28 Mart 2014 Cuma

Bu da benden yöneticilere bir tüyo


Ciddi bir sarsıntı ve personeli strese sokan büyük değişimler (işten çıkarmalar; yer değiştirmeler vs) yaşayan büyük şirketlerde yönetim
(1) sorunları ve çözüm önerilerini çalışanlara anlatmakta,
(2) ve bu önerilere çalışanların katılımını sağlamakta zorlanır.
Ayrıca,
(3) çalışanlarıyla dürüst ve güvenilir bir diyalog kuramayan ve doğru geri bildirim alamayan yönetimin krizden çıkış politikaları başarısızlığa uğramaya mahkumdur.
Peki toz duman arasında, herkes işi için korkarken, sinirler gerilmişken, söylentiler yayılmış ve yönetime güven azalmışken, çalışanlarla doğru ve sağlıklı iletişim nasıl kurulur?
Herhalde soğuk ve kişiliksiz bir e-posta mesajı atarak değil.
Herhalde sağa sola çocukça sloganlar yazarak değil.
Çalışanları bir amfitiyatroda toplayıp, tencere-tava satan saha ekiplerini motive eder gibi, marşlar eşliğinde ‘biz bir büyük aileyiz, biz en iyiyiz, hödö hödö’ diye bağırtarak değil.
Herhalde servis şeflerini toplayıp ‘şimdi gidin bu söylediklerimizi ekibinize anlatın’ diye topu ara kademelere atarak değil.
Hele hele susarak, açıklama yapmayarak, her tatsız kararı bir sürpriz hale getirerek, herkesin sinirlerini gerip korkulu bir bekleyiş ortamı yaratarak değil.
*
McKinsey’in kurumsal dergisinde L.Duan, E.Sheeren, L.Weiss imzalı bir makale yayımlanmış. ‘Mış’ diyorum, ben okumadım, okuyandan okudum.
McKinsey’in danışmanları diyorlar ki, eğer çalışanların güvendiği ve saygı duyduğu, şirketteki ‘değişim aktörlerini’ bulup çıkarabilir ve desteklerini alırsanız, çalışanlara sesinizi duyurabilir, onların da sesini duyabilirsiniz.
Kimdir bu ‘değişim aktörleri’?
Bunlar, çalışanların darda kaldıkça gidip omzunda ağladığı, şirketlerin Güzin Ablaları, akıl danışılan âkil insanlardır.
Bir sıkıntısı olanları, derdine kulak verecek birini arayanları sabırla dinleyen, bazen gazlarını alan, bazen akıl veren, bazen bir arkadaş, bir abla-abi, bir anne-baba…
İşte çalışanların sevip saydığı bu insanları kazanırsanız, çalışanla iletişim kurabilirsiniz, diyor uzmanlar.
İyi de, koca bir şirkette bu 3-5 kişiyi nasıl bulacaksınız?
Aynı uzmanlar, bunun için sosyologların ‘kartopu anketi’ dedikleri yöntemi öneriyorlar.
Özetle, her çalışana tek tek sorun: “Mesleki açıdan bir sorunun olduğunda, çalışma arkadaşlarından kiminle dertleşiyorsun, kime akıl danışıyorsun?” Size kendi kimliklerini gizleyerek cevap versinler.
Sonra, çalışanların size ‘derdimi anlatıyorum, akıl danışıyorum’ dediği çalışanları bulun, onlara da aynı şeyi sorun… Bunları da bulun, aynı soruyu sorun…
Ta (artık şirketin büyüklüğüne ve şartlara göre) 3-5 yahut 8-10 kişi neyse  kalana kadar.
İşte bunlar, şirketin organizasyon şemasında görünmeyen, ama çalışanlar üzerinde gerçekten manevî etkisi olan ‘anahtar çalışanlar’dır.
Diğer çalışanlarla iletişim kurmanızı sağlayacak, sizin mesajınızı onlara en iyi şekilde anlatacak, size en doğru ve dürüst geri bildirim sağlayacak olan ‘değişim aktörleri’dir.
Yönetim politikalarını anlayan, benimseyen ve yönetime sesini duyurduğunu gören çalışanlar, haliyle, daha mutlu ve daha verimli olacaklardır.


(Bu arada küçük bir not: Uzmanlar, kartopu anketini uygulamadan önce, şirket yönetimine ‘Şirketin anahtar-çalışanları sizce kimlerdir?’ diye sormuşlar. Doğru cevap veren neredeyse çıkmamış. Yani siz, alışkanlıkla, bu çalışanları kendiniz belirlemeye kalkmayın.)

Hürriyet-İK, 30.03.2014





22 Mart 2014 Cumartesi

Çaycının kırk yıldır aklını kurcalayan soru

Yazar ve basın ressamı Robert Graysmith, Berkeley’de okuduğu günlerde Playboy’un kapağındaki bir çıplak sarışına vurulmuş. Fotoğraflarını, hakkındaki haberleri kesip saklamaya başlamış. Bir gün, bu güzel kadınla ilgili bir kitap yazacağına yemin etmiş.
Yarım yüzyıl sonra, işte bu kitap çıktı (Ben yeni fark ettim daha doğrusu) : The Girl in Alfred Hitchcock’s Shower (Alfred Hitchcock’ın duşundaki kız)



Marli Renfro
Çünkü söz konusu ‘kız’, Hitchcock’un Psycho (1960) filminde, kült duş sahnesinde Janet Leigh’ın dublörlüğünü yapan (dublöz demem gerekirdi biliyorum) Marli Renfro.
Janet Leigh’in filmin bu en kritik sahnesinde dublör kullandığı duyulmasın diye, Renfro’nun adı jenerikte bile geçmemiş. Oyuncu tek bir röportaj vermemiş. Platoda bir iki kişi dışında bu gerçek herkesten saklanmış. Çekimde bulunanlar bile, Marli Renfro’yu ‘esrarengiz sarışın’ diye bilmiş ve hatırlamışlar.
Robert Graysmith, 2001 yılında radyo dinlerken, yıllardır izini sürdüğü sarışın kadının Psycho filmindeki sahneye benzer bir cinayete kurban gittiğini öğrenmiş.
Bir sevdiğimi kaybetmiş gibi oldum. Kimlik kargaşası ve nekrofili temalarıyla bağlayarak hikayesini anlatmak istiyordum…” diyor.
Sonuçta, 10 yılı aşan çok ciddî bir araştırma yaparak (resmen ‘profiler’ gibi çalışması gerekmiş) bu, gölgede kalmış oyuncunun hikayesini derlemiş.
Marli Renfro, Psycho’dan sonra, F.F. Coppola’nın ilk filmi Tonight for Sure’da rol almış; Playboy Club’da Hugh Hefner’in ilk tavşan kızlarından biri olmuş; Las Vegas’ta bir kumarhanede dans etmiş...
Bütün bir hayatın heyecanlarını sadece bir seneye sığdırıp tabiata karışmış. Böyle ortadan kaybolması benim için hâlâ muamma” diyor Graysmith.
Gölgede kalmayı içine sindirmek zorunda kalanlar için her zaman hüzünlenmişimdir.
Ama gölgede kalmayı kabul eden insanları da her zaman sevmişimdir.
*
Eveeet, şimdi de zurnanın zırt dediği yere geldik:
Bir kültür-sanat yazısını bir İK yazısına nasıl çevireceğiz?
Çevirmeyeceğiz. Çünkü çeviremeyeceğiz.
Bu sefer de böyle olsun, ne’delim.
*
Psycho’dan bahsettik; bir sahnesinde, Anthony Perkins’in canlandırdığı psikopat Norman BatesHepimiz zaman zaman bir ölçüde deliyizdir” der.
Geçenlerde Babıâlî’nin son 40 yılını hatırlayan bir gazeteci bir anekdot anlattı.
Gazetenin emektar çaycısı emekli olurken bir güle güle partisi düzenlemişler. Tabii ki illa bir konuşma yap diye adamcağızı zorlamışlar.
Yaşlı çaycı lafa “Beni mahçup ettiniz, Allah da sizi mahçup etsin” diye girip kısa bir teşekkür konuşması yapmış. Sözünü bir soruyla bitirmiş:
40 yıldır aklımda bir soru var, bir türlü soramadım. Bugün son fırsat madem, sorayım. Hep manyaklar mı gazeteci oluyor, yoksa siz buraya geldikten sonra mı kafayı yiyorsunuz?
*
Gazeteleri okurken; yakın ve uzak çevremizde yapılanları, yaşananları hayretle izlerken (gerçi Türkiye’de artık hiçbir şeye hayret etmiyoruz ya), aynı soru hep benim de kafamı kurcalıyor:
Bunlar hep böyle miydi, yoksa o koltuğa oturduktan sonra mı kafayı yediler?


Hürriyet-İK, 23.03.2014









14 Mart 2014 Cuma

Yalakalık edende mi ettirende mi? ‘

Yalaka’ kelimesini Türk Dil Kurumu Dalkavuk, arsız, sırnaşık diye tarif ediyor.
TDK’nın böyle, bir kelimeyi başka bir kelimeyle izah etmek gibi bir kötü alışkanlığı vardır. Bari ‘dalkavuk’ ne demekmiş, ona bakalım.
“Kendisine çıkar sağlayacak olanlara aşırı bir saygı ve hayranlık göstererek yaranmak isteyen kimse, huluskâr, yağcı, yalaka, yağdanlık, yalpak, yaltak, yaltakçı, kemik yalayıcı, çanak yalayıcı”.
Amcamın dilinin ucuna kadar gelmiş de, yalakanın ne yaladığını söyleyememiş…
*
Hepimiz, şu veya bu şekilde, şu veya bu oranda dalkavuğuz.
Her insan kendinin dalkavuğudur bir defa; istediği kadar gerçekçi ve kendine karşı dürüst olsun…
Bunun ötesinde çoğumuz ‘beyaz’ yalakalıklarla yetiniriz. Ama kimimiz de bunu bir ‘kariyer planı’ hatta ‘hayat tarzı’ olarak benimseriz.
Psikologlar, patrona yapılan ciciliğin, dozunda kalmak şartıyla normal ve sağlıklı olduğunu düşünüyorlar. Tabiatta dominant / çalışma hayatında hiyerarşik olarak üstte olanla iyi geçinmek içimize işlemiş.
(İnatla bunun tersini yapan bazı psiko’lar da vardır, ama bu bir köşe yazısı otobiyografi değil.)
Ayrıca, diyor bir uzman (1) özel hayatla çalışma hayatı arasındaki sınır giderek ortadan kalktığından, patron dahil insanlarla (patron da bir insan haliyle) daha yakın ilişki kurmak eğilimindeyiz.
Ancak genellikle işi ‘yalakalık’ düzeyine getirenlerin hesabı başka.
Bunlar, ‘taharet sanatını’ iştahla ve ihtirasla icra ederler.
*
Her şeyi çocuklukta yaşanan travmalara açıklayan psikanalizciler bunu da narsisizme (özseverlik) bağlıyorlar:
Çocukken ana babasından yeteri kadar şefkat görmeyen, ya da tam tersi ‘sen dünya güzelisin, sen herkesten akıllısın’ diye zıvanadan çıkarılan insanlardır.
Bunlar, yetişkin insan olduklarında hep en beğenilen, en iyi olmak isterler; en küçük bir rekabete bile tahammül edemezler. (Bunlar, ilkokulda öğretmenin gözüne girmek için en önde oturup sürekli parmak kaldıranlardır.)
Eniştemin tabiriyle ‘birisi’ olabilmek için öne çıkmak, beğenilmek, makam ve unvana ihtiyaçları vardır. Bunun için her türlü yalakalığı hatta alçaklığı yapabilirler.
Bir diğer yalaka tipi, kifayetsiz olduğunu bildiğinden, yerini korumak, yükselmek için yöneticinin himmetine muhtaç olanlardır. Onun için bunların dini imanı patrondur. Bunlar, üstüne düşmeyen işlere dalar, kraldan fazla kralcıdır, manipülatördür, yalancıdır, ikiyüzlüdür.
Ama yalakanın var olabilmesi ve sonuç alabilmesi için, yöneticinin oyununa gelmesi şarttır.
Yöneticinin etrafına yanlış ve zararlı insanları toplamasını ‘insan acemiliği’ ile bir yere kadar izah edebilirsiniz.
Klinik psikolog ve ‘İşinde kendini iyi hissetmek, niye olmasın?’ adlı kitabın yazarı Yvonne Poncet-Bonissol, “Kimi yöneticiler yalakalığa çanak tutarlar” diyor. “Bunlar iktidarı severler, epey özseverdirler. Psikolojik olarak kaygılı insanlardır. Ve maiyetlerinden bu kaygılarını azaltmasını beklerler. Bu yüzden etraflarında dalkavukları toplarlar.
Psikanalist Martine Teillac ise “Ancak yalakalık her zaman işe yaramaz” diyor. “Liderler, yalakaların manipülasyonuna itibar etmezler, oyuna gelmezler. Lider yapıda insanların kendine güveni vardır ve pohpohlanmaya ihtiyaç duymazlar.
Hasılı…
Bir Arap atasözünün dediği gibi “Öyle yalanlar vardır ki, dinleyen kulak söyleyen dudaktan daha kabahatlidir.” (2)
Ve, Serdar atamızın her zaman söylediği gibi, “Yöneticiyi tanımak istiyorsan, kimlerle çalıştığına bak!” (3)

(1) Femme Actuelle, 16.12.2013
(2) Bakınız : (Serdar’ın yazısı) Söyleyen dudak, dinleyen kulak 12.08.2012
(3) Bakınız: (Serdar’ın yazısı) İkinci adam kim? 15.11.2009
Hürriyet-İK, 16.03.2014






8 Mart 2014 Cumartesi

Ölümden önce hayat var mı?


Nerede okudun, kimden duydun derseniz, cevap veremem. Ama bir paleoantropolog şöyle bir iddiada bulunuyordu:

Evrim sürecinde, ölüsünü gömen ilk maymun, insanın ilk atasıdır.
Yani insanın insan olması, cesetlerini gömmesiyle başlar, diyordu.
Çünkü bu, o canlının, hayvanî içgüdünün ötesinde, anasına, babasına, kardeşlerine, çocuklarına, dostlarına bağlılık ve şuurlu bir sevgi duyduğunu gösterir.
Gene, o canlının birtakım metafizik soru ve endişeleri olduğunun işaretidir.
İnsanevladı kısa tarihinin her döneminde ‘ben kimim, nereden geldim, nereye gideceğim?’ gibi sorulara cevap aramıştır.
Son 2-3 bin yıldır yaygın olan tektanrılı dinler, bireyin ‘nereden geliyorum?’ sorusuna çok yuvarlak bir bilimkurgu cevabıyla yetinseler de, bu dünyada insanları korkutup hizaya sokmak için ‘nereye gideceğim?’ konusunda dehşet korku filmi senaryoları yazmışlardır.
Ölümden sonra hayat var mı?’ sorusu, insan kaynaklarının, dolayısıyla bana tahsis edilen bu alanda benim konuma girmez. Ayrıca öldükten sonra ‘insan’ sıfatı kalıp kalmadığı tartışılır hale geldiğinden, bu açıdan bile beni aşar.
Ancak...
Ölümden ÖNCE hayat var mı?’, beni burada en çok ilgilendiren soru ve konu budur.
*
Tabii ki ‘kaynak’ (çalışan) olarak görüyorsanız, insan denilen inanılmaz hadiseye işveren/şirket gözüyle bakıyorsunuz demektir.
Her ne kadar Hürriyet İK gazetesinin yayın yönetmeni ve yazarı olsam da, ben insana sadece ‘çalışan’ olarak bakmayı beceremiyorum. (Halbuki işi insan kaynağı olanların içinde, çalışanı ‘mal’ olarak gören mallar var.)
Daha doğrusu, ‘çalışan insan’ söz konusu olduğunda (homo ergaster’den değil; sizden, benden söz ediyorum) çalışan’ın arkasındaki insan’ı görmekten; daha da dürüst olmak gerekirse, insan’ı ön planda görmekten kendimi alamıyorum. (Beni bu yüzden aptal bulanlar ve patrona fitneleyenler de var.)
Verimlilik, maaş, yan haklar, işinde mutluluk, iş-özel hayat dengesi, emeklilik falan filan, hepsi önemli, tamam.  Ama beni asıl ilgilendiren, bir kere daha, ‘ölümden önce hayat var mı?’ konusu.
Ama bu soruya da sadece siz, her biriniz, tek tek, kendiniz sorup kendiniz cevap verebilirsiniz. Cevap verebilirseniz.
Hayat, doğumla ölüm arasındaki biyolojik evreden ibaretse, tamam, çalı fasulye de sizin gibi yaşıyor.
Bu yaşadığınız hayat mıdır? Bu yaşadığınız, yaşamak istediğiniz hayat mıdır?
Belki de artık ağaçtan inmenin, hatta ayağa kalkmanın zamanı gelmiştir, ne dersiniz?
*
Filozof Hannah Arendt, birbirine zıt iki hayat felsefesi olduğunu söyler: 
Birincisi (tefekküre, iç dünyaya dönük, pasif anlamında) la vita contemplativa.
İkincisi (dışa dönük, aktif anlamında) la vita activa.
Birincisi para, mevki, başarı gibi ‘geçici şeyler’den vazgeçip, eldekinin kıymetini bilerek yaşadığı anın tadını çıkarmak olarak özetlenebilir. (Bunun en uç noktası budizmin 4 asil gerçeğidir: Hayat acıdan ibarettir, acı tatmin olmamış arzuların sonucudur; demek ki arzu etmezsek acı çekmeyiz. Yani hayatını yaşamazsan, mutsuzluktan kurtulursun.)
İkincisi ise tam tersi, arzuların için yaşa ve arzularına erişmek için ne lazımsa yap, der. Bu modelde iyi yaşamak hiçbir şey yapmamak değil, aksine aktif olmak gerektirir. Tabii arzularınızı gerçekleştirmek için bir bedel ödemeniz, yorulmanız, acı çekmeniz gerekebilir. Bu felsefeye göre acı ve zevk birbirinden ayrılmaz. (Bu felsefenin en önemli savunucusu Friedrich Nietzsche’dir.)
*
Dedim ya yaşamak isteyip istemediğinize sadece siz karar verebilirsiniz. Nasıl bir hayat yaşayacağınıza da. Hasılı hayat felsefenizi siz belirleyeceksiniz.
Ama illa bana ‘Sen bize ne önerirsin?’ diyorsanız, o takdirde geçen hafta olduğu gibi, gene bir lise hocasından örnek vereyim.
Lisede felsefe hocamızdı ama çok cahildi. Badi Ekrem’in felsefe versiyonu. Ders anlatmaz, kimin notlarıysa artık, bir defterden okuturdu.
Arada biri – itlik olsun diye - parmak kaldırıp bir şey sorardı (mesela) :
- Hocam atomculuk ile monizmin arasındaki diyalektik zıtlıktan ne anlamamız gerekiyor?
Garibim ne cevap versin, daha soruyu anlamıyor ki; hemen topu sınıfa atardı:
- Eveeet, kim cevap verecek? Sözlüden + 2 puan vereceğim…
Biri elini kaldırır: “Demokritos, Parmanides’in monist düşüncesine tepki olarak, yalnızca varolanları değil ruhu da atomlardan oluşan bir şey olarak düşünerek…” falan filan.
Bir ikincisi topa girer: “Monizm, maddî yani fizik dünya / psişik yani tinsel dünya ayrımı yapan düalist felsefeleri kesinlikle reddederken…” zart zurt
Ve hoca, sorunun sahibine dönerek konuyu toparlardı:
- Eveeeet, şimdi Zafer’in söylediğiyle Tahsin’in söylediğini alıyorsun, karıştırıyorsun, işte senin sorunun cevabı. Tamam mı, anladın mı?
*

Siz de, şimdi Buda’nın dedikleriyle Nietzsche’nin fikirlerini alıyorsunuz...


Hürriyet-İK, 09.03.2014


1 Mart 2014 Cumartesi

İşin önemi medyanın ilgisizliğinden belli

Sizi bilmem ama ben, üstüme pislik sıçramış gibiyim. Her gün daha derin bir çirkef, bir pespayelik. Bütün ilkelliğimiz yüzümüze vuruluyor.
Kimi saflar gibi demokrasi ummuyorduk ama, kleptokrasi manzarası da iç karartıyor. Gündemden kaçmak istiyor insan.
Öyleyse, Marx’ın deyimle ‘diamétralement opposé’ (taban tabana zıt) bir konudan, yani kültürden söz edelim ve güzel bir şey söyleyelim.
*
Geçen hafta, hiç âdetim olmadığı üzere, Kocaeli Üniversitesi, Gölcük Belediyesi ve Gölcük Kent Konseyi’nin birlikte yürüttüğü ‘Gölcük 2023 Projesi’ kapsamında bir açılışa katıldım: Kazıklı Kervansaray’da (çok güzel bir yermiş bu arada), Dün bugün Servet-i Fünûn Fotoğraf Sergisi.
Prof. Dr. Esat Harmancı’nın başı çektiği ekip, 54 yıl kesintilerle yayımlanan Servet-i Fünûn dergisi koleksiyonunu dijital ortama taşıyarak ve daha da önemlisi indeksleyerek bir mucize yaratıyor.
Mucize çünkü çok zor bir iş. Mucize çünkü, 2014 yılında bir üniversitenin böyle bir işe kalkışması, hatta bunu aklına getirmesi bile, Türkiye için başlı başına bir mucize.
Ve tabii bir ilçe belediyesinin bu projeyi sonuna kadar desteklemesi de alkışlanacak bir şey...
Bir iki yerel gazete ile Zaman, Aydınlık gibi bir iki ulusal gazete dışında kimse farkına varmadı, haberini yapmadı, tek bir köşe yazarı sözünü etmedi. Bu bile yapılan işin önemini ve kıymetini gösterir.
Bendenizin açılışına haçan ‘şeref konuğu’ (!) olarak davet edildiğim sergi ise, Türk basınının ilk fotoğraflı dergisi olan Servet-i Fünûn’dan derlenmiş ve 1891-1944 dönemine ait tarihî fotoğrafları kapsıyor.
İnanmayacaksınız ama, beni kürsüye çıkarıp konuşmamı istediler. Ukalalık fırsatı yakalamışken, özetle “Hafıza her toplum için şart. Daha doğrusu ‘toplum’ olabilmek için ‘hafıza’ şart. Amazon’da yaşayan yerli kabileleri bile, ihtiyarlarına ‘kabilenin sözlü hafızasının muhafızı’ oldukları için saygı gösteriyorlar. İleri, gelişmiş, medenî bir toplum olmak için ise, ‘yazılı hafıza’ şart.
Bilim ve kültür inşası binlerce yıldır süren bir mabettir. Her aydın buraya bir taş koyar, her nesil bir sıra tuğla örer ve medeniyet böyle yükselir.
Ama her kuşak – hafızası olmadığı için – aynı hataları tekrarlarsa, o bilim ve fen, o kültür, o medeniyet mabedinin inşaatı her nesilde yeniden, sıfırdan başlar. Ve Türkiye’de olduğu gibi, yüzlerce sene yerinizde sayar durursunuz…” falan dedim.
Hatta, “1890’ların Türkiye’sinde, fen ve edebiyat içerikli bir dergi yayımlama cesareti gösteren, zamanın en büyük şair ve yazarlarını bir araya getirerek Edebiyat-ı Cedide gibi bir akıma vesile olan gazeteci, yayımcı, yazar, matbaacı Ahmet İhsan Tokgöz’e ne kadar şükran duymamız gerekirse; yüz küsur yıl sonra, çok sevdiği ve mesken tuttuğu İzmit’te bir üniversitenin, siz hocaların yaptığını da - fenne, edebiyata, kültüre ve medeniyet projemize hizmetiniz sebebiyle – aynı heyecanla alkışlamamız gerek” bile dedim, itiraf ediyorum.
*
Ahmet İhsan Tokgöz (1868-1942)
Şimdi siz haklı olarak diyeceksiniz ki, senin orada ne işin vardı, o kürsüye ne sıfatla çıktın?
Orta 2’deyiz. İsmi lazım değil (daha doğrusu lakabı lazım değil, çünkü arkasından ayıp olur), bir edebiyat hocası Servet-i Fünûn’dan bahsederken ‘kurucusu Ahmet İhsan Alagöz’ gibi bir laf etti. Ben de oturduğum yerden boş bulunup kendi kendime ‘Tokgöz’ deyiverdim. O anda bir sessizlik oldu, hoca benim dediğimi duydu.
- Ne diyosun sen bakiim?
- Bir şey demedim hocam, özür dilerim.
- Yok yok, ukala beyefendi, kak, kak ayağa, sööle bakiim ne dediğini herkes duysun…
O kadar üstüme geldi ki, sonunda “Hocam siz Alagöz deyince, ben de istemeden Tokgöz dedim, sizi düzeltmek haddim değil, boş bulundum, özür dilerim” filan diye kurtulmaya çalıştım.
Gene susmadı. “Haaa yani ben bilmiyorum Ahmet İhsan’ın soyadını, Serdar beyefendi biliyor ööle mi? Kuzum sen ne bilirsin Ahmet İhsan kimdir, ukala herif” vıdı vıdı...
Gene sabrettim, gene özür dileye dileye, konuyu kapatmaya çalıştım.  Sonunda...
- Sen nereden bileceksin Ahmet İhsan’ı felan? Ahmet İhsan kimdir biliyor musun sen?
- Biliyorum hocam!
- Vaaaay, kimdir Ahmet İhsan söyle bakalım o zaman çok bilmiş bey!
- Büyük dedemdir efendim!

Hürriyet-İK, 02.03.2014