25 Ocak 2015 Pazar

Eeeey Dupuy...



Eskiden (mesela benim ekonomi okuduğum yıllarda) şirketlerin bir ruhu olduğuna inanılırdı. ‘Ruh’ yani ‘varlıkların maddî olmayan tarafı’, anlamında. Maddî varlıklarının yanısıra, şirketlerin, yönetenlerden ve çalışanlardan bağımsız bir ‘şirket ruhu’ olduğuna...
Sosyolog François Dupuy’ye bakarsanız, o günler artık geride kalmış.
Dupuy, Fransa’da ‘çalışma dünyası hakkında yılın kitabı’ seçilen araştırmasında (Lost in management, 2011) şirketlerin ‘göz kararıyla’ (daha doğrusu ‘kör uçuşuyla’) yönetildiğini söylüyordu.

Bu kez, başlığı ‘Yönetimsel düşüncenin iflası’ diye tercüme edilebilecek kitabında, ‘günümüz şirketlerinde yöneticilerin artık düşünmediğini’ iddia ediyor.
(Ne de olsa biliminsanı, ölçüyü elden bırakmıyor. Ben olsam ‘beyinsiz yöneticilerin elinde kalan şirketler artık ruhsuz’ derdim.)

Şirketin her kademesinde ‘düşüncenin fakirleştiğini’, yöneticilerin ‘düşünsel tembellik içinde’ olduğunu söylüyor. ‘Karmaşıklığın bilincinde olan, anlamaya çalışan yönetici kalmadı’ diyor. Çünkü ‘bilgiyle olan ilişkimiz değişti’:
Şirketlerde artık ‘fast thinking’ hâkim diyor Dupuy. Hızlı düşünme değil, fast food gibi olumsuz, zararlı bir tanım buradaki: ‘yalapşap düşünme’ diyelim.

Toplumda da durum aynı, diyor: “Alelâde (yüzeysel) bilgiyle yetiniliyor; geliştirilmiş, derinleştirilmiş bilgi artık makbul değil”.


Benim de taktığım PowerPoint örneğini veriyor:


PP sunumlar ‘ciddî bir bilginin özetlenmesi ve gerçek bir düşüncenin derli toplu sunumu’ gibi yutturuluyor. Oysa esas, şekle kurban ediliyor. Bilginin, düşüncenin yerini görüntü dolduruyor. (Bu arada bu sorun PP sunumlarıyla da sınırlı değil. Aynı tanıma uyan, görüntüden ibaret yönetici çok.)


Sonuç:


Yarım yamalak, ‘en küçük ortak paydaya indirgenmiş’ bilgi ve düşünce.
Eğer ‘zekânın, bilginin ve düşüncenin iflası’na karşı çıkan; bilgili, birikimli, tecrübeli, kafası çalışan bir yönetici (insan) olmakta ısrar ederseniz, ‘ortalama cehalet’ için tehdit oluşturduğunuzdan, ‘elitist, dar görüşlü, çağdışı’ diye etiketlenip dışlanıyorsunuz. Hatta kimi yöneticiler, kifayetsizliklerini ve başarısızlıklarını örtbas etmek için, size ‘paralel yapı’ (günah keçisi) muamelesi yapıyor, sizi patrona fitneliyor.

Dupuy bu ‘kültürsüzlük’ ve ‘kültürel çölleşme’nin sadece şirketlerde değil, toplumda da ciddî bir sorun olduğunu, medyanın (bilinçli olarak veya gazete-televizyon yöneticilerinin giderek cahilleşmesi neticesinde) bu ‘carî cehaleti’ körüklediğini iddia ediyor.


*
Eeey Dupuy, Paris’te oturmuşsun, atıp tutuyorsun. Kültürsüzlük neymiş, nemalandığın hatta varlığını borçlu olduğun carî cehalet nasıl körüklenirmiş, senden öğrenecek değiliz...
 

Not: Söz konusu kitapları okumadığımı, yayımlanan eleştiri ve yorumlardan yararlandığımı itiraf ediyorum.
 
Hürriyet--İK, 25.01.2015
 
 
 
 
 

18 Ocak 2015 Pazar

Yeteneksizsiniz

İnternetteki itiraf.com sitesinde bir zamanlar şöyle bir mesaj okumuştum:

“Lisenin son günlerini hatırlıyorum. İdealist, çalışkan bir öğrenciydim. Elimle koymuş gibi buldum tıp fakültesinin yolunu. Çok güzel, çok akıllı, çok nitelikliydim. Bunlar Tanrı vergisiydi, ben üzerine sadece emeğimi koydum. 16 yıl severek, isteyerek yaptığım cerrahlık mesleğimi bugün bırakıyorum. Hayatımı insanlığa hizmet etmeye adamıştım. Meğer bu adanmışlık gözlerimi kör etmiş. Yaşadığım ülkede alın teriyle, zekayla, özveriyle hiçbir yere gelinemeyeceğini artık biliyorum. Yeryüzündeki gölgen olmayı istediğim için beni affet Tanrım, sonsuz sabır sadece sana mahsus.”
*
Türkiye gibi az gelişmiş ülkelerde, ‘kaliteli-yetenekli insan’ zaten az çıkıyor.

(Doktor yahut biyolog değilim, onun için bilemem, ama ana-çocuk sağlığı, beslenme yetersizliği ve hataları, ana-babanın eğitimsizliği gibi etkenler mutlaka zihinsel ve bedensel gelişmeye darbe vuruyordur. Manzara da öyle gösteriyor.)
Kaliteli-yetenekli dedim. Yetenek de tek başına yeterli değil. Yetenekli insanın ‘dürüst’ olması da gerekir:

Herkese ve asıl kendine karşı dürüstlük; adalet, nasafet, ar, namus, çıkar düşünmeme, haddini bilme…
Yetenekli ama ahlâksız insan, topluma (ve konu şirket olursa çalıştığı şirkete) yeteneksiz insandan daha çok zarar verir. Şimdi bana örnek verdirmeyin, ayıp olur.

Kaliteli-yetenekli ve kendine / ailesine / çevresine / topluma faydalı insan, çok daha az.
(Zaten zayıf ve yetersiz olan insan malzemesinin üstüne, bir de çarpık ve çağdışı bir eğitim sistemi koyun. İnancı; eğitime, öğretime, bilgiye üstün tutan ve hâkim kılmaya çalışan bir zihniyet, fıtraten Millî Eğitim’e düşmandır. Tutuculuğu aşıp gericiliğe dönüşen ilkel toplumsal değer hükümlerini; cehaleti marifet haline getiren arsız kültürsüzleştirme politikalarını da ekleyin. Böyle olur.)

Peki biz, yetenekli insanımız az, olana da sahip olamıyoruz diye çırpınacağımıza ne yapıyoruz?
Aldığımız bütün bu yetenek-karşıtı önlemlerle yetinmiyoruz, bir avuç yetenekli-dürüst insanı ya hapse attırıyoruz, ya işinden attırıyoruz.

Yerine, kafa yapısı bize benziyor diye, aynı avuçtan beslendik ya da aynı kaba yapıyoruz diye, bir takım yeteneksiz yalakaları baş tacı ediyoruz.
Sonra da…
Yeteneklerimizi niye kaçırıyoruz? Türkiye’deki kaliteli insanlar nereye gitti? diye hayret ediyoruz!” diyesi oldum ama, saçma.

Biz bu sorunun cevabını biliyoruz.
Yapanlar da zaten bunu bilinçli yapıyorlar.

 
Hürriyet-İK, 18.01.2015 



11 Ocak 2015 Pazar

İyimser mi kötümser mi?



 
Bizde kadının yaşı gibi, erkeğin maaşı sorulmaz.

Maaşlar arasında öyle derin, öyle haksız bir uçurum vardır ki; tepe yöneticiler (çalışanlarına ne ödediklerini de bildikleri için zahir) aldıkları maaştan utanırlar; patronlar, üç kuruşa çalıştırdıkları ücretliler isyan eder diye korkarlar; neticede Türkiye’de kimin ne kazandığı konusu tabudur. Onun için Türkiye’de yöneticilerin kazancı haber konusu bile olmaz.
 
Halbuki Batı ülkelerinde, özellikle de kriz ve işsizlik döneminde, büyük şirket yöneticilerinin dudak uçurtan kazançları bitmeyen bir tartışma konusudur. 2008’de iflas ederek dünya ekonomisini sarsan bankaların yöneticilerinin bu başarılarına karşılık aldıkları milyonlarca dolarlık stock options ve primler insanları isyan ettirmişti.

2014 haziranında Journal of Financial Economics’te Clemens Otto imzalı bir makale yayımlanmıştı. Yönetici ne kadar çok kazanırsa, o kadar karamsar oluyor, diyordu.

Yönetici zenginleştikçe, geleceği daha karanlık görüyormuş. (Konuyla ilgisi yok ama aklıma çok sevdiğim bir Arap atasözü geldi: “Geleceğe kahve falından bakıyorsan, karanlık olmasına şaşmayacaksın!”)

Otto, 2.559 Amerikan şirketinin CEO’larının 10 yıllık (1996-2005) kazancını incelemiş. Aynı zamanda, her birinin ‘iyimserlik derecesi’ni iki parametre kullanarak ölçmüş:

(1) Yöneticilerin stock option’larını ne hızla ellerinden çıkardıkları (yönetici ne kadar kötümserse o kadar çabuk satıyormuş). 

(2) Yöneticilerin bir sonraki yıl için yaptıkları hisse başına kâr tahminleriyle gerçek rakamların karşılaştırılması.

Bu kriterlere göre ‘iyimser’ kategorisine giren (yani stock option’larını hemen realize etmeyen ve/veya tahminleri tutmayan yöneticiler) daha az para kazanıyormuş.

Otto, içine sinmemiş, bu yöneticilere sormuş, “Tahminlerinizde çok uçmanın bir olumsuz sonucunu gördünüz mü?” Hayır. “Yöneticinin kazancının zekâ veya aptallık derecesiyle bir ilişkisi yok. Kötü ve yanlış karar vermenin bir cezası yok” diyor. (Bunu keşfetmek için de öyle araştırmaya falan gerek yok. Kötü yöneticilerin daha makbul olduğunu ben ampirik yöntemlerle söyleyip duruyorum.)

Demek ki, sermayedarın menfaati şirketin başına iyimser bir CEO getirmek, öyle mi?

Öyle de değilmiş. Clemens Otto bu soruya da HEC Knowledge’te cevap vermiş:

“Aşırı iyimserliği mantıksız kararlar vermesine sebep olan CEO, mesela bir şirket alımı söz konusu olduğunda, bu şirketin kârlılığını veya potansiyelini abartabilir. Bu yüzden şirketine, tedbirli olduğu için daha az kâr beklentisi olan bir şirketi satın alacak olan kötümser CEO’dan çok daha pahalıya mal olabilir.”

Meslektaşım Annie Kahn, Le Monde’daki (bu yazıdaki bilgilerin de kaynağı olan) makalesinde şöyle diyordu:

Demek ki, yönetim kurulunun yahut icra kurulundaki diğer yöneticilerin, CEO’nun aşırı iyimserliğini/kötümserliğini dengelemesi gerekir.

Ahhhh be ablacığım, işte o söylediğin de ne yazık ki bizde mümkün değil.

Bizde patrondan farklı, hele hele zıt bir CEO; CEO’dan farklı bir icra kurulu üyesi, tepe yönetici düşünülebilemez. (Elbette istisnalar var. Ama onlar ilginç değil.)

Patron kendi gibi düşünen (düşünmese bile kendisi gibi konuşan) bir CEO ile çalışmak ister. (CEO da böyle yöneticilerle...)

CEO patron gibi düşünmeyi (düşünmese bile konuşmayı) bilenler arasından seçilir. (Yönetici de CEO gibi konuşanların arasından…)

Yani atalarımızın dediği gibi…

CEO patrona baka baka kararır.

Yönetici yuvarlanır CEO’sunu bulur.
 

Hürriyet-İK, 11.01.2015


 
 

4 Ocak 2015 Pazar

Karanlıkları yenmek insanın görevidir…

İnsanlar 1 Ocak sabahı iki hayal kırıklığıyla uyanırlar:

Milli Piyango’dan bu yıl da havayı almışlardır.

Ve yeni yılla ilgili kararları bir kez daha fos çıkmıştır.
*

Birincisiyle ilgili, Hürriyet’te, 10 yıl önce, 3 Ocak 2005’te (1) şöyle yazmışım:
“1 Ocak sabahı kalkarsın, yılın ilk mesai günü işe gelirsin… 31 Aralık akşamı işten çıkarken yaptığın, kaçınılmaz, ‘Haydi arkadaşlar, hakkınızı helâl edin, aybaşında ben artık yokum, ararsanız Bahama Adaları'nda bulursunuz beni...’ esprisi / umudu boşa çıkmıştır...
Söylemesen bile, aklından geçirdiğin ‘Pazartesi sabahı işe gelirim abi, açarım müdürün kapısını, ‘Lan hıyar' derim ‘ben senin ta dıııııt...’ umudun bir dahaki ‘büyük ikramiyeye’ kalmıştır...”

*
İkinci konuyla ilgili de gene aynı yazıda şöyle demişim:

“Bir sürü karar verirsin her seferinde, 1 Ocak'ta ne bileyim kimi ‘rejime yahut spora başlıyorum', kimi ‘eşek gibi çalışmaya son, yaşıyorum artık, hayatımı yaşıyorum...', kimi ‘yaşım 50'ye geliyor, hayat bitiyor... zamparalığa başlıyorum!..” Bir sürü iyi niyetli (!) karar...
Sonra? Sonra, sağ ön beyin lobunda gözünü açtırmayan bir ağrı, ağzında acı bir tat ve midende Diyanet'e hak verdiren bir yanmayla 1 Ocak sabahı kalktığında, ossaat anlarsın ki hepsi palavraymış!

1 Ocak'ın 31 Aralık'tan bir b.. farkı yoktur. Bırakın o büyük devrimi, perestroika bile fos çıkmıştır. ‘Düşmüş' bir halde, mor ve moron, yeni yıla girersin...”
*

Çünkü ‘yeni yıl kararı’ diye bir şey vardır.
Her yeni yıl bir milattır ve her birimiz yeni yılda yapacağımız / yapmayı bırakacağımız işlerle ilgili küçük / büyük ama ‘kesinnnn’ kararlar alırız. Kimimiz sigarayı bırakacaktır, kimimiz artık böyle şeyleri kafasına takmayacaktır, kimimiz ‘ayağını gazdan kaldıracak’, kimimiz kendi işini kuracak, spora başlayacak, cak cak caktır.

Ama Fransızca’da, bugünkü Fransızlar’ın bile unuttuğu, çok eski bir söz vardır: “Noel’in azmi Epifani’ye kadar” derler. Noel’le Epifani bayramının arası 12 gündür.
Aslında o kadar bile sürmez. 31 Aralık’taki o sarsılmaz kararlılığımız, daha 1 Ocak’ta balon gibi söner.

Daha doğrusu, biz daha o kararı verirken, cayacağımızı, kendimize verdiğimiz sözü bırakın tutmayı, tutmayı denemeye bile kalkmayacağımızı bal gibi biliyoruzdur aslında.
Bunu bildiğimizdendir, kimi ‘kesiiin’ kararımızı anamıza babamıza, eşimize dostumuza da yüksek sesle ilan ederiz ki kendimizi bağlayalım: Sözümü tutmazsam mahcup olurum, dalga geçerler diye kendimi zorlarım, diye umarız. O da sökmez. Tükürdüğümüzü yalamak kaderimizdir.

*
Uzmanlar diyorlar ki (bir gün ben de sağdan soldan araklayıp kendi bilgim ve fikrim gibi satacağım, belki o gün çok okunan bir yazar olurum) “Başarısız olacağımız kararı alış şeklinden bellidir”. (1)

Genellikle bu tür kararları, ‘böylesi daha iyidir, daha doğrudur’ diye düşünerek veririz; bazen istemeye istemeye. Mesela sağlığımı düşünerek sigarayı bırakmam lazım, biliyorumdur, ama aslında hiç niyetim yoktur. Yahut çocuklarla daha çok ilgilenirsem eşimin mutlu olacağını biliyorum ama aslında sözümü tutmaya niyetim yoktur, ama yapabilsem de çok iyi olur-du.
Yani akılcı bir davranış biçimini yahut bir vazifeyi ‘karara dönüştürmek’ için kendimizi zorlarız. Yılbaşı gibi bir dönüm noktası bunun için iyi bir vesiledir.

Oysa gerçek kararlar ve projeler çok farklıdır. Başkalarını mutlu etmek için / yapsak iyi olurdu diye değil, ‘biz’ istediğimiz için yaparız. Aslında karar verdiğimizde şartlar oluşmuştur, beynimiz bu kararı çoktan almıştır, biz ‘adını koyarız’.
Proje gerçek ve derinlerden gelen bir arzunun, bir hayalin üstüne kurulur. Gücü de işte buradadır. (2)

*
Yeni yılda hayâllerinizden vazgeçmeyin. Faulkner’in sözünü unutmayın: “Gerçek bilgelik, peşinden giderken gözden kaybetmeyecek kadar büyük hayallere sahip olmaktır!"

Ve kıvamının geldiğini hissediyorsanız, atın kendinizi suya. “Vakti gelmiş bir fikirden güçlü bir şey yoktur” der Victor Hugo.
Bu arada, memleketin durumu, yani ‘ahval ve şerait’ maneviyatınızı bozmasın. Üstümüzü örten karanlık sizi yıldırmasın. Peygamber Mani’ye atfedilen şu sözü hatırlayın:

Yaratılış insana emanet edilmiştir. Karanlıkları yenmek insanın görevidir...” (3)


(1) Jaun Garneau, psikolog – La lettre du psy no. 11 (Yukarıdaki örneklerin ve argümanların bir kısmı da bu uzmana aittir)
(2) Aynı yazıdan.
(3) Amin Maalouf’un Işık Bahçeleri kitabından
 
Hürriyet-İK, 04.01.2015