28 Aralık 2014 Pazar

Primatlara böyle dendiğini hiç duymamıştım

Bir iş idaresi kitabından (hangisiydi bilmiyorum) kesip saklamışım:

“Düşmanla dolu bir dünyada hayatta kalabilmek için canlıların, tecrübelerinden ve özellikle de hatalarından ders çıkarması şarttır. Bu da çevredeki bazı şeylere daha çok dikkat etmeyi (yani bir takım hatıralar oluşturmayı) gerektirir. Yüzlerce senedir dersliklere ve ofislere hapsedilmiş olsa da, insan beyni aslında önce vahşi ormanlarda, sonra savanada hayatta kalmak için şartlanmıştır. Hâlâ da öyledir.”
Sciences dergisinde bu notu destekleyen bir de makale okumuştum. Primatların daha büyük bir mükafata hak kazanmak için riski göze aldığını ve hatalarından ders çıkarmayı başardığını anlatıyordu.

(Bu vesileyle öğrendim ki, primatların bir diğer bilimsel adı da ‘iri beyinli yüksek memeliler’ imiş. Bunların bir de ‘küçük beyinli alçak memeliler’ türü vardır ki, burada sık sık söz ediyorum zaten.)
Yani daha iyi bir sonuç almak için riske girmek, demek ki hata yapmayı göze almak yaşamın bir parçası.

Beynini kullanan canlılar, ilaveten, yaptıkları hatalardan ders çıkarıp, bir daha sefere daha doğru bir karar almayı da biliyorlar.
Yani içgüdüsüyle yahut beyinciğiyle yetinmeyip, beynini iyi kötü kullanan bütün canlılar (1) hata yaparlar, (2) hatalarından ders çıkarırlar, (3) böylece tecbrübe sahibi olurlar ve (4) aynı hatayı tekrarlamamayı öğrenerek (5) hayatta kalma şanslarını arttırırlar.

Zaten tabiat, canlıların hayatî bir hata yapmasına, hele aynı hatayı tekrarlamasına asla izin vermez.
Bu kadar ‘salak’ bir birey, avcılara yem olur gider. Böylece tabiat salakların üremesinin de önüne geçer.

Ders almayıp aynı hataları defalarca tekrarlama özgürlüğü (günah işleme özgürlüğü gibi) insana mahsustur.
*

Kapitalizm tabiata en yakın, bu sayede en başarılı ekonomik düzendir. (Bu, beğendiğim anlamına gelmez.)
Sistem, hatalarından ders çıkarmayan şirketleri, aslında yönetici ve patronları, affetmez.

Affetmez ama, ekonominin kendi kuralları içinde bile bu ‘salakların’ elenmesi yıllar alabilir.
Daha da kötüsü, kimi sistem dışı etkenler, kapitalizmin doğal kurallarının işlemesini engelleyerek bu ‘salakları’ korur. (Mesela açgözlülükleri yüzünden Amerikan bankacılık sistemini çökerten bankacıların kovulacaklarına primle ödüllendirilmesi gibi.) Toplum ne kadar az gelişmiş, hukuksuz ve denetimsiz ise, sistem dışı etkenler o kadar etkili (oyun bozan) olur.

Buna bir de, ‘işini iyi yapmanın bir getirisi / bir mükafatı olmayan; işini kötü yapmanın bir götürüsü / bir cezası olmayan’ Türkiye gibi ölçü özürlü bir memlekette yaşamayı eklerseniz…
bırakın hatalarından ders çıkarmayı, aynı hataları dozunu arttırarak bir daha, bir daha yapan yöneticilere tahammül etmek zorunda kalırsınız.

Üstelik, yukarıdaki ‘Serdar Kanunu’ gereği, bu ‘primatlar’ (bakınız yukarıdaki tanımı) şirketin içine ettikçe muteber olurlar, maddî manevî faturayı siz çalışanlar ödersiniz.

Hürriyet-İK, 28.12.2014 



21 Aralık 2014 Pazar

Anolis carolinensis yapar da benim vatandaşım yapamaz mı!

Bir ağaç kertenkelesi türü olan Anolis carolinensis üzerinde 20 yıldır araştırmalar yapan, Harvard'dan Yoel E. Stuart ve ekibi, geçen ay bilim dünyasını çok heyecanlandıran bir makale yayımladı.

Özetle:
Bu türden bireylerin hapsedildiği dar bir yaşam alanına, daha agresif bir rakip kertenkele türü bırakmışlar. Anolis carolinensis acımasız rekabetten kaçarak, ağaçların tepelerine ve yapraklı ince dallarına sığınmak zorunda kalmış. Ve - haber burada - 20 kuşak (10 yıl) gibi çok kısa bir sürede, ince dallara daha sıkı tutunabilecek şekilde ayaklarının değiştiği gözlemlenmiş.

Yani? Yani, evrim mutlaka milyonlarca yıllık bir süreç gerektirmiyormuş. Bazen, şartlar oluşur (veya bu araştırmadaki gibi oluşturulursa) çok hızlanabiliyormuş.
Eğer, kimi iki ayaklı canlıların evrimlerini tamamlayarak ‘insan’ haline gelmesi ve benim de bunu görmem ümidi varsa, müthiş bir haber.

Ama bizde, gariptir, evrim nedense tersine işler.
Mesela, trafiğe çıkan zarif hanımlar, erkeklere uyup öküze dönüşebilir.

Yahut, mesleğimden örnek vereyim, insan tezahüründeki  gazetecilerin ahval ve şeraite uyum sağlayacağım diye, akşamdan sabaha omurgasız yumuşakçaya dönüştüğüne şahit olmuşumdur. O kadar ki, kimileri bir ömre 5-6 evrim sığdırmayı başardılar.
Zaten Amerikalı biliminsanı Charles Darwin de aksini söylemiyor (Yoo İngiliz değildir, Amerikalı’dır. Yumurtayı keşfeden Kristof Kolomb gibi.)

Hayatta kalmayı başaranlar en bilgili, en zeki, en ahlâklı olanlar değil; uyum kabiliyeti en yüksek, en uyanık ve en ahlâksız olanlardır.
Hasılı, insanlığın geleceği parlak...


Not: Biraz şişirdiğimin ben de farkındayım, ama aşağıdan ikide bir ‘Serdal abiiy’ diye bağıran tesisatçıyla, elekrikli testere ve çekiç sesleri arasında elimden gelen budur.

Hürriyet-İK, 21.12.2014

 

 

14 Aralık 2014 Pazar

Gerçekçi olalım, imkânsızı isteyelim




Şemsiye Devrimi - Hong Kong
 
Dünyanın en liberal kapitalist ülkesini en faşist yöntemlerle yöneten Çin Komünist Partisi (ÇKP) 2004’te ülkeyi kemiren ve sosyal huzuru bozan yolsuzluk belasına savaş açmıştı. Aradan geçen 10 yılda, idam cezaları bile devleti ve hatta silahlı kuvvetleri sarsan skandalları önleyemedi. (Çok şükür bizim rüşvet ve yolsuzluk gibi bir ayıbımız yok.)

ÇKP bir diğer ulusal düşmana daha savaş ilan etmiş. Bu düşmanın adı Çince’de diaosi. Tercümesi biraz zor, en zararsız ifadeyle ‘erkek cinsel organı kılı’ anlamına geliyormuş. (Bizde de böyle kıllar var ama mevkileri farklı.)

Bu küfür, önceleri internette ve sosyal medyada ‘büyüyen ve kazanan Çin’de (kısaca Yeni Çin diyelim) kendine bir yer bulamayan, köşeyi dönemeyen, bal tutup parmağını yalayamayan, yahut bal tutanların uygun bir yerini yalayamayan ‘beceriksizleri, ezikleri, tembelleri’ aşağılamak için kullanılmış.

Ancak kızıl-trollerin kampanyası ters tepmiş. Para, zenginlik, mevki ve iktidar peşinde koşmayı, yani iktidar partisinin düzenini reddeden; köşeleri tutup ülkeyi babasının malı gibi yöneten, talan eden komünist rejim artıklarından tiksinen Çin gençliği, “Hepimiz diaosi’yiz” diye bu tanımı benimsemiş.

Böylece bir karşı-kültür oluşmuş ve diaosi benzetmesi iktidar yalakalarının ağzında küfürken bir iltifat haline gelmiş. Medya ve marketing bile bu etiketi kullanır olmuş. (Bakınız ‘Çapulcular’)

Ancak belli ki Çin Devlet Başkanı ve Çin Komünist Partisi Genel Sekreteri Şi Cinping’in mizah anlayışı çok gelişmemiş. Yandaş medyada başlatılan kampanyaya bakarsanız, bu gençliğin arkasında Çin’in artan gücünden korkan bir takım iç ve dış mihraklar vardır. Diasoi aslında bir çeşit ‘pasif direniş’ hareketidir. Hedef, mükemmel Yeni Çin modelidir vs vs. (Allah Allah?)

Bunu şunun için anlatıyorum: (1) Benzer şartlar, benzer rejimleri ve benzer politikacıları doğuruyor. Eşyanın fıtratında var yani. (2) Küreselleşen sadece finansal sermaye ile tüketim (ve buna ayak uyduran üretim) modelleri değildir. Gençlik, yaşam tarzı ve asıl hayata bakışıyla da giderek birbirine benziyor.

Ve kaderin cilvesine bakın ki, dünyanın geleceği bu çapulçularla, bilmem nere kıllarının elindedir…

*
Ara sıra toplanıp sohbet ettiğimiz bir grubumuz var. Gençler son zamanlarda kaytarır oldular. Hafif yollu sigaya çekesim oldu, ayarı yedim:

Abi artık dünya değişti, yaşam şartları sizin zamanınızdaki gibi değil. Acaba, bizi (=gençler) kendi (=ihtiyarlar) şartlarınıza uydurmaya çalışacağınıza, siz bize uymaya çalışsanız. Yani bizim katılmakta zorlandığımız bu toplantıları, yeniden ve bize göre tasarlasak?

*

Benim yıllardır anlatmak istediğim, bundan açık ifade edilemezdi.

Bırakın bizim gibi ‘baby-boom’ dinozorlarını, X kuşağı (35-50 yaş grubu) yani ana-babaları bile, artık şirketlerde yönetici konumuna, toplumda önder durumuna gelmeye hazırlanan Y kuşağını anlayamaz.

Anlayamayacağı için, gençlerin kendilerini en iyi şekilde ifade edeceği ve en verimli olacağı şartları hazırlayamaz.

Ütopya da olsa, bir kere daha öneriyorum, en azından gün gelir ‘Ben dediydim!’ derim:

Şirketlerde yönetimi Y kuşağına veremeyeceğinize göre (keşke o yürek ve o vizyon olsa da verebilseniz); yaşlarını, tercübesizliklerini filan bahane etmeden, hemen, bugün gençleri yönetime katın. Nasıl yaparsanız yapın.

Yarın yarışta hatta hayatta kalacak şirketler, bu evrimi geçirecek olanlardır.

Zaten bakın, en iyiler (sizin kalıbınıza girmek istemedikleri, sizin şirketlerinizde gelecek görmedikleri için) kendi şirketlerini, kendi ürün ve hizmetlerini, kendi iş yapış modellerini yaratıyorlar. Size rakip bile olmuyorlar. Basıp geçiyorlar. (Google’ı, Twitter’i, Facebook’u yaratan çocuklar daha sadece adını bildikleriniz…)

Hiçbir şey yapamasanız, mentor-mentee ilişkisini tersine çevirin:

Gençler sizin mentorunuz olsun.

Ve beni dinleyin, ne derlerse yapın. Başka şansınız yok!

Hürriyet-İK, 14.12.2014





 

 

 

7 Aralık 2014 Pazar

Huylu huyundan…


Bugün, Hürriyet İK’nın 1.000’inci sayısıdır diye kendimi inkâr etmemi, günübirlik ‘jantiyleşmemi’ ; hatta, daha beter, eleştirdiklerim gibi ikiyüzlüleşmemi ve sahtekârlaşmamı beklemiyorsunuz değil mi? Beklemeyin…

*
Hürriyet İK’nın 1.000’inci haftadönümünü vesilesiyle İK profesyonellerine sorduk “Bu 1.000 haftada neler değişti? 

Yapıcı-iyimser insanlar oldukları için, İK dünyasında yaşanan olumlu değişimleri anlattılar.
Ben de, yapıcı-kötümser bir insan olarak, ‘Gamlı Baykuş’ şöhretim zedelenmesin diye (bu konuda yayın yasağı getirdim, dermişim), geriye dönüp size, geçen bu zamanda asla değişmeyen ve kolay değişmeyecek konulardan bir iki sual sorayım.

*
Mesela ‘kifayetsiz muhterisler’ diye bir tanım atmıştım ortaya. İhtirası, bilgisini, becerisini ve haddini kat be kat aşanlar. Ama bunlar, kendi hallerine bıraktığınızda ne kadar dibe düşeceklerini bildikleri için, yerlerini korumak ve hatta yükselmek için yapmayacakları pislik yoktur, demiştim.  (3.11.2008)

Geçen zaman beni haksız çıkardı mı?
*

Bir ara ‘ikinci adam’dan söz etmiş, iyi yönetici iyi adamla, kötü yönetici kötü adamla çalışır, demiştim. “Birinci adamı tartmak için, daima ikinciye bakın! Üçüncüye, dördüncüye... Kimlerle çalışmayı tercih ettiğine bakın!” Ve sormuştum “Sizin birinci adamınız adam mıdır, kendine güveni tam mıdır? Yoksa 'aman gölge etmesin' diye, 'yarın bana rakip olmasın' diye, 'her şeyini bana borçlu olsun' diye 'küçük adamlarla' çalışmayı tercih eden büyük çoğunluktan mıdır?(15.11.2009)
O günden bugüne cevabınız değişti mi ?

*
Bir adım ileri gidip ‘vasatokrasi’ diye bir laf uydurmuştum. Özetle, kendine güvenmeyen, kötü yönetici; geldiği yeri asla hak etmediğini bilen, bu yüzden ‘varlığı kendisini o koltuğa oturtan ve maaşını ödeyen patronuna armağan’ kifayetsiz muhterislerle çalışır, yanında kendinden daha kalitesiz insanları toplar. Onlar da kendilerinden daha kalitesizini… Böylece o şirkette yönetici kalitesi giderek düşer ve bir ‘vasatlar kastı’ oluşur, demiştim. (26.7.2009)

İstisnalar hariç, Türkiye gene beni muhçup etmedi. Haksız mıyım?
*

Biraz daha genelleyelim isterseniz. ‘Hepimiz yolsuzuz’ diye büyük konuşmuştum: “Türkiye’de yolsuzluklarla başa çıkamazsınız, çünkü biz, toplum ve birey olarak bizatihi yolsuzuzdur. (28.6.009)
O günden bugüne bir genel, bir yerel, bir de cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldı. Türklerin yolsuzluktan, hırsızlıktan rahatsız oldukları gibi bir sonuç çıktı mı?

*
Daha yakına gelelim…Mesela elimizdeki ‘insan malzemesi’nden söz etmiş, “Bizim yöneticilerimiz iyiyle kötüyü, çalışanla çalışır gibi yapanı, dürüstle yalakayı, bilenle cahili ayıracak birikim, sağduyu ve kapasiteye sahip midir?” diye sormuştum. O tarihte Türkiye’yi yönetenler de aynı endişeleri taşıyordu. Bunu, zamanın AKP genel başkan yardımcısı Mehmet Ali Şahin dile getirmiş ve aldıkları önlemi de açıklamıştı:  İnsan malzememiz bozuldu. Onun için seçmeli de olsa Kuran dersini koyduk. (28.3.2013)

Alınan bu ve benzeri tedbirler faydalı oldu ve insan kalitemiz yükseldi mi sizce?
*

İK ile başladık İK ile bitirelim. Galiba buradaki ilk veya ikinci yazımdı, ‘Etkin bir İK istediğimizden emin miyiz?’ diye sormuştum. “Çünkü balığın baştan koktuğu ülkemizde, üst yönetim her zaman ‘böyle’ bir İK departmanı istemez. ‘En değerli kaynağımız insan kaynağı’ yönetimin nakaratıdır ama... Personel seçimini ve değerlendirmesini, kariyer yönetimini, uzmanına bırakmak her baba yiğidin işine gelmez. Çünkü Türkiye’de en kurumsal şirketler bile alaturkalıktan kolay kurtulamazlar. Niye? Türkiye’de yerleşik, Türkler’in yönettiği uluslararası şirketler kurumsallaşabiliyor da, bizimkiler niye bunu beceremiyor? Sakın kurumsallaşmayı o kadar da istemiyor olmasınlar?  Yani, keyfi yönetimin keyfinden vazgeçemiyor olmasınlar?(14.6.2009)
Patronlar bu arada beni mahçup ettiler mi? En iyi siz bilirsiniz.

*
Acele etmeyin. Ben burada olmam ama, bu sorduklarıma Hürriyet İK’nın 2.000’inci sayısında da cevap verebilirsiniz…

Hürriyet-İK, 07.12.2014


 
 
 
 

1.000 +

Hürriyet İK’nın 1.000’inci sayısını okuyorsunuz.

İK profesyonelleri ve genelde şirket yöneticileri gibi uzman bir kitlenin karşısına her Pazar, tekrar ve tekrar çıkmak, kamçılayıcı olduğu kadar cesaret isteyen bir iştir.
Ama Hürriyet İK’nin challenge’ı (Ne yazık ki karşılığı yok. Ne diyebiliriz ‘meydan okuma’ mı, ‘altından kalkması gereken zor görev’ mi, ‘kendine koyduğu çetin hedef’ mi?) bu kadarla da sınırlı değil.
Hürriyet İK bir meslek yayını değil. Bir ilan gazetesi hiç değil. Her Pazar girdiği yüz binlerce evde, yüz binlerce çalışana, memura, esnafa, tüccara, işçiye, iş arayana, ev kadınına, öğrenciye, emekliye hitap eden, onların çalışma hayatına olduğu kadar, özel hayatına da dokunan, hasılı konusu sadece ‘insan kaynakları’ değil, ‘insan’ olan bir gazete.
1.000 sayıdır (ki aralıksız 19 yıl eder) ilginize ve beğeninize mazhar olabildiğimize göre, çok da yüzümüze gözümüze bulaştırmamışız, diye umuyorum.
Türkiye’de iyi bir şey yapmak zordur. Sürdürmek ve dik durmak daha da zordur. 19 yıldır Hürriyet İK’ya emek vermiş ve vermeye devam eden meslektaşlarım adına, iltifatınıza teşekkür ederim.
Serdar Devrim
Yayın Yönetmeni

30 Kasım 2014 Pazar

Keçiboynuzu

Aylardır “Ya çok güzel bir hikayeydi, kimden dinledim, nerede okudum?” diye arıyordum. Meğer kendim yazmışım, 10 yıl önce. (*)

Mensubu olduğum millete çok kakırdığım için, hazır bu yazı da elime geçmişken, bu seferlik de bir meziyetini anlatayım namıssızın!
*
Yılmaz Erdoğan’ın filmi Vizontele’yi hatırlarsınız. Filmde 12 Eylül öncesi solcu diye Şark hizmetine gönderilmiş, yani sürülmüş, kütüphanesi olmayan bir kasabaya kütüphane müdürü diye tayin edilmiş bir memur vardı.

Köylüler bu Tanrı misafiri aileyi çok güzel ağırlıyorlar, bağırlarına basıyordu. O kadar ki, müdürün (kocasının solculuğundan çok çekmiş, söylenip duran) karısı, bir sahnede, evini açan köylü kadına teşekkür ediyordu (sözler aklımda doğru kalmamış olabilir):
- Siz olmasaydınız bilmem ki biz ne yapardık!

Köylü kadının cevabındaki tecâhül-i ârif, duruluk, güzellik beni ağlatmıştı:
- Biz olmasaydık, komşulardan biri ağırlardı sizi!

*
Yazının devamında bu sefer gerçek bir anekdot anlatmıştım:

Türkiye’de yaşayan bir İngiliz hanım. Bizim buraları iyice benimsemiş, bizden alaturka hale gelmiş; yabancı misafirleri geldi mi, Türkiye’nin güzelliklerini anlatmak üzere, rehber diye önlerine düşüyormuş.
Demek ki Güney sahillerine gidiyorlarmış, yolları Çanakkale’den geçmiş bir gün. Yeşillikler arasında bir bahçe görmüşler, bir çardak, altında iki tane uyduruk masa, üç dört kahve iskemlesi. Bizim İngiliz “Haydi şurada oturup kahvaltı edelim” demiş yabancı misafirlerine. Park etmişler, geçip oturmuşlar.

Bir köylü adamcağız gelmiş, “Hoş geldiniz, sefa getirdiniz!”
“Türkçe’ye hakim olduğumu gösterip İngilizler’e hava da atıyorum” diyor bizim İngiliz yenge anlatırken...

- Hoşbulduk, bize kahvaltı, çay da içeriz...
- Başım gözüm üstüne demiş köylü, yakındaki eve koşturmuş. Biraz sonra biraz tulum peyniri, köy ekmeği, zeytin ve bir ezik çaydanlık, çıka gelmiş.

- Yabancı misafirlerim var, demiş İngiliz yenge biraz sert; bal kaymak filan bir şey yok mu yahu?
Köylü yine koşturmuş, bu sefer teneke bir tabağın içinde biraz süzme balla gelmiş.

Artık ses etmemiş, kahvaltılarını bitirmişler, çaylarını içmişler, yola düşme vakti gelmiş.
- Hesap lütfen! demiş İngiliz yenge.

- Aman bacım, paranın lafı mı olur. Her zaman bekleriz! demiş köylü.
- Olur mu efendim, kahvaltımızı ettik, çayımızı içtik, ücreti neyse öderiz.

- Ücreti yoktur, afiyet şeker olsun, selâmetle gidin!
Birden içine bir kurt düşmüş:

- Biz oturduk ama, burası çay bahçesiydi değil mi?

- Değildir bacım, demiş köylü biraz mahçup; burası benim fakirhane bahçem. Ama ne iyi ettiniz de geldiniz, bak misafirlerimize de bir çay ikram etmiş olduk!

Bu hikayeyi bize anlatırken hâlâ gözleri doluyordu:
“Niye Türkiye’yi bırakıp evime dönemediğimi, burayı niye bu kadar sevdiğimi İngiltere’den gelen arkadaşlarıma kelimelerle ifade edemiyordum bir türlü. O Çanakkale’li köylü benim yerime herşeyi anlattı!”
*
Diyeceğim odur ki, büyük şehir hayatı adamı insanlıktan çıkarsa bile, biliyorum, o dünün köylüsü, bugünün şeeerlisinin içinde bir yerlerde o insanlık kıvılcımı hâlâ duruyor.

Duruyor, duruyor ama mübarek keçi boynuzu gibi: Bir yudum bala erişmek için bir oduna tahammül etmen gerek…

 

 

Hürriyet-İK, 30.11.2014

 

 

 

 

23 Kasım 2014 Pazar

Çalışanın Serdar Abisi cevap veriyor


Gelen yüz binlerce e-postaya tek tek cevap vermeye çalışıyorum, ama bazı konular çok sık soruluyor. Buradan cevap vereyim de bütün okurlarım, yani 40 milyon Türk çalışanı faydalansın, dedim. Gariban çalışan babası olmak kolay değil. Ha bu arada ben de bir yazı çıkarmış olurum.

* Acaba işe gidiş geliş süresi mesaiden sayılır mı?
Ne yazık ki hayır! Ne yazık ki, diyorum çünkü cevap vermek için düşünürken küçük bir hesap yaptım: Gazeteye gelip giderken günde asgarî 2 saatim trafikte geçiyor. Bazen 3-3,5 saat de oluyor ama ortalama 2 diyelim. Haftada 6 gün çalışıyorum, eder sana 12 saat. 4 haftada 48 saat. Demek ki, bu garip, 4 gün çalışmak için artı 1 gün yol yapıyor. Hem de Türk sürücülerle. Yani mesaiden sayılsa, yıpranma payı da verilse, köşe olmuştum şimdi.

* Şirket doktoruna gittim, şikayetime ‘kış deprasyonu’ teşhisi koydu. Neden olur, diye sorunca ‘Bana değil, git İK’ya sor’ diye fırça attı. Niye İK? Anlamadım.
Kış depresyonu (deprEsyon bu arada, deprAsyon değil) kimi Türk şirketlerinin çalışanlarında görülen bir kronik mevsim hastalığıdır yavrucuğum. Takvim yılının son 2 ayında depreşir. Bulimiya nevroza krizine giren yöneticiler, personel çıkarma işini eşekçe yaptıkları için çalışanların tamamını strese sokarlar. Genelde yılbaşı kazasız belasız atlatılınca, işten çıkarmalar durulur, ortalık sakinleşir.

* Serdar abi, iyi de ‘bulimiya nevroza’ ne demektir, ben daha onu bilmiyorum ki!
Sen de çok cahilmişsin be çocuğum. Bu da Türk şirketlerinde görülen bir kronik mevsim hastalığıdır. Genellikle takvim yılının son 2 ayında depreşir. Patronun köylüsüydü, müdürün şöförünün kızıydı, koordinatörün metresiydi derken, 10 ay boyunca plansız-programsız işe alım yapan şirketler, ‘Patrona Hesap Verme Günü’ yaklaşırken paniğe kapılıp zayıflama krizine girerler. Rejim yapacak vakit yoktur; artık kusmak, laksatif kullanmak, her yol mubahtır.

* Şirketler sadece bu hastalık yüzünden mi tensi…, tenki…, ııı teskinat yaparlar?
Teskinat diye bir laf yoktur, uydurma bi’defa. Hayır, tabii ki şirketler, yapısal değişiklik, yeniden yapılanma gibi dönemlerde toplu işten çıkarmalara gidebilirler. Kriz dönemlerinde de, mâliyetleri azaltmak için personel çıkarılabilir. Tabii bu hak, hukuk ve hakkaniyet (bir de mümkünse sağduyu) sınırları içinde yapılmalı, çalışanlara ‘yangında kapıya ilk koyulacaklar’ gözüyle bakılmamalı, kalanların motivasyonu sıfırlanmamalı.

* Peki abi işten çıkarma anlamında kullanılan tensîkat mı, tenkîsat mı, hangisi doğru?
Osmanlıca’da tensîkat (ka uzun okunur) “1. Düzenlemeler 2. Fazla memuru işten çıkarma”anlamlarına gelir. Tenkîsat ise “Azaltmalar, indirmeler, eksiltmeler” demektir. Hasılı, işten çıkarma (özellikle de toplu işten çıkarma) anlamında tenkîsat yanlış değilse de, tensîkat daha doğrudur. Zaten tensîkat kelimesi ‘sinkaf etme’ fiiline benzediğinden, işten atma konusunda tercih edilmektedir. (Bu arada tenkîsat ile, ‘kalın bağırsakları su vererek temizleme, yıkama’ anlamına gelen tenkıye arasındaki benzerlik de tesadüften ibarettir.)

* Serdar abi, ‘Y kuşağı’ lafındaki ‘ye’ yemekten mi geliyo?
Hayır, her ne kadar ‘Ye kuşağı’ diye okunsa da ve bunlar yeni Türkiye’de yaşayacak ve çalışacak olsalar da, bu bütün bir neslin ‘yiyici’ olacağı anlamına gelmez. Aralarında yemeyenler de çıkacaktır. Diye umuyorum…

* Bizim şirkette yemek paydosu 1 saat, ama ben 15 dakikada yiyorum. Kalan 45 dakika ne oluyor?
Deve oluyor yavrucuğum. Ama sen de onu mesai saatlerinde kaytardıklarına say. Söylettirme şimdi beni. Twitter, Facebook, Instagram, sonra internette ayakkabı sitelerinde gezinme, genç yaşına rağmen yarım saatte bir çişe gitme, günde beş altı çay kahve molası... Hem bana bak, ne zaman sorsam ‘sigaraya gitti abi’ diyorlar. Sen sigara içmiyorsun ki, ne iş?

Hürriyet-İK, 23.11.2014




 

16 Kasım 2014 Pazar

Biraz da patronlar korksun

Mutlu bir azınlık hariç, her çalışanın her an aklının bir köşesinde işini kaybetme korkusu vardır. Tehditler sayılamayacak kadar çoktur. Ve bin yıldır, rakipler arasında teknoloji de vardır. Traktör tarım işçisini, şimendifer arabacıyı, tekstil makinesi mavi yakalıyı işinden etmiştir.

Rakip sizin gibi bir insansa, iyi kötü eşit şartlarda mücadele edersiniz. Ne bileyim daha çok çalışır, üstlerinize hoş görünür, ötekini kötüler, araya hatırlı birilerini koyar falan artık ne lazımsa yaparsırız. Peki ya işinizde gözü olan süper yetenekli bir robot yahut çok gelişmiş bir bilgisayarsa?
*
Biyoteknoloji alanında çalışacak şirketlere yatırım yapan Hong Kong merkezli risk sermayesi şirketi Deep Knowledge Venture’ın (DKV) yönetim kurulunda artık bir… bilgisayar varmış (1). Yanlış anlaşılmasın, bu bilgisayar yönetim kurulu üyesi ve her üye gibi, rey hakkı var. Adı Vital (Validating Investment Tool for Advancing Life Sciences).

Vital, yatırım uzmanlarının kullandığı cinsten bir bilgisayar değil. Devasa bir veri tabanı ve inanılmaz bir analiz programı kullanarak ‘karar veriyor’ ve yatırımlar konusunda evet veya hayır diyor. Ve bu kararları verirken, gece iyi uyumamak, karısıyla kavga etmek, tuttuğu takımın yenilmesi, toplantıya girerken patronun günaydın dememesi gibi ‘insani’ duygu ve düşüncelerden da etkilenmiyor.
McKinsey Londra’dan Martin Dewhurst ve Paul Willmott’un tahmini ‘süper bilgisayarların ve yapay zekanın yöneticilerin durumunu etkileyeceği’. MIT’den Andrew McAfee ise ‘sanayi devrimine benzer bir devrim’ bekliyor. Sanayi devrimi insanların ‘fizik kapasitesi’ için ne demek idiyse, dijital teknoloji devrimi de ‘mental kapasite’ için aynı şey olacak.

*
Biz bu lafları çooook duyduk’ diyenler, bilin ki o gün yakın. Neredeyse sonsuz veri + neredeyse sınırsız analitik kapasite dünyayı (ve tabii şirketleri) allak bullak edecek.
Bir kez daha, insanların işini elinden alarak: ABD’de çalışanların yüzde 47’si işini bilgisayarlara kaptıracak diyorlar. Gelişmiş programlar 140 milyon ‘beyin işçisi’ni işinden edecek diyorlar. (2)
Bu 140 milyonun içinde tepe yöneticiler de var. (Tabii sadece ‘beyin işçisi’ sınıfına girenler.) Koltuğu Vital gibi acımasız ve duygusuz rakiplere kaptırmamak için, daha insanî bir yönetim biçimi geliştirmek, davranış zekasına sahip olmak, çalışanlarının beklenti ve duygularına özen göstermek zorundalar.

Bunu ben demiyorum hanımlar beyler, McKinsey söylüyor.


(1) Bu yazımın kaynağı : Annie Kahn, Le Monde, 2-3 Kasım 2014
(2) http://www.oxfordmartin.ox.ac.uk/downloads/academic
/The_Future_of_Employment.pdf



Hürriyet-İK, 16.11.2014








9 Kasım 2014 Pazar

'Çalışan' dediysek...

27 Mayıs öncesi, sıkıyönetim günleri. İktidar, sokağa dökülen üniversite öğrencilerinin üstüne asker gönderiyor. Ancak genç subayların gönlü gençlerden yana. Beyazıt Meydanı’nda yaşanan gerçek bir sahne. Genç teğmen, karşısına omzunda mavzer tek sıra dizilmiş erata soruyor:
- Asker, karşında kim var?
- Düşman var komutanııııım!
- Oğlum, yavrum, bak bi’ kere daha söylüyorum: Karşındaki düşman değil, kardeşin, senin kar-de-şin. Anladın mı? Kim varmış karşında?
- Düşman varmış komutanııııım!


Askerin ezberini bozmak kolay değil.
Tabii ki kimse İK’cılara ‘karşında düşman var’ demiyor, benzetmede hata olmasın. Yüz İK’cıdan doksan dokuzu çalışanları mutlu etmek ister ve mutlu çalışanlarla çalışmayı yeğler. Ama öyle şeyler duyuyoruz ki, bazen içimden kimilerine “Arkadaşlar, kraldan fazla kralcı olmayın; karşınızda düşman yok, sizin kardeşleriniz var” diyesim geliyor.

Karşındaki de senin gibi bir maaşlı çalışan. Şirketi ve patronu kandırmaya, soymaya, yolmaya ‘çalışan’ değil; üç kuruş maaş için işini haysiyetiyle yapmaya çalışan bir insan...
Elbette standartlar, prosedürler, denetimler olacak. Olması lazım. Elbette (âdil olması şartıyla) bir takım tatsız kararlar alınacak, uygulanacak.

Ama öyle “Hadi bakalım, sıkıysa şimdi de yap da görelim” edasıyla değil. Çalışanlara “Sana güvenmiyoruz, gözümüz üstünde, zaten bak biz senden daha uyanığız” gibi şevk ve onur kırıcı, verimlilik düşmanı mesajlar vererek değil. Yani hoyratlıkla değil, empatiyle...
Bi dakika, bi dakika… 100 İK’cıdan 99’u dedim diye, teflonlaşmak yok. Sizin yüzde 1’e dahil olmadığınız ne malum?

Hele bir düşünün bakalım, sütten çıkmış ak kaşık mısınız? Emin misiniz?

Hürriyet-İK, 09.11.2014



 

 

 

2 Kasım 2014 Pazar

İş ve işi yapan görünmez hale geldi


(Fotoğraf : Benoit Courti)
 
Fransa’da 2014 yılının İK kitabı olarak Pierre-Yves Gomez’in ‘Le Travail Invisible’ adlı araştırmasını ödüllendirdi.

Gomez, ekonomist, strateji profesörü ve Kurumsal Yönetim Enstitüsü’nün müdürü. Kitabının adını da ‘Görünmez iş / emek / çalışma’ şeklinde tercüme edebiliriz.

Kitapta özetle diyor ki, görevi çalışanları ve yapılan işi organize etmek, yönlendirmek olanlar, artık yapılan işi görmüyor. Tablolara, rasyolara, sonuçlara bakarak karar veriyorlar, yönetiyorlar; ama işi yapanı da, yapılan işi de, işin nasıl yapıldığını da gözleriyle görmüyorlar. (Zaten artık pek çok şirkette iş yapanlarla yönetenler aynı çatı altında bile değil.)

İnsan kaynaklarını değerlendirme durumunda olanlar (hem değer biçmek hem de değer kazandırmak anlamında değerlendirmekten) acizler, çünkü yapılan işe bilgisayar ekranından, tablolardan, PowerPoint sunumundan bakıyorlar. Değerlendirmeleri gereken kaynakların ne olduğunu, nerede olduğunu göremiyorlar. İşin nasıl yapıldığından doğru dürüst haberleri olmadığı için, yaptıkları müdahaleler, aldıkları kararlar yerinde değil.


Sonuç, 2005’ten beri gelişmiş ekonomilerde prodüktivite yerinde sayıyor.

Gomez, işin görünmez hale gelmesinde, finansallaşmanın etkisinin büyük olduğunu söylüyor. Finansallaşmış dünyamızda ekonomi artık, insanları ve süreçleri izleyerek değil, tablolara bakılarak yönetiliyor. Böyle olunca da yöneticiler ve İK, ‘yapılan işe bakarak’ değil işin ‘teknoloji prizmasından yansıyan (ve haliye deforme) görüntüsüne’ bakarak karar veriyor.

Uzaktan kumanda yönetim


Psikolojisiyle, çalışmadan beklediği tatminle, statü beklentisiyle, çalışmanın arkasındaki ‘insan’ gözden kaçırılıyor, görünmez hale geliyor. Çalışma (iş, emek) artık sadece performanstan ve verimden (sonuçtan) ibaret hale geldi. Ve tabii hem çalışanın motivasyonu ve verimliliği düştü, hem de süreç olarak yapılan işin.

Yapılan işi süreç tanımlarıyla ve normatif kurallarla belirlemeye ve denetlemeye kalkmadan evvel, işi gözlemlemek (ne iş yapılıyor, kim yapıyor, nasıl yapıyor), ondan sonra değerlendirmek ve nihayet kuralları belirlemek gerekirdi. Bugün yapılan tersidir. (Gomez’den özetliyorum.)
Mesela, tezgâhtarın ne iş yaptığını ve nasıl yaptığını gözlemlemek, sonra iş nasıl daha hızlı ve verimli, yani nasıl daha etkili yapılabilir diye düşünüp, kuralları belirlemek gerekirken… bugün sistem nasıl işliyor? Yönetim (işin nasıl yapıldığını ve nasıl yapılması gerektiğini bildiğini varsayarak) önce kuralları ve hedefleri belirliyor, sonra tezgâhtardan uygulama ve sonuç bekliyor.

Çalışanı sadece giderek katılaşan kurallarla ve sadece ölçülebilir hedeflerle ‘uzaktan yönetmeye’ kalkarsanız, çalışanın işbirliği yapmasını ve şirket projesine katımını temin edemezsiniz.
Karanlıkta kör uçuşu

Peki İK çalışmayı daha ‘görünür’ hale getirmek, daha doğrusu bu körlükten kurtulmak için ne yapmalı?

Kim, kaç saat çalıştı diye mesainin ‘saatine’ değil, kendisine – yani yapılan işe, işin nasıl yapıldığına – odaklanmalı. İnsan kaynaklarını değerlendirmenin, değer yaratmanın ilk şartı budur, diyor Gomez.
Özetle artık eski tanımıyla şirket kalmadı, koalisyon dönemi başladı. Mesela Air France’ta her uçakta aynı hareketlerin tekrarlanmasına, aynı sayıda personal bulundurulmasına, aynı hizmeti vermeye gerek yok. Çare, gerçek işi analiz ederek bulunabilir…

*
*   *
Sosyo-ekonomik (ve elbette sosyo-kültürel) açıdan Fransa’ya nazaran az gelişmiş, şirketleri kurumsallaşmasını tamamlamamış bir ülkenin bir antrenör-futbolcusu olarak, eleştiriyi bir diş arttıracağım.

Bizde patronlar dahil pek çok yönetici daha şirketin ne iş yaptığını (yani tüketicinin şirketin sattığı mal ve hizmete yüklediği anlamı, ‘neyi satın aldığını’) idrak edebilmiş değildir. (Mesela, Coca Cola’nın sadece alkolsüz içecek sattığını zanneden bir pazarlama müdürü düşünebiliyor musunuz?)
Gene pek çok yönetici, verdiği kararın hangi departmanı, yapılan hangi işi, nasıl etkileyeceğinin bilincinde değildir. Çünkü şirkette ne iş yapıldığını, işi kimin yaptığını, işin nasıl yapıldığını bile bilmez. (Mesela... Tövbeee!)
Gomez, gelişmiş ülkelerde yapılan iş ve işi yapan görünmez hale geldi derken haklı.
Bakmaktan, baksa da görmekten aciz; zati gördüğünü anlamayacak kadar yapılan işten bîhaber ve fakat bilmediğini bilmeyecek kadar haddini bilmez yöneticiler de, herhalde, az gelişmiş bireylerden müteşekkil toplumların makûs talihi.


Hürriyet-İK, 02.11.2014