22 Şubat 2015 Pazar

Kölelik neden kalktı (ya da şekil değiştirdi)

Thierry Chavant'ın çizimi:
"Köleliğin varlık sebebi kâr" - "Kârı mı ortadan kaldırmaya çalışıyorlar?" -
"Hayır sadece köleliği!" - "Ha ha ha!..."
 
8 Şubat tarihli yazıda “Ücretli çalışmanın ‘köleliğin modern şekli’ (yahut kapitalizmin köleliğe bulduğu, kamu vicdanını nispeten rahatlatıcı bir alternatif) olduğuna” inancımı ifade etmem bir takım sorulara muhatap etti beni. (Hayır, patronum bir şey demedi, burası Hürriyet gazetesi, yandaş medya değil!)

Burada ekonomi tarihi tartışacak değiliz ama, size yeni çıkan ve yukarıda söylediklerimi teyit eden bir kitaptan söz edeyim.
Paris Sosyal Bilimler Yüksek Okulu öğretim üyesi medeniyetler tarihi profesörü Caroline Oudin-Bastide ile Paris-Sorbonne sosyoloji profesörü Philippe Steiner’in kitabı Calcul et morale : Coûts de l’esclavage et valeur de l’émancipation (XVIIe-XIXe siècle) – Hesap ve ahlâk : Köleliğin maliyeti ve özgürleşmenin değeri (18-19.yy.lar) diyelim...

Fransız ekonomist (ve fizyokrat) Pierre-Samuel Dupont de Nemours 1771 yılında yayımladığı, dönem için çok yenilikçi bir makalede ‘kölenin çalışması ile gönüllü işçinin çalışmasının maliyetlerini’ karşılaştırır. Ve, o tarihte herkesin sandığının aksine, köle çalıştırmanın işverene, ücretli işçi çalıştırmaktan daha pahalıya mal olduğunu rakamlarla ispat eder.
Dönemin Jean-Baptiste Say ve Alexis de Toqueville gibi önde gelen aydınları da tartışmaya (Dupont de Nemours’un yanında) katılırlar.

Kölelik taraftarları önce ‘bu hesap tutmuyor’ diye rakamlara itiraz etmeyi denerler.
Elinde veri olmadığı için, Samuel Dupont de Nemours rakamları ‘piyasa araştırması’ yaparak belirlemiştir: Bir kölenin ortalama satış fiyatı (yazmak bile iğrenç), besleme ve bakım giderleri ve güvenlik (yani kaçmasını önleme) masrafları... Yaptığı hesaba göre bir kölenin yıllık maliyeti 420 lira (o zamanın lirası tabii), gönüllü (!) bir işçinin yıllık ücreti ise, Avrupa ortalaması, 30 liradır.

Tartışma ilerledikçe çok daha sağlıklı rakamlar yayımlanır.
Ancak, Oudin-Bastide ile Steiner tartışmanın ‘ahlâki yanını’ da inceliyorlar:

Kendisi gibi bir insanı zorla ve boğaz tokluğuna çalıştırmak için zincire vurmak, işverenin ekonomik çıkarına aykırı’ demeye getirirken, Dupont de Nemours ‘o dönemde ortaya çıkan faydacı bakış açısının yayılmasına hizmet ediyor’. Bu dönemde ahlâk ve fazilet, menfaatin gerisinde ikinci planda kalıyor: ‘Herkes çıkarının peşinden koşarsa, dünya güllük gülistanlık olur!’
Buna rağmen kimileri şu soruyu yüksek sesle sormaya cesaret edebiliyor: “Zincire vurulmaya, kırbaça alışık zenciler, çıkarlarının çalışmak olduğunu anlayabilirler mi acaba? Köleliğin uyuşturduğu, aptallaştırdığı zenciler, özgür işçiler haline gelince bir işe yararlar mı?

Bu konuda biraz okuduğunuz zaman görüyorsunuz ki...
(1) Ekonomi bilimi (bir anlamda) 18. yy sonundan başlayarak bir asır süren ‘kölelik mi-ücretli çalışma mı işverenin menfaatine?’ tartışmasıyla bir bilim haline gelmiştir;

(2) İnsan oğlu her dönemde iğrençtir, çıkarı için yapmayacağı alçaklık yoktur.
(3) Batı  ülkelerinin zenginliğinde köleliğin payı büyüktür.

(4) Köleliğin Batı Avrupa’nın bir çok ülkesinde 18.yy’ın sonlarında kaldırılmasında (en azından kölelik karşıtı bir kamuoyu oluşmasında) ahlâkî endişelerden önce, burjuvazinin ekonomik çıkarları ön plandadır.
(5) Aksi olsaydı, yani kölelik ücretli işçilikten daha ucuza gelseydi, muhtemelen şimdi Serdar kulunuz bu satırları ayağında halka, sırtında kamçıyla yazıyordu. (Şimdi sadece Hürriyet İK editörü Burcu’nun korkusundan yazıyor.)

 

Hürriye-İK, 22.02.2015




 

 

 
 



 

 

 

15 Şubat 2015 Pazar

Martılar ve kargalar


 
Kar, bora, fırtına. Her yer bembeyaz. Okullar tatil. Çok insan işe gitmediği için arayan soran, taciz eden az. Ortalık sessiz. Dışarısı soğuk, içerisi sıcak. Tam uyku modu…


Diyeceğim şu ki, böyle bir ortamda, yok özlük haklarıydı, yok şirket içi eğitimdi, kriz bahanesiyle çalışanların gasp edilen maaşlarıydı (bu sene çalışanların çoğu enflasyona kaptırdıkları gelirlerini dahî telafi edemediler; değil iyileştirme, kriz bahanesiyle düzeltme bile yapılmadı)… insanın canı hiç istemiyor ciddi şeyler yazmayı.
Okurun biri ‘magazin tadında yazılar yazmaya başladın, gidici misin?’ diye soruyordu, bütün zarafetiyle.
Oysa magazin tadında öyle yazılmaz, bak böyle yazılır…
*
Bugün İstanbul’da kara kargalarla martılar savaşıyor.
Levent’te, gece balkona çıkar, karşı sırtlarda öten bülbülleri dinlerdim. Bugün TEM otoyolunun geçtiği, banka kulelerinin yükseldiği yerlerde…
Menekşe sırtları denizden iyi rüzgâr alır. Kenan’la uçurtmamız bir çalılığa düştüğünde, öbek halinde havalanan ve aynı hızla tekrar, cıvıl cıvıl, gölge gibi bir başka çalılığa çöken ispinoz sürülerini hatırlıyorum.
Sonra, bir ağacın dibine hareketsiz oturur, floryaların aşk dansını seyrederdik.
Hatırlayınca bile utanıyorum; kapan kurup yakaladığımız rengârenk sakaları, kafeste besler, çok tuttuk mu, iki yanını deldiğimiz bir kese kağıdına koyar satardık.
Bülbülden, ispinozdan, floryadan, sakadan geçtim…
Bir zamanlar evimizin penceresine, yolumuzun kaldırımına serçeler konardı. Zıplayarak gezinen minik serçeler. Serçe, küçük, zarif, savunmasız, saf ve masum bir kuştur. İnsanla yaşamaya razı olmuş, ama belli bir mesafeyi koruyan, ürkek, haysiyetli bir kuş.
Serçeler de gitti.
Güvercinlere razı olduk. Daha bir hımbıl, hâlâ saf ama daha bir köylü saflığı; gene tedbirli ama insana daha bir yanaşmaya, yaltaklanmaya mütemayil, insanla ilişkisi menfaat üstüne kurulu, ama alıştığımız kuşlardı güvercinler.
Güvercinler de kayboluyor ağır ağır.
İstanbul, birbirini yiyen kara kargalarla martılara kaldı.
Aç gözlü sürüleri besleyecek, denizlerde balık, karada tohum, çiçek, börtü böcek de bırakmadılar. Martılarla kargalar İstanbul’un yükselen çöplüklerinden nemalanıyor bugün.
Çok da gürültücüler ve sesleri berbat.
Bu çirkin çöplük kavgasında biz taraf değiliz.
Ama her halükarda kaybeden tarafız.
Yazık!
 
Hürriyet-İK, 15.02.2015
 
 
 
 
 
 
 

8 Şubat 2015 Pazar

Hiiiiç ağlama!


1980’li yıllarda halamın kırtasiyeci dükkanında tezgahtar olarak çalışan bir genç vardı. Askerde benim aşçımdı, terhis olunca peşimden İstanbul’a gelmişti. Bir gün maaşının yetmezliğinden yakındı. Ben de - klasik - dükkanın para kazanmadığını, bir satış elemanına ancak bu kadar ücret ödeyebileceğini söyleyince, 30 yıldır unutmadığım bir cevap (ders) verdi bana:

Patron; siz para kazanmayı bilmiyorsunuz diye ben bu maaşla yetinecek değilim.
*

Ücretli çalışmanın ‘köleliğin modern şekli’ (yahut kapitalizmin köleliğe bulduğu, kamu vicdanını nispeten rahatlatıcı bir alternatif) olduğuna; çalışanın her koşulda emeğinin sömürüldüğüne inanan bir gençliğin içinden geldiğim için; üniversiteyi bitirdiğimde (biraz da, çelişkili ama, daha önce anlatmıştım, okuduğum bazı kitapların etkisinde kalarak) ‘kendimin patronu’ olmayı hayal etmiştim.
Ancak beni sadece kendi emeğimle geçindirecek bir sanatım veya zanaatim olmadığı için (ki buna hâlâ yanarım) insan çalıştırmam gerekeceğinden, en azından iyi bir patron’olmaya, insan kalmaya kararlıydım.

Uzatmayayım, 15 yıl kadar zorladıktan sonra (1980’li yıllarda Türkiye’de bugünkünden beter bir vahşî kapitalizm hüküm sürüyordu) anladım ki, o günün şartlarında, hem işadamı olmak hem adam olmak kolay değildir. Benim harcım değil en azından. Birincisinden umudu 1990’da kestim, ikincisi için hâlâ debeleniyorum.
*

Bunları, geçenlerde gece vakti gelen bir e-postayı okurken düşündüm.
V., sahibi olduğu şirketi 2001 krizinde kapatmış ve profesyonel yönetici olarak çalışmaya başlamış. Yaşadığı sıkıntıları anlattığı uzun yazısını şu cümleyle özetliyor:

Yani Serdar Bey, 13 yıldır profesyonel yöneticiyim ve şimdiden patron olsun, CEO olsun, sizin dediğiniz gibi diğer C-BilmemNe olsun, başkalarının başarısızlığının, beceriksizliğinin, yetersizliğinin, yeteneksizliğinin, aptallığının cezasını ödemekten bıktım…
V. haklı, haklı ama, ücretli çalışmanın (birinin dediği gibi) fıtratında vardır bu.

Adam gibi yönetilen bir şirkete denk gelirsen ne âla. Ama azdır.
Genelde; ekonominin ve/veya sektörün gidişatını doğru okuyamadığı ve gerekli önlemleri alamadığı için pazar payı, cirosu, kârı düştüğünde; aklına ilk ve tek tedbir olarak adam kovmak, sıfır zam yapmak, çalışanın yemeğinden, çayından, tuvalet kağıdından kesmek gelen; yani çalışanı şirketin kârına değil, sadece zararına ortak eden beceriksiz ve yeteneksizlerin yönettiği şirketlere denk gelme olasılığı istatistik açıdan çok daha yüksektir.

Hasılı, sevgili V., sen kendi beceriksizliğinin ve başarısızlığının cezasını (hemen itiraz etme, bak kendin söylüyorsun, iş kurmuş ve yüzüne gözüne bulaştırmışsın), başkalarının beceriksizliğinin ve başarısızlığının cezasını ödeyerek çekeceksin.
Sartre’ın dediği gibi ‘cehennem ötekilerdir’.

Sartre, Gizli Oturum’un temasını oluşturan bu ‘kült’ cümlenin yanlış anlaşıldığından yakınır ve ne demek istediğini açıklarken şöyle der: 
Ve dünyada, başkalarının değerlendirmesine  (yargısına, kanısına, kanaatine, kararına, sağduyusuna) fazlasıyla bağımlı oldukları için cehennem hayatı yaşayan çok insan vardır.

Üstelik sen, V., kaptanın ehliyetsiz olduğunu, dümeni kamarotun birine emanet ettiğini, çarkçıbaşının da olup bitenleri seyrettiğini gördüğün anda ve halde, gemiyi terk etmeyi bile becerememişsin.
Şimdi hiiiiç ağlama…



Hürriyet-İK, 08.02.2015


1 Şubat 2015 Pazar

2015’in yöneticisine bir iki soru...

 

Bir makale okudum; 2015 yılının yöneticilerine şu tavsiyelerde bulunuyor, şu ev ödevlerini veriyordu (*) :

1- Vizyonsuz yönetim başarısızlığa mahkumdur. Ve şirket vizyonunun da, geçmişte tutarlılığını ispat etmiş (dinlemenin emretmekten, bir stratejiye göre hareket etmenin kriz yönetmekten daha verimli olduğu gibi) - ama ne yazık ki krizin unutturduğu, kalıcı doğruların ve değerlerin üstüne bina edilmesi gerekir. Geçmişten ders çıkarmayı bilin ve uzun vâdeli düşünün
2- Bu vizyonu uygulamak için yeni-taylorizme sırt çevirin: Bilinmeyen karşısında insanlar, problemleri çok basite indirgemeye, her şeyi kontrol altında tutmaya ve kabuklarına çekilmeye meyillidirler. Halbuki tam tersini yapmak gerekir: Açık, yaratıcı ve deneyci olmak… Bunun için de (1) öğrenmeye, anlamaya çalışın; başkalarının bilgilerinden, fikirlerinden azamî faydalanın; (2) alçakgönüllü olun, ekibinize güvenin / inanın /dayanın.

3- Kötü alışkanlıkları, bürokratik yavaşlığı ve ağırlığı, ataleti üstünüzden atmak ve ekibinizi (heye)canlandırmak için ‘start-up ruhu’ iyi bir ilaçtır. Hiyerarşiye ve formaliteye (formalizme) takılmayan; hareketli, hızlı, dinamik, genç, önyargısız bir ekip ve çalışma gerekir. Kriz ortamında hızlı ve yaratıcı davranmak sizi ‘çareye’ götürebilir.
4-Herkes işini yapsın ve her zaman nasıl yapıyorsa öyle yapsın’ diyen yönetici kötü yöneticidir. Ekibine güvenmek, potansiyellerini ortaya çıkarmak için serbest bırakmak riskli de olsa, daha akılcıdır. İyi yönetici, kendinden daha iyilerle, daha akıllılarla çalışmaktan korkmaz. (Strayer University Jack Welch Management Institute’un kurucusu Jack Welch, blogunda “Şirketteki en akıllı siz misiniz? Umarım değilsinizdir…” diye soruyordu. )

5- Ama dümende olduğunuzu da gösterin. 2015 yılının yöneticisi kendine güvenen, hatalarını kabul etmekten korkmayan, alçakgönüllü, dinlemeye açık ama… gene de ‘yönetici’ olmalı. Dümende kimin (kendisinin) olduğunu unutturmamalı. Geminin nereye gideceğine o karar vermeli, hedefi bilmeli ve göstermeli. Bunu da, sosyal iletişimin devrim yarattığı bir çağda, odasına kapanan; insanlarla konuşmaya, sorunları ve önerileri dinlemeye ‘şu anda hiç vakti olmayan’ bir yönetici başaramaz.
*Şimdi sizden ricam, yukarıdaki 5 maddeyi tekrar ve teker teker okuyun ve her birinin sonunda kendinize ‘Ben bu söylenenleri yapıyor muyum?’ diye sorun.

Kendine karşı dürüst, yani akıllı ve iyi bir yöneticiyseniz, en doğru cevabı gene siz vereceksiniz.
Ama illa, “Serdar para verdik, gazete aldık. Sen de iki kelime söyle...” diyecekseniz; bir tepe yönetici (CEO, CFO, CBN - Chief Bilmem Ne) olarak dışarıdan nasıl göründüğünüzü bilmekte ısrarlıysanız, söyleyeyim:

* Uzun vâdeli strateji ve vizyon ne kelime, daha yarın ne yapacağınızdan haberiniz yok. Hatta günü yönetemiyorsunuz. Sorunları ancak kriz patladığında fark ediyorsunuz, o da ederseniz. En kolay ve akla ilk gelen (mesela kâr mı azaldı, hemen tensikata gitmek gibi dahiyane) yöntemlerle geçiştirmeye, ertelemeye çalışıyorsunuz.
* Sürekli gereksiz toplantılar,  bir hafta sonraya randevular, koşuşturmacalar... Bunları ‘iş yapmak’ zannediyorsunuz. Yapıyormuş gibi yaparak kendinizi de patronu da kandırıyorsunuz. Ve o da bunu yiyor işin kötüsü.

* Geçmişten ders almak, yaratıcılık... Güldürmeyin allasen! En büyük istikrarı, aynı hataları tekrar tekrar tekrarlamak hususunda gösteriyorsunuz. Zaten, hep diyorum ya, işini iyi yapmanın mükafatı, işini kötü yapmanın cezası olmayan bir memlekette yaşıyoruz.
* En iyilerle çalışmak bir yana dursun; o C’liği hak etmediğiniz; şirkette kim / ne / nasıl yapıyor, bihaber olduğunuz için, aslında her zaman sizden daha vasıflı, akıllı, bilgili insanlarla çalışmak zorundasınız. Bu yüzden asabisiniz, içinize kapalısınız. Sadece etrafınıza kendi topladıklarınızla çalışmak istiyorsunuz, çünkü onları size gölge etmeyeceklerden seçiyorsunuz.

*
Abartıyor muyum?

Fazlasıyla.
Bu söylediklerimde hakikat payı var mı?

Fazlasıyla.
 

(*) Laurence Estival, lentreprise.lexpress.fr, 20.01.2015

Hürriyet-İK, 01.02.2015