26 Kasım 2012 Pazartesi

Hürmetle, minnetle!


 
Aslında Öğretmenler Günü benim için 20 Ocak 2008’de anlamını kaybetti.

O gün, yarım asırlık hayatımda tanıdığım en iyi öğretmeni, en sevdiğim ve en saydığım öğretmeni kaybettik.

Her sene 24 Kasım’da emekli lise edebiyat öğretmeni Gülçin Halam’a (Devrim) telefon eder, görürsem boynuna sarılır, Öğretmenler Günü’nü tebrik ederdim.

Hocam olmadı, ama Adapazarı Lisesi’nde okuyanlar onu hâlâ hatırlarlar. (1)

Benimse, öğretmenden yana bahtım pek açık değildi.

İlk mektebe Yeşilköy İlkokulu’nda başladım, Levent İlkokulu’nda bitirdim.

İlk hocamı sevmedim, ikincisinden nefret ettim.

Aciz, haksız, görevini kötüye kullanan bir... öğretmendi diyeceğim ama, ‘öğretmen’ tanımı bulunduğu görevden ibaret.

Benim haksızlığa, yolsuzluğa, kötüye kullanılan otoriteye, yalancılığa isyankâr karakterimin sebebi budur.

Bende yarattığı, devlet dairesine, devlet memuruna, üstelik okula ve öğretmene olan tiksintiyi, ancak yaşım ilerleyince, aklım başıma gelince ve öğretmen gibi öğretmenler tanıyınca atabildim.

Bugün İK’nın kapağına taşıdığımız, Nuran Çakmakçı ve ekibinin hazırladığı Öğretmenler Günü özel röportajlarında da gördüğünüz ve aslında her birinizin yaşayarak bildiğiniz gibi, ‘iyi öğretmen’ bir kısmettir, nimettir; ve çocuğu, hayatının geri kalan yılları için, son derece olumlu etkiler.

Tersi ise, benim örneğimde olduğu üzere, bir talihsizliktir.

Neyse ki, ortaokulun ilk yılında İsmet Bey (Bilgen) çıktı karşıma.

Ve beni okulla, öğretmenle, eğitimle barıştırdı.

Eskilerin ‘Papazlar Mektebi’ dedikleri Fransız liselerinden Saint-Benoît’da okudum.

Sanıldığının aksine ‘papazlar’ bize Katolik papazı olduklarını, bu okulun bir ‘misyon’ tarafından açıldığını asla hissettirmediler.

Bize adam gibi Fransızca öğretmekten öte bir ‘misyonerlik’ gayreti içinde asla olmadılar.

Her zaman (Feuseuille isimli bir zavallı haricinde) dinimize, milletimize, kültürümüze saygı duydular ve bize de böyle telkin ettiler.

Sırtlarındaki kıçı parlamış bir takım elbise, ayaklarındaki pençeli iskarpin dışında hayatta kendilerine ait hiçbir şeyleri yoktu.

Okulda yatar kalkarlar; emekli olup dersten el çektirildiklerinde - pek çoğunun dönecek bir evi, bekleyen bir ailesi de olmadığından - ya Paris’teki bir yaşlılar evine gider ve kalan ömürlerini İstanbul özlemi içinde geçirirler (2) ya da bizim okulun yüksek tavanlı, soğuk, kasvetli bir odasında, tarifsiz bir hüzün ve yalnızlık içinde ölümü beklerlerdi.

Öğrencileri dışında bir hayatları yoktu.

Gülçin Halam’ın deyimiyle biz ‘haşarat’ öğrenciler pek farkına varmaz, dolayısızla anlam veremezdik ama...

Papazlar, cumartesi sabahları (okula giderdik o zamanlar) yahut tatil öncesi biraz asabî ve ters olurlardı :

Çünkü dersler bitip, okul boşaldığında, kendileriyle, yalnızlıklarıyla başbaşa kalacaklarını bilirlerdi.

Mösyö Marcoul’u, Mösyö Duchemin’i, Mösyö Maynadier’yi saygıyla ve şükranla hatırlıyorum.

Çok iyi ‘Türk hocalar’ da vardı elbette, ama bende iz bırakan olmadı.

Aksine...

Neyse, zaten hepsi göçüp gitti.

Gülçin Halam’ın ve üzerimde emeği, hakkı olan bütün hocalarımın yüzü suyu hürmetine, hepsi nur içinde yatsın!

Evet, gerçekten, ‘iyi’ bir öğretmen insana bir lütuftur, ne yazık ki kıymetini çok sonra anlar insan.

Bu dünyada eline, öte dünyada (cennetliktir hepsi) eteğine sarılası öğretmenler...

 
(1) Yukarıdaki fotoğraf ‘Sakarya’dan 24 saat haber’ veren Medyabar sitesinin ‘Önünüzde saygıyla eğiliyoruz’ başlıklı yazısından aldım.

(2) Hakkı Devrim’in 5 Mart 2000 tarihli Radikal’de söz konusu hocalarımdan ve ‘ölümü beklemek üzere’ Paris’e dönen Mösyö Maynadier’nin dramından söz ettiği yazısını okuyun fırsatınız olursa: http://www.radikal.com.tr/2000/03/05/yazarlar/hakdev.shtml

Hürriyet IK, 25.11.2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder