31 Mayıs 2015 Pazar

O koyun o gülü yedi mi yemedi mi?


Bir İK zirvesine konuşmacı olarak davet edildim. (1) Ana tema ‘zorlu yollardan yıldızlara ulaşmak’tı. Nedense aklıma Antoine de Saint-Exupéry’nin Küçük Prens’i geldi. (2)


Küçük Prens
145 milyondan fazla satmış bir kült eserdir. Bence bir çocuk masalı değil, büyüklere masaldır, çocukça bir masal.
Madem ki Küçük Prens bir alegorik kitaptır, herkes farklı gözlüklerle okuyup, farklı anlamlar çıkarabilir, öyle iddia edilir, o halde kitabı bir de ‘insan kaynakları gözüyle’ okumaya çalışalım, dedim, çalışma hayatıyla, insan kaynakları yönetimiyle, genelde insan ilişkileriyle ilgili bir şey çıkar mı, bakalım…
*
Tabii konuşma daha uzundu ama burada kitabı bir iki cümleyle özetleyeyim, sonra İK ile ilgili çıkarımlar yapmaya çalışacağım.

Yazar bir pilottur. Uçağı arızalanınca mecburî çöle inmiştir. Yanında tuhaf giyimli bir küçük çocuk belirir. Çocuk pilottan kendisine ‘bir koyun çizmesini’ ister. Ancak endişelidir, koyun çok ot yer mi (çünkü benim yaşadığım yer çok küçük), dikenine rağmen benim gülümü yer mi? diye sorar. Sonra, farklı bir dünyadan geldiğini, burada büyüyüp gezegeni ele geçirmemesi için baobop ağaçlarının fidelerini söktüğünü anlatır. Kendini beğenmiş bir gülü vardır ama onu çok sevmektedir, bıraktığı için pişmandır. Dünyaya kadar yaptığı yolculukta, farklı gezegenlerde karşılaştığı tuhaf insanları anlatır. Gezegenine, gülüne geri dönmek istemektedir. Ama bedenini geri götüremeyeceğini düşünür. Bu yüzden kendini bir yılana sokturarak bedenen ölmeye karar verir. Kitabın son bölümünde bu olayın üzerinden 6 yıl geçmiştir, yazar, uçağı tamir edip evine dönmüştür. Ama Küçük Prens’i unutamaz. Her gece gökyüzüne bakar, küçük dostunun ona hangi yıldızdan gülümsediğini bilmediği için, Küçük Prens’in söylediği gibi, bütün yıldızlar ona gülümser. Ve her gece kendi kendine aynı soruyu sorar: “Evrenin bilmediğimiz bir köşesinde, hiç görmediğimiz bir koyun, bir gülü yedi mi, yemedi mi?” Siz de aynı şeyi yapın, der okurlarına, “Hiçbir büyük insan bunun ne kadar önemli olduğunu asla anlayamaz…
Küçük Prens ve onun anlattıklarından hareketle pilot, insanların davranışları ve insan ilişkileri hakkında felsefî yorumlar yaparlar. Bu hikayeyi ve bu yorumları insan kaynaklarına uygularsanız aşağı yukarı şunlar söylenebilir:

* Büyükler sizi asla zevk alarak, severek yapacağınız işlere yönlendirmezler. Sizi, kendi kafalarındaki kalıba sokmaya çalışırlar. Oysa siz, severek çalıştığınızda çok daha yaratıcı ve verimli olursunuz.
* Hepimiz aslında küçücük dünyamızda tek başımayızdır, bir koyuna yani bir dosta ihtiyacımız vardır. Ancak ‘her koyunun kendi bacağından asıldığı’ bir toplumda, gerçek dostluklar azdır. Hele hele çalışanların birbiriyle rekabete zorlandığı, liyakate değil, sadakate önem verilen alaturka şirketlerde…

* Hepimizin kafasında kalıplar vardır: ‘Uslu durursan’ lafı bir kalıptır mesela. Çocuklar, bir şeyleri hak etmek için ‘uslu durmalı’dırlar. Ki büyüyünce de, bazı şeylere hak kazanmak için uslu durmak gerektiğini unutmasınlar. Büyükler akıllı ama asıl uslu çocukları severler. Her dediklerini yapacak ve fazla soru sormayacak çocukları…
* Büyük insanlar ön yargılıdır, şekilcidir. İşin özüne değil, dış görünüşe önem verirler. Maddecidir büyükler, kalıplarla düşünürler, dış görünüşe çok önem verirler. İşini iyi yapanlara değil, göz boyamayı bilen sahtekarlara itibar ederler.

* Erişilemeyecek mutluluklar insanı mutsuz eder. Tutulamayacak hedefler, gerçekçi hedeflere erişilmesini de engeller.
* Kral, Küçük Prens’e “Kişinin kendini yargılaması başkasını yargılamasından çok daha zordur” der. Hayatın her alanında doğrudur.

* Küçük Prens’in rastladığı kendini beğenmiş adam sadece övgüleri duymak istemektedir. Değil eleştirilmeye, övgü dışında bir laf edilmesine bile tahammülü yoktur. Çalışanları olsa, hepsini yalakalardan seçerdi mutlaka…
* Çoğu zaman neyi niye yaptığımızı unuturuz. Ya rutine düşeriz, çalışmak bir alışkanlık haline gelir. Sevmeden, verimsiz çalışırız. Ya da yolumuzu şaşırır ve misyonumuza ihanet ederiz.

* Kimi insanlar iç dünyalarının, ruhlarının fakirliğini parayla, malla, güçle, iktidarla kapatmak isterler. Bu insanlık fukaralarının, çalışanları insan olarak görmesi mümkün mü?
* Bazen, dünya değişir, bazı işlerin anlamı kalmaz, ama biz değişimi fark etmeyiz yahut yaptığımız işi sorgulamayız.

* Kimi yöneticiler kimin ne iş yaptığını, işin nasıl yapıldığını, hatta çalıştıkları şirketin ne iş yaptığını bile doğru dürüst bilmezler.
* (Bir tepenin zirvesine çıkan Küçük Prens’in de gördüğü gibi) Yükseğe çıktıkça tabiat sertleşir, insan yalnızlaşır. Etrafında sadece söylediklerini bir aksiseda gibi tekrarlayıp duran insanlar toplaşır.

* Kendini şirketin bir parçası gibi görenler, yaptıkları işi daha çok sahiplenirler. Çalışanları dışlarsanız, yalnızlaştırırsanız, şirkete bağlılıklarını kaybederler ve ‘ne kadar ekmek o kadar köfte’ moduna girerler.
* Umutsuz, gelecek umudu kalmayan insan mutsuzdur, heyecanı kaybolur. İnsanların umutlarını kırmayın. Aksine, onların şirketin geleceğine ve kendilerinin şirketteki geleceklerine inanmalarını sağlayın.

* Rahatı yerinde olan yönetici çalışanların sıkıntısını anlamaz. Ayrıcalıklarınızın sizi çalışanlardan koparmasına izin vermeyin. Patrona yakınsınız diye, çalışanları ‘patronun malına ve parasına kast eden parazitler’ gibi görmeye başlayan yöneticilerden olmayın.
* Yöneticilere, sorulara doğru cevap versinler, sorunlara çare üretsinler diye para verirler. Henüz sorulmamış sorulara doğru cevap verenlere ve henüz ortaya çıkmamış sorunlara çare bulanlara ise ‘lider’ derler, daha da çok para verirler. Ama hiç biri şu en can alıcı soruya cevap veremez: “Evrenin bilmediğimiz bir köşesinde, hiç görmediğiniz o koyun, o gülü yedi mi, yemedi mi?” Sorunuz yanlışsa, sorun zannettiğiniz şey aslında önemsizse… vereceğiniz cevabın da bir anlamı kalmaz.

*
Bir Amerikan esprisi vardır:

‘Bir gazeteciyle bir spermin ortak noktası nedir?’ (Amerikalılar, gazeteci için değil, başka bir meslek için sorarlar bu soruyu ama, biz gazeteci diyelim.)
‘İkisinin de insan olma ihtimali milyonda birdir!’

Hem yönetici, hem insan olunabilir. İK’cı herkesten daha ‘insan’ olmak zorundadır.
Bir zamanlar çocuk olduğunuzu hatırlayın ve… lütfen çalışanın arkasındaki insanı görün!

*
Saint-Ex, bu kitabı ‘büyüklerin içindeki çocuğa’ ithaf etmiştir. Onun için Küçük Prens’i çocuklara değil, asıl büyüklere okutmak gerekir.

Böylece belki ‘büyüklerimiz’ de ‘büyük insanlar’ olarak doğmadıklarını, ‘bir zamanlar bir çocuk olduklarını’ hatırlarlar.
Konuyu İK’ya bağlamak için ‘Büyüklerimiz belki bir zamanlar bizim gibi birer çalışan olduklarını hatırlarlar’ diyecektim ama vazgeçtim.

Son anda hatırlardım ki, onlar çalışma hayatına müdür olarak yahut koordinatör olarak başlarlar…
 

 (1) Hay Group Bahar Konuşmaları
(2) Mark Osborne’un ‘The Little Prince’ adlı animasyon filmi çıkacak, konu belki de ondan gündemde. Bu arada geçenlerde Ankara’da 47 Küçük Prens koleksiyoncusu bir ortak sergi düzenledi. Ama asıl, bu köşenin hamilerinden Ali Poyrazoğlu’nun ‘Küçük Prens bana dedi ki’ adlı oyunu ortalığı kasıp kavuruyor. Kürsüye çıkıp sunum yapmadan, oyunu seyretmeye cesaret edemedim, Ali abiyle mukayese ederim kendime güvenim kalmaz diye.

 
Hürriyet-İK, 31.05.2015
 
 
 
 

Küçük Prens’i İK gözüyle okumak (sunum)



Ana teması ‘per aspera ad astra’ yani ‘zorlu yollardan yıldızlara ulaşmak’ olan bu konferansa davet edilince (1), nedense aklıma Antoine de Saint-Exupéry’nin Küçük Prens’i geldi. (2)

Son günlerde Küçük Prens pek bir gündemde. Herhalde o yüzden. Mark Osborne’un animasyon filmi çıkacak ya...

Küçük Prens, 270 dile ve lehçeye çevrilmiş, 145 milyondan fazla satmış, 253 farklı tercümesi olan bir kült eserdir. Bir başyapıttır.
Başyapıt nedir bilirsiniz: Mutlaka okumanız gerektiğini düşündüğünüz, ama asla okumayacağınız bir kitap…

*
Küçük Prens çok konuşulan, çok tartışılan bir kitaptır. Fantastik roman mıdır, fabl midir, çocuk kitabı mı, büyüklere masal mı, bir türlü karar verilememiştir.

Haksız yere küçümsemeye çalışanlar olduğu kadar, abartılı fanları da vardır.
Küçük Prens’ten çok farklı anlamlar çıkarılabileceğini, işte koyun kelimesini dost’la, yılan’ı ölüm’le, baobab ağacı’nı çatışma kelimesiyle değiştirin bakın ne derin anlamlar çıkıyor, filan diye kitaba felsefî roman, inisyatik eser hatta Kabala muamelesi yapanlar vardır.

Bence Küçük Prens bir çocuk masalı değil, büyüklere masaldır, çocukça bir masal
Zaten yazar kitabını ‘büyüklerin içindeki çocuğa’ ithaf eder.


Saf ve masum bir çocuk olarak kalmıştır Saint-Exupéry. Genç yaşta uçağıyla Akdeniz’de kaybolmasının da bir kült yazar haline gelmesinde payı vardır.

*

Farklı uzunlukta ve birbirinden bağımsız 27 bölümden oluşur kitap. Bölümlerin çoğu, Küçük Prens’in karşılaştığı tuhaf insanlardan söz eder. Küçük Prens her seferinde ‘büyüklerin’ abuk sabuk düşüncelerine ve davranışlarına hayret eder.

Yazar, Saint-Ex, insanları ‘içlerindeki çocuğa dönmeye’ davet eder, çünkü ‘büyükler de bir zamanlar çocuktu, ama pek azı bunu hatırlar…
*
Madem ki Küçük Prens bir alegorik kitaptır, herkes farklı gözlüklerle okuyup, farklı anlamlar çıkarabilir, ben de size bugün Küçük Prens’i insan kaynakları gözüyle okumaya çalışacağım.

27 bölümü birer ikişer cümleyle hatırlayalım (böylece okumayanlar da okumaktan kurtulmuş olurlar) ve çalışma hayatıyla, insan kaynakları yönetimiyle, genelde insan ilişkileriyle ilgili bir şey çıkar mı, bakalım…
*
O halde, masal dinletisine başlıyoruz.

Küçük Prens gibi, bir gezegenden öbürüne, yazar gibi bir konudan öbürüne atlayarak…

Lütfen şimdi herkesin içindeki büyük dışarı çıksın ve bizi içimizdeki çocukla başbaşa bıraksın.
*
*   *
Küçük Prens’in 1. bölümde yazar, çocukken yaptığı ilk resmi anlatır. Büyüklere gösterip sorar: “Bu resim sizi korkutuyor mu?”

“Bir şapkadan neden korkalım ki?” derler. Büyüklere her zaman, her şeyi açıklamak gerekir.

Onlara birinci resmi anlatmak için ikincisini çizmek zorunda kalır. O gördükleri bir şapka değil, fil yutmuş bir boğa yılanıdır…

Büyükler gene anlamazlar, sen resim yapmayı bırak git derslerini çalış, derler; tarih, coğrafya, aritmetik öğren….

>>> Büyükler sizi asla zevk alarak, severek yapacağınız işlere yönlendirmezler. Sizi, kendi kafalarındaki kalıba sokmaya çalışırlar. Oysa siz, severek çalıştığınızda çok daha yaratıcı ve verimli olursunuz. Ama büyüklerin sizinle tek tek uğraşacak vakitleri yoktur. Onlar sizi birey olarak, iş arkadaşı olarak değil, bir ‘kaynak’ olarak görürler.
*
2.bölümde yazar sonsuz bir çölün ortasında tek başınadır. Uçağı arızalanmış, mecburi çöle inmiş, hayatta kalabilmek için uçağırı tamire çalışmaktadır.

O anda yanında küçük bir çocuk belirir.

Yazar gözlerine inanamaz, çölün ortasınra garip giyimli bir çocuk… Ama çocuk sorularına cevap vermez. “Lütfen bir koyun çiz bana!” der.
Yazar koyun çizmeyi beceremez, sonunda bir kutu çizer “İşte sana bir kutu” der, “istediğin koyun onun içinde.”

Küçük çocuk çok mutlu olur. Ama endişelidir “Acaba çok ot yer mi? Çünkü benim yaşadığım yer çok küçük…
>>> Hepimiz aslında küçücük dünyamızda tek başınayızdır, bir koyuna yani bir dosta ihtiyacımız vardır. Ancak ‘her koyunun kendi bacağından asıldığı’ bir toplumda, gerçek dostluklar azdır. Hele hele çalışanların birbiriyle rekabete zorlandığı, liyakate değil, sadakate önem verilen alaturka şirketlerde…

*
3.bölümde Küçük Prens bir başka gezegenden geldiğini ağzından kaçırır. Ama bir koyunu olduğu için mutludur. Yazar ona bir de koyununu bağlamak için ip çizmeyi önerir: “Uslu durursan, gündüzleri onu bağlamak için sana bir ip verebilirim”.

>>> Hepimizin kafasında böyle kalıplar vardır: ‘Uslu durursan’ lafı bir kalıptır. Çocuklar, bir şeyleri hak etmek için ‘uslu durmalı’dırlar. Ki büyüyünce de, bazı şeylere hak kazanmak için ‘uslu durmak’ gerektiğini unutmasınlar. Büyükler akıllı ama asıl uslu çocukları severler. Her dediklerini yapacak ve fazla soru sormayacak çocukları…
*
4.bölümde Küçük Prens’in yaşadığı gezegeni tanıtır yazar.

Bu gökcismini 1906 yılında bir Türk bilimadamı keşfetmiştir. Ama kılığı kıyafeti sebebiyle kimse onu ciddiye almamıştır. Taa batılılar gibi giyinene kadar…
>>> Yani büyük insanlar ön yargılıdır, şekilcidir. İşin özüne değil, dış görünüşe önem verirler.

Küçük Prens bu bölümde büyüklerin ‘asıl önemli soruları’ sormadığını, her şeyin değerini rakamlarla ölçmek istediklerini söyler.
>>> Maddecidir büyükler, kalıplarla düşünürler, dış görünüşe çok önem verirler. İşini iyi yapanlara değil, göz boyamayı bilen sahtekarlara itibar ederler.

*
5. bölümde Küçük Prens, gezegeninde neden baobap ağacı fidelerini istemediğini, neden onları yolduğunu anlatır. Eğer zamanında söküp atmazsanız, baobap ağaçları küçük gezegeni ele geçirip parçalayabilir.

>>> Büyükler bunu bilmezler, oysa sorunun büyümesine izin vermemek gerekir. Çok dikkatli olur, daha ortaya çıktığında sorunları hallederseniz, dostluklar, arkadaşlıklar bozulmaz. Yok dikkatsizlik eder, sorunları büyümeye bırakırsanız, bir daha başa çıkamazsınız.
Tabii ne olup bittiğini görebiliyorsanız. Tabii kendinize güvenmediğiz yahut da iyi bir yönetici olmadığınız için ‘bölerek yönetmek’ derdinde değilseniz…


6. bölümde Küçük Prens güneşin batışını izlemekten duyduğu mutluluğu anlatır.


>>> Büyükler bilmezler, oysa küçük mutlulukların farkına varmak gerekir. Erişilemeyecek mutluluklar insanı mutsuz eder. Tutulamayacak hedefler, gerçekçi hedeflere erişilmesini de engeller.
*

7. bölümde Küçük Prens, koyunun dikenli bir gülü yiyip yiyemeyeceğini sorar. Yiyebilir cevabı alınca çok üzülür. Eğer dikenler bir işe yaramıyorsa, çiçekler milyonlarca yıldır dikenleri olsun diye neden çaba gösterirler?

Yazar o zaman, Küçük Prens için dünyadaki en önemli sorunun, dostu koyunun, sevdiği gülü yemesi olduğunu anlar. “Eğer insan, milyonlarca yıldızdan birinde açmış bir çiçeği seviyorsa, o yıldızlara bile baktığında mutlu olur… Ama eğer koyun ansızın o çiçeği yerse, bütün yıldızların ışığı söner.
>>> Bazen ne gülden, ne koyundan vazgeçebilirsiniz. İkisini birbirlerine zarar vermeden bir arada yaşatmayı başarmalısınız. Başarılı bir İK yöneticisi patronun çıkarlarıyla çalışanların çıkarlarını aynı oranda gözetmeyi bilmelidir. Çünkü şirketin menfaati bunu gerektirir.

*
8. bölümde Küçük Prens gülün gezegenine bir tohum olarak, bir başka dünyadan gelişini, ilk kez açışını ve tanışmalarını anlatır. Gülün kendini beğenmiş sözleri onu sinirlendirse de, gülün varlığı ve kokusu onu mutlu eder. Küçük Prens onu terk ettiği için üzgündür ‘Söylediklerine değil, yaptıklarına önem vermem gerektiğini bilmem gerekirdi’ der.

*
9.bölümde Küçük Prens’le gülün vedalaşması anlatılır. Ona hep azarlayan çiçek, aslında Küçük Prens’i sevdiğini söyler.

>>> Bazen insanlar, kibirleri yüzünden, birbirlerine gerçek hislerini açıklayamazlar. İlişkilerin kötü gitmesinde, bitmesinde, yanlış anlaşılmaların, kendini doğru ifade edememelerin payı büyüktür.
Karşısındakini dinlemeyi ve kendini doğru ifade etmeyi öğrenmek gerekir. Yöneticinin yönetmek ve otoritesini kabul ettirmek için çalışanlara mesafeli davranmasına gerek yok.


Gökcisimlerini gezen Küçük Prens 10. bölümde bir kralla tanışır. Hiç tebası olmayan kral, kralcılık oynamak istemektedir. Küçük Prens ilk kez ‘yasaklamak’ fiilini duyar.


Kral, tek tebası gitmesin diye onu adalet bakanı yapar. Ve gökcisminde başka kimse olmadığı için Küçük Prens’in kendini yargılaması gerekeceğini söyler: “Bu çok zor bir iştir” der yaşlı kral “Kişinin kendini yargılaması başkasını yargılamasından çok daha zordur.
*
11.bölümde Küçük Prens kendini beğenmiş bir adama rastlar. Adam, sadece övgüleri duymak istemektedir. Değil eleştirilmeye, övgü dışında bir laf edilmesine bile tahammülü yoktur.

>>> Çalışanları olsa, hepsini yalakalardan seçerdi mutlaka…

12.bölümde küçük bir göktaşında tek başına oturmuş içen bir sarhoşla karşılaşır. “Utancımı unutmak için içiyorum” der adam. “İçki içtiğim için utanıyorum…” Ama içmeye neden başladığını bile unutmuştur…
>>> Çoğu zaman neyi niye yaptığımızı unuturuz. Ya rutine düşeriz, çalışmak bir alışkanlık haline gelir. Sevmeden, verimsiz çalışırız. Ya da yolumuzu şaşırır ve misyonumuza ihanet ederiz.


13.bölümde Küçük Prens bir göktaşında tek başına oturmuş hesap yapan bir işadamına rastlar. İşadamı harıl harıl kaç tane göktaşına sahip olduğunu hesaplamaktadır. Üzerinde oturduğu dışındaki göktaşlarının ona bir faydası yoktur, onun da kağıt üzerinde sahip olduğu göktaşlarına bir faydası yoktur. Ama o sahip olmayı, sahip olmak için istemektedir.


>>> Kimi insanlar iç dünyalarının, ruhlarının fakirliğini parayla, malla, güçle, iktidarla kapatmak isterler. Bu insanlık fukaralarının, çalışanları insan olarak görmesi mümkün mü?


14.bölümde Küçük Prens hepsinden küçük bir göktaşına uğrar. Üzerinde sadece bir fener ve bir fenerciye yer vardır. Görevi, gün batarken feneri yakıp, sabahın ilk ışıklarıyla söndürmektir. Kraldan, kendini beğenmişten, sarhoştan veya işadamından farklı olarak, en azından, yaptığı işin bir anlamı var, diye düşünür Küçük Prens. Ancak göktaşı giderek daha hızlı döndüğü için, fenercinin artık dakikada bir yakıp söndürmesi gerekmektedir. Verilen emre sadakatinden, neredeyse yorgunluktan ölmek üzeredir. Ama o kadar kuralcıdır ki, duramaz.


>>> Bazen, dünya değişir, bazı işlerin anlamı kalmaz, ama biz değişimi fark etmeyiz yahut yaptığımız işi sorgulamayız.

15.bölümde Küçük Prens altıncı gezegenini ziyaret eder. Diğerlerine göre çok büyüktür bu. Masa başında oturmuş yaşlı bir coğrafyacı vardır burada. Ancak gezegeninde dağ var mı, okyanus var mı, haberi yoktur. “Ben kaşif değilim, ben büromdan çıkmam” der.

>>> Kimi yöneticiler kimin ne iş yaptığını, işin nasıl yapıldığını, hatta çalıştıkları şirketin ne iş yaptığını bile doğru dürüst bilmezler.
*
16. bölümde ise, Küçük Prens, coğrafyacının tavsiyesiyle, Dünya adlı gezegene uğrar. Dünya’nın ne kadar büyük olduğunu anlatmak için Pilot okurlarına bazı rakamlar sıralar: Mesela dünyada 111 kral yaşamaktadır, 7 bin coğrafyacı, 900 bin işadamı, 7,5 milyon sarhoş, 311 milyon kendini beğenmiş, toplam 2 milyar yetişkin insan vardır. Elektriğin keşfinden önce bütün gezegeni aydınlatmak için 462.511 fenerci çalışıyordu.

>>> Dünyanın her yerinde ayrı oranda iktidar düşkünü, para düşkünü, içki düşkünü yaşar. Ve her yerde halkın çoğunluğu düzenin devam etmesi için çalışması gereken garibandan oluşur. Çalışanın, çalışmak zorunda olduklarını unutmayın!

17.bölümde Küçük Prens kendini yeni geldiği ve çok kalabalık zannettiği dünyada tek başına bulur. Bir yılan ona bulunduğu yerin çöl olduğunu, ama insanın kendini insanların arasında da yalnız hissedebileceğini söyler.

>>> Aslında, kalabalığın içinde bile insan kendini çok yalnız hissedebilir. Yönetim ve başta İK, çalışanların ‘yalnızlık’ hissine kapılmasını önlemelidir. Biz bir aileyiz heeeey! demekle aile olunmaz.

18.bölümde Küçük Prens ilk kez bir çiçeğe rastlar çölde. Çiçek ona çölde sadece 7 kişinin yaşadığını, onların da ‘kökleri olmadığı için’ rüzgarın önünde savrulup zorlandıklarını söyler.

*

19.bölümde ilk kez bir dağın tepesine tırmanır Küçük Prens. Kimse yoktur gene. ‘Günaydın’ der usulca, belki bir cevap veren olur diye. ‘Günaydın, Günaydın, Günaydın’ diye yankılanır sesi. Kimsiniz? sorusuna da, ‘Dostum olur musunuz, yalnızım’ sorusuna da gene sadece yankı cevap verir.

Ne garip bir gezegen, diye düşünür Küçük Prens. Kupkuru, sipsivri ve her yanı sert, haşin. İnsanlarının da hiç hayalgücü yok. Yalnızca kendilerine söyleneni tekrarlıyorlar.
>>> Yükseğe çıktıkça tabiat sertleşir, insan yalnızlaşır. Etrafında sadece söylediklerini bir aksiseda gibi (bir eko gibi) tekrarlayıp duran insanlar toplaşır.


20.bölümde karlı yolları aşıp bir bahçeye varır. Burada binlerce gül vardır. O anda kendi gülünün evrende bir eşi daha olmayan bir çiçek olmadığını anlar, zannettiği kadar zengin olmadığını, büyük bir prens olmadığını anlar. Ağlamaya başlar.
>>> Herkes kendini tek ve farklı zanneder. Gerçeği öğrenmek ve bilmek insanı yıkar.


21.bölüm romanın can alıcı bölümüdür. Küçük Prens bir tilkiye rastlar. Tilki onun arkadaşlık teklifine ‘ben evcil değilim’ diye cevap verir. Sen benim için dünyadaki yüz binlerce çocuktan birisin, ben de senin için dünyadaki yüz binlerce tilkiden biriyim. Ama beni evcilleştirirsen, sen benim için bu dünyada tek olursun, ben de senin için… Tilki çocuğa ‘Lütfen… beni evcilleştir’ der. Küçük Prens vakti olmadığını, bulması gereken dostlar, anlaması gereken çok şey olduğunu söyleyince de tilki ‘Yalnızca evcilleştirilen şeyler anlaşılır’ der. “İnsanların bir şeyleri anlamak için vakitleri yok, her şeyi dükkanlardan hazır alıyorlar. Ama dostluk dükkanda satılmadığı için hiç dostları yok.

Sonunda tilki evcilleşir ama Küçük Prens’in onu bırakıp gitmesi gerekmektedir. Tilki ona bir tasviyede bulunur: Şimdi git, o binlerce güle bir daha bak. Senin gülünün evrende tek olduğunu anlayacaksın.
Anlar Küçük Prens. “Benim gülüm hepinizden daha önemli, çünkü onu ben büyüttüm, korudum, şikayetlerini ben dinledim, sorunlarını ben giderdim, böbürlenme ihtiyacı duyduğunda onu sessizce dinledim…

>>> Kendini şirketin bir parçası gibi görenler, yaptıkları işi daha çok sahiplenirler.  Çalışanları dışlarsanız, yalnızlaştırırsanız, şirkete bağlılıklarını kaybederler ve ‘ne kadar ekmek o kadar köfte’ moduna girerler. Teşbihte hata olmasın ama… çalışanlarınızı evcilleştirin!
Veda için yanına döndüğünde tilki Küçük Prens’e söz verdiği gibi, sırrını verir:

Doğrular yalnızca kalp gözüyle görülebilir. Asıl görülmesi gerekeni gözler görmez. Ve evcilleştirdiğin canlıdan her zaman sen sorumlusun!
>>> İnsanlar bir istatistikten ibaret değildir. Bilançoda bir gider kalemi değildir. İnsanları görün. Gönül gözünüzle görün.

*
22.bölümde bir makasçıyla tanışır Küçük Prens. Makasçı ona herkesin çok acelesi olduğunu, ama makinist dahil trendekilerin aslında ne istediklerini, bu kadar aceleyle nereye, niye gittiklerini bilmediklerini söyler.

>>> İnsanlar devamlı koşuşturmaktan, aslında neden koşuşturduklarını, neyin peşinde olduklarını, asıl gitmek istedikleri yerin neresi olduğunu unuturlar. Asıl hedef insanların mutluluğudur aslında. Paranın, pulun, işin, çalışmanın maksadı, insanın mutluluğudur.
*
23.te bir satıcıya rastlar. Susuzluk gideren haplar satmaktadır. Bu da insanlara zaman kazandırmaktadır. Haftada 53 dakika. Peki kazandıkları bu 53 dakikayı nasıl değerlendirir insanlar? Bilmem? Hiiiç…

>>> Daha hızlı araçlar, robotlar, fast food, bilgisayarlar daha mutlu olmamıza, kendimize ve sevdiklerimize daha çok zaman ve dikkat ayırmamıza değil… daha çok üretmeye ve daha çok tüketmeye yarıyor. Neden çalıştığımızı, neden ürettiğimizi unuttuk.
*
24. bölümde artık pilotun suyu tükenmektedir, sonu yakındır. Küçük Prens’in ısrarıyla su aramaya çıkarlar. Gece bir tepenin üstüne otururlar. Çölün güzelliğinden söz ederken, Küçük Prens “Çölü böylesine güzel yapan, bir yerinde bir kuyu gizliyor olmasıdır” der. İnsanın evini, yıldızları, çölleri güzel yapan görülmeyen bir şeydir.

>>> Umutsuz, gelecek umudu kalmayan insan mutsuzdur, heyecanı kaybolur. İnsanların umutlarını kırmayın. Aksine, onların şirketin geleceğine ve kendilerinin şirketteki geleceklerine inanmalarını sağlayın.

25.bölümde çölün ortasında gerçek bir kuyu bulurlar, su çeker ve kana kana içerler. İnsanlar hızlı trenlere dolup koşuşturuyorlar ama neyin peşinde koştuklarını bilmiyorlar. Binlerce gül yetiştiriyorlar ama aradıkları gülü bulamıyorlar. Oysa insan bir gülle, bir kova suyla mutlu olabilir. Çünkü gözleri görmüyor. Oysa gerçeği görmek için kalp gözüyle bakmak gerekir. “Onca zahmete ne gerek var!”

>>> Rahatı yerinde olan yönetici çalışanların sıkıntısını anlamaz. Aldığınız ücretlerin, size verilen yetkilerin, geniş büroların, makam araçlarının, sekreterlerin sizi çalışanlardan koparmasına izin vermeyin. Patrona yakınsınız diye, çalışanları ‘patronun malına ve parasına kast eden parazitler’ gibi görmeye başlayan yöneticilerden olmayın.

26.bölümde Pilot, uçağı tamir ettiğini müjdelemek için sabah yanına gittiğinde Küçük Prens’i yılanla konuşurken bulur. Yılana ‘zehrin çok güçlü mü, bana uzun süre acı çektirmeyeceğinden emin misin?’ diye sormaktadır. İçini bir korku kaplar Pilot’un. Küçük Prens’i bir daha görememe ihtimali onu hüzünlendirir. “O benim için çöldeki bir çeşmeydi” diye düşünür. “Ben de bugün evime dönüyorum” der çocuk.

''Yıldızların değeri herkes için aynı değil, der Küçük Prens. Yolculuk yapanlar için yıldızlar yalnızca kılavuzdur. Bazıları için yalnızca gökyüzündeki küçük parıltılar. Bilim insanları için araştırılacak problemlerdir. Benim işadamı gibiler için ise onlar yalnızca değerli altınlardır. Ama sen, sen yıldızlara kimsenin bakmadığı gibi bakacaksın.
>>> Unutmayın, herkes yıldızlara sizin baktığınız gözle bakmıyor. Herkes yıldızlara baktığında, sizin gördüğünüzü görmüyor. Yıldızlara sadece ‘kaynak’ olarak bakmayın. Yoksa onların değerini anlayamazsınız…

"Onlardan birinde ben yaşıyorum ve gülüyorum diye, gece gökyüzüne baktığında, senin için bütün yıldızlar gülüyor olacak. Yalnızca senin gülmeyi bilen yıldızların olacak!" der Küçük Prens.
>>> Gülmeyi bilen yıldızlarınız olsun!

Yolu çok uzun olduğu, bedenini kendi gezegenine taşıyamayacağını düşündüğü için kendini yılana sokturmayı kafasına koymuştur Küçük Prens. Pilot onu ikna edemez. “Ölmüş gibi olacağım ama gerçekte öyle bir şey olmayacak. (Bedenim) Terk edilmiş eski bir deniz kabuğu gibi olacak. Eski kabuklar için üzülmeğe değmez.”


Bir an kımıldamadan durur Küçük Prens. Yılan ısırınca bağırmaz. Bir ağaç gibi, sessizce, yere devrilir.
*
Son bölümde, Küçük Prens’in gidişinin üzerinden 6 yıl geçmiştir, Pilot hâlâ onu düşünmektedir. Çölden kurtulmuş, evine dönmüştür. Ama yaşadıklarını kimseye anlatamamıştır.

“Ancak onun bedeninin minik gezegenine gittiğini biliyorum” der. Çünkü sabah gittiğinde Küçük Prens’in cansız bedeni yerinde yoktur.
Altı yıldır her gece yıldızlara bakmakta, hep aynı soruları sormaktadır:

Evrenin bilmediğimiz bir köşesinde, hiç görmediğimiz bir koyun, bir gülü yedi mi, yemedi mi? Büyük bir gizem.
Gökyüzüne bakın ve bu soruyu kendi kendinize sorun, der yazar.

Hiçbir büyük insan bunun ne kadar önemli olduğunu asla anlayamaz…
*
*   *
Yöneticilere, sorulara doğru cevap versinler, sorunlara çare üretsinler diye para verirler.
Henüz sorulmamış sorulara doğru cevap verenlere ve henüz ortaya çıkmamış sorunlara çare bulanlara ise ‘lider’ derler, daha da çok para verirler.

Ama hiç biri bu en can alıcı soruya cevap veremez:
Evrenin bilmediğimiz bir köşesinde, hiç görmediğiniz o koyun, o gülü yedi mi, yemedi mi?

Sorunuz yanlışsa, sorun zannettiğiniz şey önemsizse… vereceğiniz cevabın da bir anlamı kalmaz.
Maurice Blanchot’nun şu sözünü hatırlayın:

Cevap, sorunun başına gelebilecek en büyük talihsizliğidir!
*
Bir Amerikan esprisi vardır:

Bir gazeteciyle bir spermin ortak noktası nedir?
Amerikalılar, gazeteci için değil, başka bir meslek için sorarlar bu soruyu ama,
biz gazeteci diyelim:


Bir gazeteciyle bir spermin ortak noktası nedir?
İkisinin de insan olma ihtimali milyonda birdir…

Hem yönetici, hem insan olunabilir.
İK’cı herkesten daha ‘insan’ olmak zorundadır.

Bir zamanlar çocuk olduğunuzu hatırlayın ve…

Lütfen çalışanın arkasındaki insanı görün!
*
*   *

Bu anlattıklarım, bu söylediklerim size çocukça geldi biliyorum.
Ama zaten okuduğumuz da bir masaldı.

Ayrıca sizler, yönetici olarak masal anlatmaya, çalışan olarak da masal dinlemeye alışıksınızdır…
Saint-Ex, bu kitabı ‘büyüklerin içindeki çocuğa’ ithaf etmiştir.

Onun için Küçük Prens’i çocuklara değil, asıl büyüklere okutmak gerekir.
Böylece belki ‘büyüklerimiz’ de ‘büyük insanlar’ olarak doğmadıklarını,
‘bir zamanlar bir çocuk olduklarını’ hatırlarlar.


Konuyu İK’ya bağlamak için ‘Büyüklerimiz belki bir zamanlar bizim gibi birer ÇALIŞAN olduklarını hatırlarlar’ diyecektim ama vazgeçtim…
Son anda hatırlardım ki, onlar çalışma hayatına müdür olarak, yahut koordinatör olarak başlarlar…

Evet, masalımız bitti…
Büyükleri içeri alabiliriz!

  

(1) Hay Group’un bu yıl teması ‘Yıldızlara Ulaşmak’ olan Bahar Konferanları

(2) Mark Osborne’un ‘The Little Prince’ adlı animasyon filmi çıkacak, konu belki de ondan gündemde. Bu arada geçenlerde Ankara’da 47 Küçük Prens koleksiyoncusu bir ortak sergi düzenledi. Ama asıl, bu köşenin hamilerinden Ali Poyrazoğlu’nun ‘Küçük Prens bana dedi ki’ adlı oyunu ortalığı kasıp kavuruyor. Kürsüye çıkıp sunum yapmadan, oyunu seyretmeye cesaret edemedim, Ali abiyle mukayese ederim kendime güvenim kalmaz diye.

 



 
 

 


24 Mayıs 2015 Pazar

Bizde kural ‘sürdürülemezlik’tir

Bir işe, hele hele debdebeyle tantanayla kalkışırken…

(1) projenin ne zaman ve nasıl sona ereceğini baştan planlamak gerekir.
Mesela Türkiye 1981’de Atatürk’ün 100’üncü doğum yılını döve döve kutladı (çünkü iktidarda pek hevesli bi darbeci paşamız vardı). Okulların ve kamu binalarının üstüne ‘Atatürk 100 Yaşında’ diye yazılar asıldı. Ancak emri verenler o yazıların ne vakit indirileceğini söylemeyi akıl etmemişlerdi. Yıl oldu 1982, 1983 hâlâ Atatürk 100 Yaşında. Ama o tabelayı kaldırmak zor (o zamanki faşizm militarist idi) okul müdürleri, daire müdürleri bir müddet vaziyeti sondaki 0’ın üstünü boyayarak ‘Atatürk 101 yaşında, 102 yaşında…’ diye idare ettiler; sonra çaktırmadan, ağır ağır o yazılar indi.

(2) Keza, olur da proje cortlarsa, ne yapılacağını da ta baştan düşünmek gerekir.
Mesela patronculuk oynayan patronların; şirketin ne iş yaptığından haberi olmayan CEO’ların; işi göz boyamaktan, yapar gibi yapmaktan ibaret yöneticilerin, ve arada tek tük iyi niyetli, heyecanlı ama iş bilmeyen saftiriklerin etkisiyle başlatılmış ve arkası gelmemiş ne çok ‘müthiş proje’ yahut ‘dönüşüm’ vardır ki baştakiler bir müddet sonra nasıl unutturacaklarını bilememişlerdir.

Kötü yönetilen şirketler, önü arkası düşünülmemiş, başka bir şirketten görüp özenilmiş, tepede birinin dâhiyane bir fikri, etrafındakilerin ‘aman efendim ne güzel düşündünüz’leriyle başlatılmış, milyonla para ve nice emek gömülmüş birer ‘nafile projeler mezarlığı’dır.
Eskiden ‘Türk gibi başlamak, İngiliz gibi bitirmek’ diye bir laf vardı.

Biz, bu coğrafyanın insanları, belki sıcakkanlılığımızdan, belki genlerimize işlemiş göçebelilik (biz kervanı yolda düzeriz) ve köylülükten, muhtemelen de organizasyon özürlü olduğumuzdan (beni çok ilgilendiren bir konudur bu – Türkçe’de organisation kelimesinin karşılığı yoktur, çünkü bizim kafamızda öyle bir kavram yoktur, deyip dururum) önünü arkasını düşünmeden, Ya Settar Ya Gaffar Allahüekber dalarız, ama gerisini getirmeyiz. Getiremeyiz.
Bizde kural ‘sürdürülemezlik’tir.

Tabii köylülük, göçebelik falan derken, elbette genlerimize en az aynı oranda işlemiş olan ezelî ve ebedî ‘yağma ve talan’ yetenek ve geleneğimiz müstesnadır.

*
*  *

Ya durup dururken ne oldu bu işçilere?

Medyatik toplumlarda tekrar ispat demektir” diyen kimdi unuttum, ama doğrudur.
İnandırıcı olmak için söylediğinizin doğru veya gerçek olması gerekmez. Tekrarlamanız yeter. Mesela Erdoğan bunu bilerek aynı lafları (üstelik aynı ses tonuyla) tekrarlar. Kimi çok okunan köşe yazarları hep aynı şeyleri (aynı cümlelerle) tekrarlarlar.

Bu yöntemin başarılı olmasında, dinleyicilerin, okurların, seçmenlerin gelişimini tamamlamamış olmasının da payı vardır. Dikkat edin, küçük çocuklar hep aynı masalı dinlemeye, aynı çizgi filmi seyretmeye bayılırlar. Küçük çocuklarla geniş halk kitleleri arasında bir benzerlik olabilir mi?


Daha önce de yazdım, sizi çocuk, aptal, yahut ortalama parti seçmeni yerine koymamak için tekrarlamak istemiyorum. İzninizle, şu kadarını hatırlatayım:

Türkiye’de son 10 yılda bir ekonomik (kalkınma demeyelim, bu kavram ekonominin yanısıra hukuk, sosyal, kültür, eğitim hatta ahlâk alanlarında da iyileşmeyi içerir ki biz bu cephelerde geriliyoruz) …

Türkiye’de son 10 yılda ekonomik büyüme yaşandıysa(*), kimileri zenginleştiyse, patronların ve varsılların çıkarı bu zenginleşmenin kabul edilebilir bir bölümünü çalışanla paylaşmak, tabana yaymaktır. Yoksa, büyümeyi sürdüremediğiniz gibi (çünkü tüketim artmaz), sosyal patlamalara da sebep olursunuz.

Sonra da “Ya bu otomotiv işçilerine n’ooldu durup dururken?” diye hayret edersiniz.

(*) Son yıllardaki büyüme, gerçek bir büyüme midir, yoksa şişme midir? Ekonomist değilim. Ayrıca TÜİK’in ve benzer resmî kurumların rakamlarına da güvenmiyorum. Ama bana sanki Türkiye epeydir ‘geleceği tüketiyor’ gibi geliyor. Geleceğinden yiyor. Yani krediyle alarak, taksitle ödeyerek, bir kredi kartı borcunu başka bir kartla kapatarak 2016’da, 2017’de tüketeceklerini bugünden tüketiyor. Buna batılılar ‘ileriye doğru kaçmak’ derler. Bize bunu ‘Türk mucizesi’ diye yutturuyorlar. Bu sarmalla duvara toslamak kaçınılmazdır.

Not: Bu yazı yayımlanmayı beklerken OECD’nin ‘eşitsizlik raporu’ açıklandı. Türkiye, 34 üye içinde zengin-fakir farkı en yüksek 4.ülke imiş.

Hürriyet-İK, 24.05.2015