24 Kasım 2013 Pazar

Öğretmenlerin yatacak yeri yok


Herkes âdet yerini bulsun diye öğretmenleri bir günlüğüne göklere çıkarırken benim burada yazacaklarım ters gelebilir ama, artık alıştınız sanırım.

Beni aykırı ve antipatik bulanlar zaten okumayacaklardır.

Bir kere daha söylüyorum:

Çocuklarımızı yanlış yetiştiriyoruz.

Eğitim sistemimiz berbat. Bunu Koca Reşit Paşa’dan beri konuşuyoruz. Altı ayda bir değiştiriyoruz. Ama beter etmekten öte işe yaramıyor.

Ama benim sözünü ettiğim bu da değil. Daha da temel bir mesele.

Ana-baba olarak (sizin gibiler, benim gibiler) çocuklarımızı yanlış yetiştiriyoruz.

Öğretmenlerimiz de çocuklarımıza sadece yanlış eğitim değil, zarar da veriyorlar.

*

Çocuklarım hayata atıldılar, yahut atılmak üzereler. Hâlâ korkarım bana bir gün hesap soracaklar diye:

“Baba, ne hakkın vardı bize böyle yanlış, böyle çağdışı değer hükümleri aşıladın?”

Bir baba olarak utanıyorum. Ama çok geç.

Gerçekten, çocuklarımıza ne saçmalıklar öğrettik.

Yalan söylemeyin, verdiğiniz sözü tutun, haysiyetli olun, el etek öpmeyin dedik mesela.

Yarın bu çocuk ya siyasete atılmak isterse?

Dürüst ve namuslu olun; sakın hakkınız olmayan şeye (kimilerimiz ‘haram’ deriz bunun adına) el uzatmayın dedik.

Yarın bu çocuk ya belediyede yahut bir bakanlıkta iş bulursa?

Açgözlü olmayın, emeğe saygı duyun, borcunuza sadık olun, başkalarının hakkına göz dikmeyin falan dedik yahu.

Yarın bu çocuk ya ticarete atılırsa?

Daha böyle ne saçmalıklar öğrettik küçücük çocuklara.

Oysa…

Yarın onlar bu memlekette yaşayacaklar.

Yarın bugünleri bile arayacaklar.

Dövüp arsız etmek, sövüp yüzsüz etmek, ezip hırsız etmek varken. Ahlaksız, hayasız, duygusuz, saygısız, vicdansız... hasılı muteber birer vatandaş olarak yetiştirmek varken.

Fenalık ettik çocuklarımıza.


Not: Siyaseti, memuriyeti, ticareti namusuyla ve haysiyetiyle yapan elbet çok insan var. Ama inanın işleri çok zor. Her gün daha zor.


*
*    *


20’li yaşlarda da olsa, ellerinden öpülür

Bazı meslekler para için yapılmaz, aksi halde ulviyetini, kutsiyetini kaybeder. Para var diye doktor olandan insana hayır gelmez. Mesleğin imkanlarını para, iktidar, itibar ve itiraf edilemeyecek menfaatler için kullanan gazetecinin neye benzediği ortada. Her meslek insanın gözünde kutsaldır, ama en kutsalı şüphesiz öğretmenliktir. Bugün 24 Kasım, Öğretmenler Günü. (*)  Son hocam geçen sene öldü. Elini öpeceğim hocam kalmadı. Ama ben, onların yerine, onların yetiştirdiği ve bugün Hürriyet İK’da karşılıklız fedakarlıklarından bir iki örnek verdiğimiz 20’li, 30’lu yaşlardaki öğretmenlerin ellerini öpüyorum.


(*) Geçen sene bu vesileyle öğretmenlerimden ‘hürmetle, minnetle’ söz etmiştim. İzninizle tekrar etmeyeyim: 

http://serdardevrim-ik.blogspot.com/2012/11/hurmetle-minnetle.html




16 Kasım 2013 Cumartesi

Homo otus

ya da

Kitap okumayanan beyni ve zekası gelişmez 

10 Eylül’de yapılan taç giyme töreninde, Hollanda’nın yeni kralı halkına kötü bir haber verdi: Hollanda Krallığı artık bir ‘refah devleti’ değildir!
Daha düne kadar sosyal adalet ve sosyal politikalar konusunda Avrupa Birliği’nin ‘rehber ülkesi’ (Gidsland) olmakla övünen, Avrupa’nın en müreffeh memleketlerinden biri olan Hollanda’da halk, artık ekonomik açıdan ‘kaderine terk edildi’ demektir. Tabii bu görece bir terk edilmedir. Bizdeki gibi devlet tuttuğunu öper, zengin fakiri ezer, yolunu bulan malı götürür, iradesiyle kendini vergilendiren kerizdir ekonomisiyle uzaktan yakından ilgisi yoktur.
Buna rağmen aydınlar ekonomik krizin sonuçlarından sadece biri olan ve çok daha vahim bir ‘kültürel kriz’e üzülecek vakit buluyorlar:
Kitap satışlarındaki korkunç düşüş.
Hollanda’da 2012 yılında kitap satışları taban yaptı. 2008’e göre düşüş yüzde 20. 2013’ün ilk yarısında düşüş yüzde 30’un üstünde. Negatif bir Avrupa rekoru…
Profesyoneller kitap satışlarının 2008’de 50,6 milyondan birkaç yıl içinde 25 milyona düşeceğini tahmin ediyorlar.
Tarihçi, yazar ve yayımcı Bastiaan Bommelje “Bu kriz ülkenin entelektüel dokusunu ve gelecek nesillerin yarınlarını tehdit
ediyor
” diyor.
AncaK uzmanları asıl endişeye düşüren başka bir istatistik. Hollandalılar’ın kitap okumak için harcadıkları zaman erozyona uğruyor: Son 30 yılda ortalama bir Hollandalı’nın haftada kitap okumaya ayırdığı süre yüzde 44 gerileyerek 3,8 saate düşmüş. 10-19 yaş arasındaki bir genç, haftada sadece 12 dakika kitap okuyor. Hollandalı okul çocukları uluslararası yarışmalarda son sıralarda. İlkokul mezunu 4 çocuktan biri doğru dürüst okumaktan yazmaktan aciz.
Le Monde’da okuduğum bu bilgileri size niye aktarıyorum?
Çünkü 2010 senesinde Leiden Üniversitesi tarafından yapılan...
Ama durun, önce Türkiye’nin durumunu bir hatırlayalım.
*
Ankara Matbaacılar Odası’nın internet sitesinde verilen bilgilere göre:
Her 100 Japon’dan 14’ü düzenli kitap okurken (Türkiye 173 ülke içinde 86’ncı sırada olduğu için hangi ülkeyle mukayese etseniz fark etmez) bu oran Türkiye’de yüzde 0,01 yani 10 binde 1.
1 Japon yılda 25 kitap okurken, 6 Türk yılda 1 kitap okuyor.
1995’te bir Türk’ün kitaba harcadığı para 0,45 Amerikan doları (mesela Norveç’te 137 $ - Dünya ortalaması 1,3 $)
Bu kadar bilgi yeter değil mi? Zaten ne kadar kültürlü bir toplum olduğumuzu hepimiz görüyoruz, biliyoruz, yaşıyoruz.
*
Bizim memlekette varsılların yoksulları anlayış ve bilimsel mazeret ayaklarında hor görürken sarf ettiği yaygın geyiklerden biri ‘halkın buğday ve nohutla beslendiği, hayvansal protein tüketmediği için beyninin gelişmediği’ teorisidir.
Paleoantropolojik hafızam (ki yabancı televizyonlarda izlediğim belgesellerle sınırlıdır) beni yanıltmıyorsa eğer, insanın atalarından biri ot yerine etle beslenmeye başlayınca beynine (bağırsakların tasarruf ettiği) daha çok kan gitmeye başlamış da, beyni ve dolayısıyla aklı gelişmiş de... bu günlere gelmişiz yumurtaya can veren vesaire vesaire.
Yani hayvansal proteinin (zararları yanında) beyin gelişmesine faydaları yadsınamaz da, sorun bundan ibaret olsaydı bizim hafta sekiz gün dokuz kebapçıdan çıkmayan Sami’nin Einstein gibi olması gerekirdi, ki değil.
*
Bu satırları okumayacak olan gençler “İnternette her aradığımızı bulduğumuz, tabletten yahut cepten her türlü bilgiye anında ulaştığımız bir çağda kitap okumaya ne gerek var?
diye düşüneceklerdir.
Daha doğrusu düşüneceklerine, bir yerlerden duydukları bu lafı tekrarlayacaklardır.
2010 senesinde Leiden Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırmadan söz ediyordum, laf yarım kaldı.
Uzun araştırmalar sonunda uzmanların çıkardığı sonuç bir cümleden ibaret: “Kitap okumak çocuğun okul başarısını arttırdığı gibi zekasını geliştirir”.
140 vuruşluk Tweet’lerle, Face’de like edilen geyiklerle, kedili köpekli videolarla, televizyondaki zeka özürlülere göre formatlanmış oyunlar ve dizilerle... ne yazık ki insan beyni gelişmez. Olanı da kurur.
Yazar Bastiaan Bommelje, (neandertal benzetmesi yaparak) ‘nederland adamı’ dediği ‘yeni Hollanda gençliği’ni şöyle tanımlıyor:
Sıfır boyutlu, kitapsız hayatından son derece memnun ve IPhone’undan kendi Face hesabını ‘like’layan yeni bir tür...
Eğer Hollanda’da sistemin yarattığı ‘homo nederlandus’ gençliği böyle ise, Türkiye’de iktidarın yaratmaya çalıştığı ‘homo tayyibus’ tadından yenmez!

Not: Durumdan vazife çıkaracak olan savcı bey kardeşim, burada söz konusu olan ‘homo’ eşcinsel mealinde değildir; bilimde kullanıldığı gibi ‘adamı’ anlamınadır. Başbakanın ‘iktidar istifa’ lafını ‘hakaret’ olarak algıladığı bir memlekette tedbiren hatırlatmakta fayda var.

Hürriyet-İK, 17.11.2013 




8 Kasım 2013 Cuma

#AntiKonformizm ya da Gençlere güvenmek lazım





İthalat-ihracat işi yapan bir dostum vardı. İ.Ö. yani internetten (hatta fakstan) öncesinden söz ediyorum, bütün işlerin teleksle ve telefonla yapıldığı yıllar. Çalışma masası 20-30 cm yüksekliğinde teleks kağıdıyla kaplı olurdu. Asla klasöre filan koymazdı. Teleks kağıtlarının üzerinde çalışır, yazar çizer ve her aradığını da şıp diye bulurdu.

Gazetede, hemen arkamda, hafta sonu ilavelerinin bir yazarı oturuyor. Daha doğrusu masası duruyor, kendisi ara sıra uğruyor. Ben hayatımda bu kadar dağınık bir masa görmedim. Geldiğinde, masasında yığılı kitapları, dergileri, açılmamış paketleri bir kenara itiyor, iskemlesinin üzerindekileri yere indiriyor, klavyeyi altlardan bulup üste çıkarıyor ve artık bilgisayar ekranını nasıl görüyorsa yazısını yazıp gidiyor.

Bendeniz manyak ise, akşam çıkarken arüzamik (böyle bir laf vardır ama nasıl yazılır, bilmiyorum, TDK’da filan da bulamadım) her şeyi topluyorum. Varsa evrak, mutlaka dosyalıyorum. Kalemleri kalem kutusuna, kalem kutusunu sürgüye yerleştiriyorum. Okunmuş gazeteleri kaldırıyorum… Hasılı, akşam çıkarken masamda sadece ekran, klavye, fare, sabit telefon, masa lambası ve arkadaşım ve yardımcım Bülent’in (Ovacık) eliyle yapıp bana hediye ettiği ağaçtan oyma horoz biblosu kalıyor. O kadar. Yağ dök yala, bal dök yala…

Manyaklık tabii ki. Zararsız bir manyaklık… sanıyordum ben. Hatta biraz da övünüyordum.

Ta ki yaptığımız (1 Eylül 2013) Dağınıklık = Yaratıcılık başlıklı habere kadar. Prof. Eric Abrahamson yöneticilere ‘masası dağınık olan çalışanları tercih edin’ diyordu. Ama ben gene de ders almadım, patronlarım da nasılsa Hürriyet İK okumaz (J) diye güvendiğim için istifimi bozmadım, manyaklıkta ısrar ettim.

Ama işin tadı kaçmaya başladı.

Geçenlerde New York Times’ta bir makale yayımlandı. Buna göre, Minnesota Üniversitesi’nden bir grup profesör ‘toplu masa uymacılık (korformizm) göstergesidir’ buyurmuşlar. Bak bu kötü, çünkü patronların NYT okuması olasılığı yüksek. Makaleye göre (kötü niyetli yahut kolaya kaçan bir özetlemeye gidersek) ‘güneşsiz ve soğuk bir ülkede + dağınık bir masada oturup + boş zamanlarında bir müzik aleti çalmak’ yaratıcılık için ideal formülmüş.

(Hayır, Serdar yanmış yazmadı, ‘en ideal denmez’ ideal zaten ‘en’dir; ‘en mükemmel’ denmeyeceği gibi.)

Gazetede cephem 220 derece Güney-Batı’ya dönük oturuyorum. Sabahtan akşama güneşle köşe kapmaca oynuyoruz, ben perdeki indirdikçe o bir iki derece daha Batı’ya kaçıp ısrarla gözüme girmeye devam ediyor. Ayrıca şu saatte (saat 17.15) ofiste iç ışı 27 derece. Yani 1 no.lu yaratıcılık ortamı kaçtı.

Çalışmakta olduğum halde masada manyak bir düzen ve temizlik hâkim. No. 2 de iflas etti.

Müzik aleti deseniz, nanay.

Bu şartlarda uymacı olmayayım da ne olayım ben?

Marketing profesörü Kathleen D. Vohls “Düzenli ortamlar yaratıcılığın serbestçe tezahürü için fazla uzlaşımcıdır” (konvansiyoneldir) diyor.
Peki? Ortam namüsait, yaşımız kemâle ermiş, modamız geçmiş, müzik kabiliyetinden nasibimizi alamamışız, yani yaratıcılık sıfır… Rahmetli Vladmir İlyiç’in dediği gibi Tchto dielat? yani ne yapmak lazım?

Gençlere güvenmek lazım. (Hürriyet İK’da durumu idare edebilirim de, Hürriyet Kampüs’te amortim bile yok.)

Gençlerin yaratıcılığına güvenmek lazım. Tabii maddi manevi dağınıklıklarını lahavle diye görmezden gelmek şartıyla.

Her konuda gençlere güvenmek lazım.

Ne yapacaklarını, nasıl yapacaklarını, neyin doğru neyin yanlış olduğunu en iyi gene gençler bilirler.

Faşizmin anlamı yok.

Her yer Taksim her yer direniş. Ofisler dahil.

#AntiKonformizm


Müzik ne alaka?
... diyeceksiniz. Yaratıcılığın bir müzik aleti çalmakla ne ilgisi var? Varmış. Bir alet çalmak insanın ‘ruhunu, zihnini, aklını, ufkunu açar’ diyor uzlamlar. Franc Zappa’nın dediği gibi, akıl paraşüt gibidir, açık değilse bir halta yaramaz. Müzik insanın konsantrasyon gücünü artırır, dinlemeyi öğretir, ‘eş zamanlı olarak hem şu ana hem de geleceğe yoğunlaşmayı öğretir’ vs vs... Bütün bunlar da yaratıcılığı geliştirir ve beslermiş.


Hürriyet-İT, 10.11.2013






3 Kasım 2013 Pazar

Başkan karısıyla yatarsa...

Her ne kadar sayfanın sol üst köşesinde yer alsa da, benimki bir köşe değil.

Yahut köşe de, benim köşe yazarlığı gibi bir iddiam yok. Ama beni öyle sananlar var, ses çıkarmayın.

Eskiden köşe yazarlarına ‘fıkra muharriri’ denirdi. Her ne kadar buradaki ‘fıkra’ bildiğimiz fırkadan farklı olsa da, köşesinde fırka anlatmayı sevenler vardı.Bugünde bir iki yazar var hâlâ böyle. Ben pek sevmem, ama bazen gerekir.

Ali Cevat Bey dostumdan gelen, konumuzla ilgili bir fıkrayı tercümeyle yetineceğim bugün.

*

Uluslararası bir şirketin CEO’su, sabah kahvesini içerek gazetelere bir göz attıktan, borsaların kaç puandan açıldığına şöyle bir baktıktan ve dün akşam gereksiz bir iş toplantısı yüzünden kaçırdığı dizinin finalini internetten izledikten sonra, gene boş geçeceğini bildiği bir günün sıkıntısıyla içi daralarak Başkan Yardımcısı’nın odasına dalmış.

- Kafamda (aynı patronun kızı olan ve sayesinde şirketin başına getirildiği) karımla ilgili çok önemli bir soru var, bir türlü cevap bulamıyorum: Karımla sevişmek benim için bir zevk mi, yoksa bunu sadece işimin parçası diye mi yapıyorum.

Sabah Tetris’ine ara veren yardımcısı ne şiş yansın ne kebap türünden bir cevap vermiş:

- Vallahi bilemem Sayın Başkanım!

- En geç bir saat içinde mantıklı bir cevap istiyorum.

Başkan Yardımcısı hemen yandaki, önündeki spor gazetesini okumakta olan Genel Müdür’ün odasına koşmuş.

- Sana bir soru: Başkan karısıyla yatarsa, bunu zevk için mi yapar, iş olarak mı?

- Ben nereden bilebilirim, kendisine sorsak?

- 55 dakika içinde bir cevap istiyorum.

Genel Müdür fırladığı gibi, kahve makinasının başında geyik çevirirken yakaladığı Mali İşler Müdürü’ne sormuş:

- İhtiyar yengeyle sevişmeyi başardı diyelim, buna zevk mi derler iş mi?

- İkisinin de maliyeti kurum için sıfır. Onun için ben bir cevap…

- 45 dakika, sorumun cevabını vermek için 45 dakikan var.

Mali İşler Müdürü önce saatine bakmış, sonra Departman Müdürü’nü aramaya koyulmuş. Toplantıdan çıkartıp aynı soruyu ona da sormuş, aynı cevabı almış.

Departman Müdürü de vakit kaybetmeden proje şeflerinden toplantıda olmayan birini bulmuş.

- Moruk yengeyi götürürse, bunu zevk için mi yapar yoksa işinin gereği diye mi?

- Müdürüm ne diyosun sen, bunun için mi çıkardın beni toplantıdan?

- Tartışmanın zamanı değil, 20 dakika içinde kesin bir cevap istiyorum.

Şef, mühendislerin oturduğu odaya dalmış, kimseden bir cevap alamamış.

Mühendislerden birinin aklına bir de stajyerlere sormak gelmiş.

Masasında dosyalaması gereken yüzlerce evrak; aylardır kimsenin elini bile sürmediği ama stajı bitene kadar tamamlaması istenen 6 tane rapor; gönderilmeyi bekleyen mektuplar; zırıl zırıl çalan telefonlar, nefes alacak zamanı olmayan genç stajyere seslenmiş:

- Kızım bir bakar mısın bana!

- Bana bir on dakika için verirseniz; şu paketi yetiştirmem gerek çok gecikti kargo bekliyor…

- Bu hepsinden acil, bırak elindeki işleri beni dinle.

- Siz bilirsiniz. Dinliyorum.

- Şirketimizin CEO’su muhterem eşiyle aganigi yaparsa, sence bunu zevk için mi yapar yoksa iş için mi?

Hiç tereddüt etmeden cevap vermiş genç stajyer :

- Tabii ki zevk için yapar.

Ve arkasını dönüp gidesi olmuş.

- Bi dakka, bi dakka kızım, dur bakalım. Bunu neye dayanarak söylüyorsun bu kadar emin?

- Bu şirkette başkanın karısıyla sevişmek bir ‘iş’ olsaydı, onu 
da bana yaptırırdınız da ondan.

#direnstajyer


Hürriyet-İK, 03.11.2013