28 Aralık 2013 Cumartesi

Amanın…





BUGÜN size, işimizi yapmaya çalışırken ayağımıza dolanan, üstümüze sıçrayan, patronların zaaflarından faydalanarak şirketlere bulaşmış bir takım pisliklerden söz edecektim, ama şurada yeni seneye iki gün kaldı, midenizi kaldırmaya kıyamadım. Geçen hafta bal arılarını yazdık, bu hafta da bağırsak kurtlarını yazmayalım artık. Ayrıca, her kurumda en az bir iki örneği bulunan bu kifayetsiz muhterisleri konu edip sevindirmeyelim durup dururken.

Onun yerine size, İK mesleğinin yüz akı (vardır vardır, hem de çok vardır; kötü örneklere takılıp kalmayın) bir arkadaşıma teşekkür ederek, 2013’ten ve 2014’ten söz edeceğim. Yıllardır, senenin son haftası, insan kaynakları uzmanı arkadaşım Binnur Zaimler, eksik olmasın, Hürriyet İK okurları için ‘paralel’ uzmanlığını konuşturur ve bir astrolog gözüyle bize yeni yılı değerlendirir.

*

Aktivistler çoğalacak

2013’le ilgili yazdıklarıyla, astrolojiyle arası olmayan Serdar’ı bile – neredeyse – ikna etmeyi başardı.

30 Aralık 2012’de şöyle diyordu mesela:

Binnur Zaimler
“Hayatımızda tutunduğumuz maddî ve manevî değerler türbülansa giriyor. (…) Bizi güvencede hissettiren ne varsa, sarsılabilir. (…) Dünya 2013’te daha fazla girişimci, daha fazla aktivist görecek. (…) Dünya düzeni üzerinde giderek etkili olan aktivistlerin, artık terörist olmadıklarını, aksine çocuklarımızı bazen bizden daha fazla düşündüklerini şimdi biliyoruz. İşyerinde yeniliğe fırsat verirseniz, o sizi kucaklayacak. Aksi halde sizi biraz silkeleyecek. Birkaç sene boyunca hükümetlerin, şirketlerin iflasını görebiliriz.”

Nasıl, müthiş değil mi?

*

Aynı yazıda Koç Burcu için (ki ben pek Koç’a benzemem aslında) şöyle diyordu:

“UYAN! Zincirlerinizi henüz kırmadıysanız ve birkaç senedir aynı yerde çalışıyorsanız, oldukça yıpranmış olabilirsiniz. Bazen talimatları, statükoyu hiçe saymak, bazen de bir işe girip para kazanmakla, ya da girişimci olmakla özgürleşmeniz mümkün. Herkese hakkını vermeye dikkat edin.”

2013’te de uyanamadım. Beni, işim değil, yazının girişimde sözünü ettiğim şeyler yıprattı. Talimatlarla, statükoyla (ve bunları şahsî menfaatleri için kullanan bürokrat kafalı yöneticilerle) oldum olası aram yoktur. Ecevit’in dediği gibi ‘Bedelini ödemeyi göze alanlar için, özgürlük her yerde ve her şartta vardır’ diyenlerdenim. Herkese hakkını vermeye gayret ettim, elimden geldiğince.
*
2014 yılı için her alanda ‘yeniden yapılanma yılı’ olacak, diyor.

Koç Burcu ile ilgili öngörülerindeyse, bir cümle midemi bulandırdı:

Yeni işlere başvurma zamanı.

Amanın!..
  

*
*   *


Les Trois Mineurs - Christian Leroy

“Kültürle uğraşan insan aç kalmaz sanmıştım!” *



Geçenlerde...

Zamanıdır

Unuttum hangi sefil üçkâğıtçıdır, Red Kit’le oynadığı Rus ruletini kaybettikten sonra sızlanır:

- Ben sana hile yapamayacağın oyunlardan uzak dur demedim mi!..

Hayat, kaybetmeye mahkûm olduğumuz bir poker olduğuna ve biz de hile yapmayı, kâğıt tutmayı beceremediğimize göre...

Artık kartları karmanın ve yeniden dağıtmanın zamanıdır...

... dedim ya size.

Constsant Malva isimli bir Belçikalı’nın ‘Paroles de mineur’ adlı bir kitabını okuyorum. Ben olsam bu kitabın adını ‘Madencinin söyleyecekleri’ şeklinde çevirirdim çünkü Malva bir maden işçisi-yazar. Hayatını toprak altında çalışarak kazanmış, bir yandan edebiyatla uğraşmış, okumuş yazmış, emekli olduktan ne yazık ki kısa bir süre sonra ölmüş.

Kitabın bir yerinde içindeki burukluğu, hayal kırıklığını şöyle ifade ediyor:

Kültürle uğraşan insan aç kalmaz sanmıştım!

Evrensel bir hayal kırıklığıdır.

Herhalde Fransa ile mukayese ederseniz Türkiye’de daha yaygındır.

Ve Malva edebi-kültürel hayallerini sanki bir sonsöz, bir vasiyetle noktalıyor:

Arkamdan ‘iyi yazmazdı belki ama doğruyu yazardı’ desinler isterdim...


                                                                                                                                 (*) Onpunto, 2007



Hürriyet-İK, 29.12.2013








22 Aralık 2013 Pazar

Yaşamak için çalışıyorsan, çalışmak için ölme...


Ön not : 

Bir mazeretim sebebiyle yazıyı yayına ancak bu saatte koyabildim. Özür diliyorum...


Karıncaların çoğu steril dişi işçilermiş. Bunlar hayata bakıcı olarak atılır (böylece konuyu İK'ya da bağlamış oldum), yani önce kraliçenin, larvaların ve yavruların bakımıyla görevlendirilirmiş. Sonra yuvanın inşasında ve bakımında; hayatının son döneminde ise yuvanın savunması ile yiyecek bulma işinde çalışırlarmış. Karıncalarda göreve göre kast sistemi varmış. Yani her işçi, hayatının farklı dönemlerinde sırasıyla farklı kastların üyesi olurmuş.

Bir dişi karınca, türüne göre, 3 hafta ila bir yıl arasında yaşarmış. (Kraliçe karınca çok daha uzun ve ekmek elden su gölden yaşıyormuş tabii ki.)

Bu arada ilginç bir not:

Erkek karıncaların ömrü çok kısaymış. (İnsanın erkeği gibi) Kendi kendilerine beslenemedikleri için dölleme görevini yerine getirdikten sonra, demek ki artık ihtiyaçları kalmayan dişilerce bakılıp beslenmediklerinden, ölüp giderlermiş. (İnsanın dişisi bu bakımdan daha hakşinas şimdi, hakkını verelim!)

*

Arı kovanı da, tıpkı karınca yuvası gibi, bağımsız bireylerin birlikte yaşadığı bir yer değil; organize bir toplumdur. Toplum dediğimiz, aynı türden ve işbirliği yaparak hayatta kalmak üzere bir araya gelmiş ve organize olmuş bireyler bütünüdür. Bir toplumda bireylerin bir arada hayatını (dolayısıyla toplumun varlığını) sürdürebilmesi için, aralarında kusursuz bir iletişim olması ve ‘toplu zekâ’ ile karmaşık sorunların çözülebilmesi gerekir. (Toplu zeka olmadığı içindir ki biz hâlâ 'toplum’ olamıyoruz, ‘sürü’ olarak yaşamaya devam ediyoruz.)

Arılarda, karıncalardan farklı olarak, kast yoktur. İşler, her birey tarafından sırayla yerine getirilir.

Sayıları birkaç yüzü geçmeyen erkek arılar (ömrü hayatında bir kere çiftleşen) kraliçeyi döllemek dışında, kovanı havalandırma işine de bakarlar. (Ve erkek karıncalar gibi kendi başlarına karınlarını doyuramazlar.)

Karıncalar gibi, işçi arılar da yaşları ilerledikçe iş değiştirirler ve daha çok tecrübe gerektiren, daha karmaşık görevleri üstlenirler. Böylece bir dişi-işçi arı yaşamı boyunca (çiftleşmek ve yumurtlamak dışında) kovandaki bütün işleri yapmış, her tecrübeyi yaşamış olur. Özetle, bir işçi arının ömrü (sırayla) şöyle geçer:

• Ömrünün ilk 3 gününde temizlik yapmakla, petekleri temiz tutmakla;

• Sonra bakıcılıkla, yani larvaları ve kraliçe arıyı beslemekle;

• Sonra, gene temizlikle (ama bu kez kovanı temiz tutmak, içeride ölen arıları dışarı atmak vs) ve taşımacılıkla (toplayıcı arıların getirdiği polen ve nektarı taşımak, dağıtmak vs);

• Ardından, petekleri inşa ile;

• Sonra, kovanın kapısında bekleyip düşmanları, özellikle de eşek arılarını savmakla;

• Ve nihayet, hayatının son ve en uzun evresinde ise toplamacılıkla, yani kovandan uzaklara uçarak polen ve nektar toplamakla…

İnternetten edindiğim bilgiye göre bal arıları ortalama 6 ay yaşarmış.

Salı akşamı bir yabancı kanalda izlediğim belgeselde ise ‘kara arı’ denilen bir türden bahsediliyordu. Doğru anladıysam eğer, bu tür sadece 30 güncük yaşarmış. Son günleri, petek ve polen toplamak için bazen günde yüzlerce seyahatle geçen yaşlı arı, yolda bitkinlikten düşüp ölürmüş.

Ve, sıkı durun, kısacık hayatı harıl harıl (arı gibi) çalışmakla geçen kara arının, bir ömür boyu yaptığı bal... 7 gramdan ibaretmiş.

*

Peki Serdar, Hürriyet İK’da okuduğumuz bu yazıdan bizim nasıl bir sonuç çıkarmamızı istiyorsun?” derseniz, bir iki öneride bulunabilirim size:

1.İnsan toplumuyla karınca ve arı toplumlarının aslında ne kadar birbirine benzediği; birlikte ve ortak bir hedefe varmak için nasıl uyum içinde yaşayabileceğimiz ve çalışabileceğimiz konusunda bu sosyal böceklerden öğrenecek ne çok şeyimiz olduğu, falan filan...

2.Mesela kast sistemi (departman, bölüm vs) olsun olmasın, bir bireyin yuvadaki-kovandaki (şirketteki) her bölümde sırayla çalışabileceği; yaşı ilerledikçe (eskidikçe) ve tecrübe kazandıkça daha karmaşık görevleri üstlenebileceği ve bunun da en verimli iş bölümü olduğu;

3.Her 3 türde de (karınca, arı ve insan), erkeğin – ömrü hayatında bir iki kere döllemek dışında – aslında bir halta yaramadığı; karnını doyurmak için bile dişiye muhtaç olduğu...

4.Ancak insanın dişisin, karınca-arı hemcinslerinden çok daha becerikli olduğu, çünkü hem ana karıncanın ve arı beyinin, hem de işçi arının yaptığı bütün işleri tek başına yapmayı becerdiği... (Yani hem çiftleşmek ve doğurmak; hem de çocuklara bakmak, alışveriş yapmak, yemek yapmak, temizlik yapmak vs; ve tabii bu arada kendine bakmaktan aciz erkeği de yedirmek, içirmek, giydirmek…)

5.Bu arada, bal deyip geçtiğimiz şeyin böyle bakılınca ne kadar kutsal; her gramının aslında ne büyük bir emeğin, fedakârlığın ürünü olduğu ve bunun aslında her emek - her hayat için geçerli olduğu...

6.Bunları yazarken yazarınızın beyninin bir yarısının “Ulan Serdar sen de arı gibi çalışmaktan öleceksin ve bir ömür ürettiğin, bir kenara koyduğun bir tutam balı geçmeyecek” diye kendi kendine söylendiği...

7.Ve tabii söz baldan açılmışken, birileri Tuco’nun lafını (*) dinlemeyip (eşek gibi diyecektim az kaldı) arı gibi çalışırken, bal tutanların değil parmağını, tuttuğunu yaladığını...



Hürriyet-İK, 22.12.2013








14 Aralık 2013 Cumartesi

Zaten bizde şans olsa, falan…


Şu kadarını söyleyeyim (demiştim geçen hafta ‘şans’tan bahsettiğim yazıda):

Perşembe günü bir telefon geldi: “Serdar Bey, sizi ...’den arıyorum. Burada, büyük dedenizden kalma bir arsanızın olduğunu biliyor musunuz?

*
Hani filmlerde olur; adama, vakti zamanında Amerika’ya göçmüş, varlığından bile haberdar olmadığı amcasından petrol kuyuları falan kalır...

Gerçi bizim kuşakta bu hayal, bir sabah ‘Jeyar Yuving’ olarak uyanmak şeklinde değil de, her öz-hakiki-İstanbullu ailede en az bir adet bulunan, ‘bir zamanlar Şam Valiliği yahut Kahire’de kethüdâlık yapmış cennetmekân bir dede’den 150 senedir geldi gelecek miras şeklinde tezahür eder.

Benim de ana tarafımda bir Kevâkibî mirası ve milyar dolarlar telaffuz edilirdi de (ne anlama geldiğini bilsem de ‘telahhuz’ demem daha yerinde olurdu belki), ciddî miydi, bu tür hayallerle yaşayan düşkün konakzâdelerle mavra mıydı, çocuktum hatırlamıyorum.

Kulağım, telefonun ucunda kendini tanıtan ve derdini anlatan zatı dinliyor ama, zil sesine kadar atalet içinde olan nöronlarımda bir hız, bir canlılılık, bir heyecan, görseniz gözleriniz yaşarır.

Özetle, beni arayan beyin bir arsası varmış, üzerine inşaat yapmak isteyince bu arsanın bir köşesinin hâlâ dedemize ait olduğu ortaya çıkmış falan...

*

Zaten geçen hafta ‘azzzz sonra’ yaptık, daha da uzatıp yerli diziyle çevirmeyelim:

1. Arsa büyük dedeme değil, büyük dedemin müteveffa oğluna, yani annemin dayısına aitmiş. Hasılı mirasçıları biz değiliz.

2. Mirasçısı ben olsam da kaç yazarmış bu arada, çünkü söz konusu ‘arsa’ zaten cem’an 27 m2’cik imiş.
Yani sözün kısası, dostlar, zaten bizde şans olsaydı, vesaire, vesaire... Bakınız yazının başlığı.

*

Maden ki geçen yazıda yarım yamalak ‘başarı-şans’ ilişkisinden söz ettik...

Başarılı denilen insanların çok şanslı insanlardır.

     Bir kısmının başarısı şanstan ibarettir.
     Bir kısmı zaten başarılıdır, şansı da iyi gitmiştir.
     Bir kısmı zaten başarılıdır, şansını iyi kullanmıştır.
     Bir kısmı zaten başarılıdır, şansı zorlamıştır.
     Bir kısmı zaten başarılıdır, şanssızlığı yenmeyi de başarmıştır.

Başarısız insanların çoğu şanssız insanlardır.

     Bir kısmının başarısızlığının tek sebebi şanssızlıktır.
     Bir kısmı zaten başarısızdır, şansı da kötü gitmiştir.
     Bir kısmı zaten başarısızdır, şansı olsa da iyi kullanamayacaktır.
     Bir kısmı zaten başarısızdır, şansı hiç zorlamayacaktır.
     Bir kısmı zaten başarısızdır, şanssızlığı yenmeyi denemiş ama başaramamıştır.

Ne başarılı ne başarısız insanları nereye koyacağımı bilemedim.

Siz de kendinizi yukarıdaki cetvelde bir yere yerleştirebilirsiniz.

Ama her şeyden evvel, bilmeniz gereken iki kural var:

(1) Başarının ‘sizin için’ ne anlama geldiğine ‘siz’ karar edin; başkalarının kriterlerine uymaya çalışmayın.

(2) Ve bu tarifi yaparken ‘hem yeteri kadar gerçekçi, hem yeteri kadar hayalperest’ olun.

Yoksa ya hayallerinizi ıskalarsınız ya hayatınızı. Ki aynı şeydir aslında.

Demek ki cevap vermeniz gereken hayatî bir soru var:

Sizin için başarı nedir?



Hürriyet-İK, 15.12.2013

















6 Aralık 2013 Cuma

Şans…sız bir yazı

Nedir, derseniz cevap veremem. Ama şans diye bir şey var.

Bir defa, insanlar hayata şanslı veya şanssız başlarlar. Hep aynı örnek ama, Bebek’te bir yalıda doğmakla, Hakkari’nin bir dağ köyünde doğmak aynı şey değil elbet. Sonra aile, çevre, eğitime erişim; zeka, akıl, yetenek… Bunlar, sizin elinizde olmayan, değiştiremeyeceğiniz ‘girdi’ler.

Sonra, ömür boyu şansı iyi giden insanlar vardır.

Madem ki iş / çalışma hayatından söz ediyoruz, gene iş adamlarının en babasından örnek vereyim.


John D. Rockefeller (1839-1937) için ‘tarihin kapısı bir an için açıldı; John da tam o sırada kapının önünden geçiyordu’ derler. Buna ‘talihin kapısı’ da diyebilirsiniz.

Neydi Rockefeller’in şansı?

Doğru zamanda + doğru yerde + doğru adam oluşuydu. 

Doğru zamanda: Yani ABD’de (ve dünyada) ilk petrol kuyularının açıldığı yıllarda;

Doğru yerde: Yani ABD’de (ve dünyada) ilk petrol kuyularının açıldığı Titusville’e sadece birkaç saat mesafede yaşayan;

Doğru insan: Yani elinde sermayesi, sağlam bir iş tecrübesi ve güçlü bir çevresi olan, yeni iş imkanları arayan, son derece muhteris ve başarılı bir iş adamı oluşudur.

Rockefeller gerçekten çok başarılı bir iş adamıdır. (Çok başarılı iş adamlığı her zaman alkışlanacak bir şey değildir, ama konumuz bu değil.) Petrol işine girmeseydi de, mutlaka çok zengin olurdu.

Ama ‘ilk dolar milyarderi’ ve ‘gelmiş geçmiş en zengin iş adamı’ olamazdı herhalde.

Bu iki sıfatı, ‘Albay’ Drake’in ilk kuyusundan 150 sene sonra hâlâ dünya ekonomisinin en büyük sektörü olan petrole borçludur.

*

Tamam, JDR doğru zamanda, doğru yerde, doğru adam olarak daha işe başlarken çok şanslıydı. Ama sonra da talihi hep iyi gitti.

Mesela Thomas A.Edison’un icat ettiği ampul, gaz lambasının yerini alırken, Edison fabrikalarının eski bir mühendisi olan Henry Ford’un ürettiği otomobiller sayesinde petrolün ‘dünyanın en önemli ve stratejik ham maddesi’ haline gelivermesi, Rockefeller’in ne kadar şanslı olduğunu gösterir.

Evet, John çok kısmetliydi, ama Allah için, şansını her zaman çok iyi kullandı.

*

Size bunları niye anlatıyorum.

Şunu söylemek için: İş hayatında – keza çalışma hayatında – başarılı olmak için bilgi, yetenek (ve bazen çok çalışmak) şart. Ama bir o kadar da ‘şans’ gerekli.

İyi bir şirkete, iyi bir patrona, iyi bir yöneticiye denk gelmek büyük bir şanstır, mesela. Aksi olursa... neyse, o konuya girmeyelim.

İyi bir zamanda, doğru bir yerde bulunmak da öyle.

Ama lafı uzatmadan şu kadarını söyleyeyim:

Burada tanımladığım anlamda şanslı olmak veya olmamak sizin elinizde değil. Lakin...

(1) Önünüze çıkan fırsatı yakalamak için uyanık ve hazırlıklı olmalısınız. Yani şans, onu kovalayana güler. (Kötü bir örnek olacak ama, piyango bileti almaz, aldığınız bileti nereye koyduğunuzu hatırlamazsanız, büyük piyangoyu kazanamazsınız.)

(2) Bununla da yetinmeyip, kendi şansınızı kendiniz yaratmaya çalışmalısınız. İş hayatına atılırken (kolay değil ama) geleceği olan bir sektörü, geleceği olan bir departmanı seçmeye çalışmak; sektörünüzdeki değişimleri iyi izleyip ona göre hareket etmek vs şart.

Amerikan çok satan kitaplarına benzeyen bu kötü yazıyı niye yazdığımı da anlatacağım ama, yerim kalmadı. Artık haftaya...

Şu kadarını söyleyeyim:

Perşembe günü bir telefon geldi: “Serdar Bey, sizi ...’den arıyorum. Burada, büyük dedenizden kalma bir arsanızın olduğunu biliyor musunuz?


Hürriyet İK, 08.12.2013





2 Aralık 2013 Pazartesi

Akıl sağlığı raporu


OECD’nin 2013 Sağlık Raporu yayımlandı.

Beni en çok ‘OECD Ülkelerinde Akıl Sağlığı’ bölümü ilgilendirdi tabii.

Ne de olsa Türkiye de bir OECD ülkesi ve ben her gün en az 2 saat araç kullanıyorum ve yolum ‘akıl sağlığı’ hakkında ciddi endişe duyduğum binlerce Türk'le kesişiyor.

1.000 kişiye günde 106 doz ile en müreffeh OECD ülkelerinden biri olan İzlanda, antidepresan tüketiminde bir numara.

Sonra sırayla Avustralya (89 doz), Kanada, Danimarka ve İsveç geliyor.

Kore ve Çin (13 doz), Estonya (18), Macaristan (27) ve Slovakya (31) ise en az antidepdesan kullanılan ülkeler.

Bu tabloya bakınca ‘ekonomik kriz ve işsizlik antidepresan tüketimini tetikliyor’ tezi ağır bir yara alıyor.

Keza ‘güneşli ülkelerde sefalet daha az koyar’ safsatası da.

Gene de İspanya ve Portekiz gibi ağır ekonomik krize batmış ülkelerde, antidepresan tüketiminin son 5 yılda yüzde 20’lerin üzerinde artması, krizin halkın sinir sistemini olumsuz etkilediğini gösteriyor.

Hadi tüketimde ilk 5’e giren Kuzey ülkeleri soğuk, karanlık, insanlar ekonomik refaha rağmen mutsuz falan diyelim.

Hem zengin, hem güneşli, hem önü açık olan ‘umutların kıtası’ Avustralya niye ikinci sırada o halde?

Cevap şu (ben vermiyorum, Le Monde muhabiri Claire Gatinois’nın görüştüğü uzmanlar söylüyor):

Ekonomik kriz ve işsizlik zaten var olan bir eğilimi güçlendirdi.

İnsanlar modern hayata bağladıkları ‘spleen’den (karamsarlık, iç kararması) kurtulmak istiyorlar.

Düne kadar ayıp sayılan, gizlemeye çalıştıkları stres, depresyon ve hatta çeşitli patolojilerden artık utanmıyorlar, doktora gidiyorlar, tedavi oluyorlar.

Hatta stres ve depresyon günümüzde moda oldu bile denebilir.

Bu arada (gene OECD raporundan) iyi bir haber:

Söz konusu ülkelerde sigara ve alkol tüketimi düşmeye devam ediyor.

Tabii kimilerinin umut ettiği  gibi ‘ahlaki’ değerlerle alakası yok; bilinçlenme ve ekonomik krizin sonucu.

Peki Türkiye’de antidepresan tüketimi? 

Tabii ki gene veri yok. Devletin, güya izinle ithal edilen, ruhsatla üretilen, reçeteyle satılan ilaçların üretiminden tüketiminden bile haberi yok.

Ama mazeretleri var: 

Enflasyon anketinde ‘Alevi misin Sünni mi?’ yahut 'Köpek giren eve melek girer mi?' diye sormakla meşguller.

Prof. Dr. Mansur Beyazyürek söyledi. Antidepresan tüketimi son 9 yılda yüzde 160 artmış.

Yılda 37 milyon kutu diye bir rakam okudum bir haberde.

Belli ki kalkınmış ülkelerin çok gerisindeyiz.

İktidarın hedefi 2023’te Türkiye’yi antidepresan tüketiminde ilk 5’e sokmak olmalı.

Ve ellerinden geleni yapıyorlar Allah için!


*
*   *

Saint-Banoît 'delegasyonu' ve İstanbul'dan Milli Eğitim yetkilileri

Saint Benoît Lisesi Müdürü Pierre Gentric ve Türk Müdür Başyardımcısı Gülay Doğusoy ile

Saint-Benoît sadece bir okul değildir, bir ekoldür

Saint Benoît Lisesi ve Fransızca-Türkçe eğitim veren diğer 8 okul (İstanbul’dan Notre Dame de Sion, Saint Joseph, Saint Michel, Sainte Pulchérie ve Galatasaray; İzmir’den Saint Joseph ve Tevfik Fikret; Ankara’dan da Tevfik Fikret) Fransız Dışişleri Bakanlığı’nın, uzmanların 2 yıllık denetlemeleri sonucunda verdiği Label FrancEducation yani ‘eğitimde mükemmellik diploması’ aldı.

Saint Benoît Lisesi Müdürü M. Pierre GentricBu başarıda okulda verilen eğitimin ne kadar kaliteli ve etkili olduğunu gösteren eski mezunların da rolü büyük” diyerek birkaç eski mezunu ödül törenine davet etmişti. 

Hani beni de adam yerine koydu diye söylemiyorum, ama çok şık bir bakış açısı ve davranıştı.

Biz eskiler de “Bu eğitim kurumları sadece bir okul değildir, birer ekoldür, yani şu kadar yüz yıllık bir birikimin; pek çok yönetici, öğretmen ve öğrenci kuşağının eseridir” diyerek, eskileri yâd ettik. 

‘Mösyö’ Bertrand, Deymier, Lloret, Feck, Danjou, Marcoul, Duchemin, Maynadier, Siffrid, İsmet (Bilgen)’lerin; kadınlı erkekli hocalarımızın (hepsi olmasa da pek çoğunun) eğitimci ve insan olarak yüksek kalitelerinin post mortem de olsa tescilinden duygulandık.

Sevgili Saint Benoît’ma ve diğer kardeş okullara tebrikler…


Hürriyet-İK, 1 Aralık 2013



24 Kasım 2013 Pazar

Öğretmenlerin yatacak yeri yok


Herkes âdet yerini bulsun diye öğretmenleri bir günlüğüne göklere çıkarırken benim burada yazacaklarım ters gelebilir ama, artık alıştınız sanırım.

Beni aykırı ve antipatik bulanlar zaten okumayacaklardır.

Bir kere daha söylüyorum:

Çocuklarımızı yanlış yetiştiriyoruz.

Eğitim sistemimiz berbat. Bunu Koca Reşit Paşa’dan beri konuşuyoruz. Altı ayda bir değiştiriyoruz. Ama beter etmekten öte işe yaramıyor.

Ama benim sözünü ettiğim bu da değil. Daha da temel bir mesele.

Ana-baba olarak (sizin gibiler, benim gibiler) çocuklarımızı yanlış yetiştiriyoruz.

Öğretmenlerimiz de çocuklarımıza sadece yanlış eğitim değil, zarar da veriyorlar.

*

Çocuklarım hayata atıldılar, yahut atılmak üzereler. Hâlâ korkarım bana bir gün hesap soracaklar diye:

“Baba, ne hakkın vardı bize böyle yanlış, böyle çağdışı değer hükümleri aşıladın?”

Bir baba olarak utanıyorum. Ama çok geç.

Gerçekten, çocuklarımıza ne saçmalıklar öğrettik.

Yalan söylemeyin, verdiğiniz sözü tutun, haysiyetli olun, el etek öpmeyin dedik mesela.

Yarın bu çocuk ya siyasete atılmak isterse?

Dürüst ve namuslu olun; sakın hakkınız olmayan şeye (kimilerimiz ‘haram’ deriz bunun adına) el uzatmayın dedik.

Yarın bu çocuk ya belediyede yahut bir bakanlıkta iş bulursa?

Açgözlü olmayın, emeğe saygı duyun, borcunuza sadık olun, başkalarının hakkına göz dikmeyin falan dedik yahu.

Yarın bu çocuk ya ticarete atılırsa?

Daha böyle ne saçmalıklar öğrettik küçücük çocuklara.

Oysa…

Yarın onlar bu memlekette yaşayacaklar.

Yarın bugünleri bile arayacaklar.

Dövüp arsız etmek, sövüp yüzsüz etmek, ezip hırsız etmek varken. Ahlaksız, hayasız, duygusuz, saygısız, vicdansız... hasılı muteber birer vatandaş olarak yetiştirmek varken.

Fenalık ettik çocuklarımıza.


Not: Siyaseti, memuriyeti, ticareti namusuyla ve haysiyetiyle yapan elbet çok insan var. Ama inanın işleri çok zor. Her gün daha zor.


*
*    *


20’li yaşlarda da olsa, ellerinden öpülür

Bazı meslekler para için yapılmaz, aksi halde ulviyetini, kutsiyetini kaybeder. Para var diye doktor olandan insana hayır gelmez. Mesleğin imkanlarını para, iktidar, itibar ve itiraf edilemeyecek menfaatler için kullanan gazetecinin neye benzediği ortada. Her meslek insanın gözünde kutsaldır, ama en kutsalı şüphesiz öğretmenliktir. Bugün 24 Kasım, Öğretmenler Günü. (*)  Son hocam geçen sene öldü. Elini öpeceğim hocam kalmadı. Ama ben, onların yerine, onların yetiştirdiği ve bugün Hürriyet İK’da karşılıklız fedakarlıklarından bir iki örnek verdiğimiz 20’li, 30’lu yaşlardaki öğretmenlerin ellerini öpüyorum.


(*) Geçen sene bu vesileyle öğretmenlerimden ‘hürmetle, minnetle’ söz etmiştim. İzninizle tekrar etmeyeyim: 

http://serdardevrim-ik.blogspot.com/2012/11/hurmetle-minnetle.html




16 Kasım 2013 Cumartesi

Homo otus

ya da

Kitap okumayanan beyni ve zekası gelişmez 

10 Eylül’de yapılan taç giyme töreninde, Hollanda’nın yeni kralı halkına kötü bir haber verdi: Hollanda Krallığı artık bir ‘refah devleti’ değildir!
Daha düne kadar sosyal adalet ve sosyal politikalar konusunda Avrupa Birliği’nin ‘rehber ülkesi’ (Gidsland) olmakla övünen, Avrupa’nın en müreffeh memleketlerinden biri olan Hollanda’da halk, artık ekonomik açıdan ‘kaderine terk edildi’ demektir. Tabii bu görece bir terk edilmedir. Bizdeki gibi devlet tuttuğunu öper, zengin fakiri ezer, yolunu bulan malı götürür, iradesiyle kendini vergilendiren kerizdir ekonomisiyle uzaktan yakından ilgisi yoktur.
Buna rağmen aydınlar ekonomik krizin sonuçlarından sadece biri olan ve çok daha vahim bir ‘kültürel kriz’e üzülecek vakit buluyorlar:
Kitap satışlarındaki korkunç düşüş.
Hollanda’da 2012 yılında kitap satışları taban yaptı. 2008’e göre düşüş yüzde 20. 2013’ün ilk yarısında düşüş yüzde 30’un üstünde. Negatif bir Avrupa rekoru…
Profesyoneller kitap satışlarının 2008’de 50,6 milyondan birkaç yıl içinde 25 milyona düşeceğini tahmin ediyorlar.
Tarihçi, yazar ve yayımcı Bastiaan Bommelje “Bu kriz ülkenin entelektüel dokusunu ve gelecek nesillerin yarınlarını tehdit
ediyor
” diyor.
AncaK uzmanları asıl endişeye düşüren başka bir istatistik. Hollandalılar’ın kitap okumak için harcadıkları zaman erozyona uğruyor: Son 30 yılda ortalama bir Hollandalı’nın haftada kitap okumaya ayırdığı süre yüzde 44 gerileyerek 3,8 saate düşmüş. 10-19 yaş arasındaki bir genç, haftada sadece 12 dakika kitap okuyor. Hollandalı okul çocukları uluslararası yarışmalarda son sıralarda. İlkokul mezunu 4 çocuktan biri doğru dürüst okumaktan yazmaktan aciz.
Le Monde’da okuduğum bu bilgileri size niye aktarıyorum?
Çünkü 2010 senesinde Leiden Üniversitesi tarafından yapılan...
Ama durun, önce Türkiye’nin durumunu bir hatırlayalım.
*
Ankara Matbaacılar Odası’nın internet sitesinde verilen bilgilere göre:
Her 100 Japon’dan 14’ü düzenli kitap okurken (Türkiye 173 ülke içinde 86’ncı sırada olduğu için hangi ülkeyle mukayese etseniz fark etmez) bu oran Türkiye’de yüzde 0,01 yani 10 binde 1.
1 Japon yılda 25 kitap okurken, 6 Türk yılda 1 kitap okuyor.
1995’te bir Türk’ün kitaba harcadığı para 0,45 Amerikan doları (mesela Norveç’te 137 $ - Dünya ortalaması 1,3 $)
Bu kadar bilgi yeter değil mi? Zaten ne kadar kültürlü bir toplum olduğumuzu hepimiz görüyoruz, biliyoruz, yaşıyoruz.
*
Bizim memlekette varsılların yoksulları anlayış ve bilimsel mazeret ayaklarında hor görürken sarf ettiği yaygın geyiklerden biri ‘halkın buğday ve nohutla beslendiği, hayvansal protein tüketmediği için beyninin gelişmediği’ teorisidir.
Paleoantropolojik hafızam (ki yabancı televizyonlarda izlediğim belgesellerle sınırlıdır) beni yanıltmıyorsa eğer, insanın atalarından biri ot yerine etle beslenmeye başlayınca beynine (bağırsakların tasarruf ettiği) daha çok kan gitmeye başlamış da, beyni ve dolayısıyla aklı gelişmiş de... bu günlere gelmişiz yumurtaya can veren vesaire vesaire.
Yani hayvansal proteinin (zararları yanında) beyin gelişmesine faydaları yadsınamaz da, sorun bundan ibaret olsaydı bizim hafta sekiz gün dokuz kebapçıdan çıkmayan Sami’nin Einstein gibi olması gerekirdi, ki değil.
*
Bu satırları okumayacak olan gençler “İnternette her aradığımızı bulduğumuz, tabletten yahut cepten her türlü bilgiye anında ulaştığımız bir çağda kitap okumaya ne gerek var?
diye düşüneceklerdir.
Daha doğrusu düşüneceklerine, bir yerlerden duydukları bu lafı tekrarlayacaklardır.
2010 senesinde Leiden Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırmadan söz ediyordum, laf yarım kaldı.
Uzun araştırmalar sonunda uzmanların çıkardığı sonuç bir cümleden ibaret: “Kitap okumak çocuğun okul başarısını arttırdığı gibi zekasını geliştirir”.
140 vuruşluk Tweet’lerle, Face’de like edilen geyiklerle, kedili köpekli videolarla, televizyondaki zeka özürlülere göre formatlanmış oyunlar ve dizilerle... ne yazık ki insan beyni gelişmez. Olanı da kurur.
Yazar Bastiaan Bommelje, (neandertal benzetmesi yaparak) ‘nederland adamı’ dediği ‘yeni Hollanda gençliği’ni şöyle tanımlıyor:
Sıfır boyutlu, kitapsız hayatından son derece memnun ve IPhone’undan kendi Face hesabını ‘like’layan yeni bir tür...
Eğer Hollanda’da sistemin yarattığı ‘homo nederlandus’ gençliği böyle ise, Türkiye’de iktidarın yaratmaya çalıştığı ‘homo tayyibus’ tadından yenmez!

Not: Durumdan vazife çıkaracak olan savcı bey kardeşim, burada söz konusu olan ‘homo’ eşcinsel mealinde değildir; bilimde kullanıldığı gibi ‘adamı’ anlamınadır. Başbakanın ‘iktidar istifa’ lafını ‘hakaret’ olarak algıladığı bir memlekette tedbiren hatırlatmakta fayda var.

Hürriyet-İK, 17.11.2013