler inanılır gibi değil. Ama ‘ne yapmak istiyor ya bu yazar’ diye aklınızdan her geçirdiğinizde, fark ediyorsunuz ki, anlattıklarının hepsini zaten yaşamaktayız bugün. Dünyanın sonunu gün be gün yaşıyoruz ve insanlar abuk sabuk projeler dışında doğru dürüst bir tepki vermiyorlar. 16. Louis tuttuğu günlüğe 14 Temmuz 1789 günü için tek kelime yazmış: Rien! (Not: Yani ‘Hiç!’. Oysa biliyorsunuz o gün Fransa’da halk Bastille hapisanesini ele geçirmiş, Fransız İhtilali başlamıştır. Fransa Kralı 16. Louis 1793’te kafası kesilerek idam edilecektir.) Biz kralla alay ediyoruz ama biz de aynı şeyi yapıyoruz.” (2)

(1) Bu satırları okurken aklınızden geçen soruyu tahmin ediyorum: 3 ay sonra dünyanın sonu gelecek diye açıklansaydı, aziz Türk milleti nasıl bir tepki verirdi? Düşünmek bile istemiyorum!
(2) Hemen söyleyeyim, ben yaşarken dünyanın sonunu göreceğine inananlardan değilim. Ama ‘bazı dünyalar’ın sonunun geldiğini ve insanların buna tıpkı yukarıdaki romanın kahramanları gibi sessiz kaldığını hayretle görüyorum. Mahşer’in Atlıları’nı da dehşetle seyrediyorum.

Not: 2003’te Hürriyet’in internet sitesinde okurlara bunu sormuş ve hiç beklemediğim bir cevap almıştım. 100 kişiden 44’ü ‘Ölümü beklemem, intihar ederdim’ demiş ve beni korkutmuştu. ‘İşimi bırakır, sevdiklerimle birlikte olurum’ diyenler yüzde 37 idi. Değer cevaplar da ilginçti: ‘Bol bol seyahat eder, dünyayı görürdüm’ yüzde 10; ‘Gıcığım olan birilerini temizlerdim’ yüzde 3; ‘Kredi kartımla bol bol harcama yapardım’ yüzde 2; ‘Çalar, çırpar, saldırır, her türlü pisliği yapardım’ diyen dürüstler yüzde 2; ‘Depresyona girer köşemde beklerdim’ ve ‘Belki sadece ben kurtulurum diye hazırlık yapardım’ diyenler ise yüzde 1.