31 Ağustos 2014 Pazar

Fareler ve insanlar

Türkçe özürlü Türk Dil Kurumu’nun internet sitesi, ‘pişmanlık’ kelimesini şöyle tarif ediyor: ‘Pişman olma durumu, nedamet’. 
Peki, o halde ‘nedamet’ ne demekmiş? ‘Pişmanlık’.
E sağ olun ya, ne güzel anladık. Bir kelimeyi başka bir kelimeyle, yetmedi iki kelimeyi birbiriyle tarif etmek TDK’ya özgüdür.
Ben de Türkiye’nin hâlâ (1969’da yayımlanmaya başladı, demek ki 45 yıl sonra) en iyi Türkçe lûgatı olan Meydan-Larousse’a baktım.
Pişmanlık: Pişman olma, yaptığı bir hareketten dolayı üzülme.
Nedamet: Bir iş veya bir davranışın yanlış ve kötü bir sonuç verdiğini görüp onu yapmış olduğuna hayıflanma, pişman olma.
Peki yapmadığı bir şey için pişman olamaz mı insan? Olmaz mı, olur. Hatta, belli bir yaşa geldiğinde – elbet, yol boyu hepsini bastıracak temel bir hata yapmamışsan - yaptıklarından çok yap(a)madıklarına hayıflanırsın.
Yani ‘keşke yapsaydım’lar, ‘keşme yapmasaydım’ları bastırır.
Hakkı bey’ime de sordum, yapmadığın bir şey için hayıflanmayı ifade eden (pişmanlıktan ve nedametten gayri) bir kelime yok dilimizde.
Demek ki toplum olarak yol boyu böyle ince bir ayrıma gerek duymamışız.
Zaten milletçe çok ‘ince’ olduğumuz ve geçmişimizi, yaptıklarımızı ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızı, dürüstlük ve nasafetle muhakeme edip pişman olabilecek kadar geliştiğimiz söylenemez.
*
Oysa...
Nature Neuroscience dergisinde, galiba haziran başıydı, yayımlanan bir makalede, pişmanlığın insana has olmadığı, farelerin de pişmanlık duyduğu iddia ediliyordu.
Minnesota Üniversitesi’nde araştırmacılar fareleri 4 ‘lokanta’ arasında seçim yapmaya zorlamışlar. 4 yol, bunların üçü muz, çilek gibi farelerin bayıldığı tatlı yiyeceklere çıkıyor; dördüncüsünün ucundaki yiyecek ise tatsız tutsuz.
Detaya giremeyeceğim (sanki girsem bilimsel bir makale çıkarabilirmişim gibi :), sonuçta, davranışlarını ve beyinlerindeki nöronal faaliyetleri inceleyerek, farelerin de insanlar gibi pişmanlık duyduğuna – duyabildiğine - kanaat getirmişler.
Fare diye küçümsemeyin, rodentia yani kemirici takımından bu küçük canlılar, pek çok homo sapiens yani ‘akıllı insan’ olduğu iddia edilen canlıdan daha zeki ve akıllıdır. Pişmanlık duyabildiklerini de öğrenince, farelere saygım daha da arttı.
Öyle çok homo ergaster (‘çalışan insan’ yani sapiens’ten önce yaşamış ve ‘akıllı insan’ kadar gelişmemiş bir insanımsı türü – günümüzde de ‘akıllı’ insanlarla ‘çalışan’ insanlar genellikle farklı iki türdür)…
Öyle çok ‘çalışan insan’ tanırım ki, diyordum, hem yukarıda söylediğim gibi, görünmek istedikleri (veya onları oraya getirenler tarafından gösterilmek istendikleri) kadar ‘akıllı’ değiller; hem de ‘pişmanlık-nedamet’ denilen hassadan bihaberdirler.
(Sahi ‘çalışır gibi yapan uyanıklar’ için ayrı bir Latince bilimsel isim yok mudur?)
Yoksa asla tamir ve tedavi kabul etmeksizin, defalarca aynı hataları tekrarlamaları (hadi daha açık söyleyelim, aynı salaklıkları tekrar tekrar yapmaları) nasıl mümkün olurdu?


Not: Hürriyet İK mı okuyoruz Cumhuriyet’in Bilim-Teknik ilavesini mi, diyeceksiniz ama, farelerden söz etmişken, Nature dergisinde yayımlanan bir haberdi. San Diego Tıp Fakültesi’nde araştırmacılar, farelerin hafızasını silip yeniden yaratmayı başarmışlar. Yukarıda şöyle bir dokunup geçtiğim ‘yaptıklarına-yap(a)madıklarına hayıflanmak’ mevzuu ile birleştirilip, ilginç bir konu çıkarılabilir. Uzatmayalım, artık başka sefere.

Hürriyet-İK, 31.08.2014




24 Ağustos 2014 Pazar

Serdar Devrim, sözünü tutan yazar


1981 yılında, Fransa’da büyük bir reklam ajansı (bedava reklam olmasın diye CLM/BDDO’nun adını vermiyorum) gene bir büyük billboard şirketi (L’Avenir) için hâlâ konuşulan bir reklam kampanyası yapmıştı. Hedef reklam panolarının ne kadar etkili kullanılabileceğini göstermekti.
Ağustos’un sonlarında, Paris’te ve belli başlı Fransız şehirlerinde yüzlerce dev panoyu bikinili bir genç kadın fotoğrafı süsledi. “2 Eylül’de bikinimin üstünü çıkaracağım” diye vaat ediyordu.

2 Eylül’de, aynı genç kadının bu kez üstsüz bir fotoğrafı kullanıldı: “4 Eylül’de bikinimin altını çıkaracağım”.
4 Eylül’de bu kez arkadan çekilmiş, çıplak bir fotoğraf: “L’Avenir, sözünü tutan billboard şirketi”.

İlk ve en başarılı teasing kampanyalarından biriydi. Reklamcılık derslerine konu oldu.
*
 
33 yıl sonra nereden aklına geldi, diyeceksiniz.

Geçen haftaki yazının dibine düştüğüm not (muhtemelen ‘testosteron’ kelimesinin teasing etkisiyle) çok ilgi çekti. Hani “... bir araştırmaya göre evrim sürecinde atalarımız testosteron oranları düştüğü için ‘modern insan’ haline gelebilmiş. Bu konuya bir fırsatını bulup değinmezsem çatlarım” dedim ya.
Ben de, yukarıdaki şirket gibi sözümü tutuyorum. Ama yarı çıplak bir fotoğrafımı kullanmadım. Size kıyamadım. Beni okumak zaten eziyet…

Yoksa niyetim, 2014 yılında “Bazı dondurma firmalarının kastı satış değil, ülkemizde rezilliği, fuhşiyatı normal göstermeye çalışmaktır” diyerek kendi dünyasında reklam olmaya çalışanlarla; yahut aklı 7/24 bilmem neresinde olanlarla işim olmaz. Allah akıl fikir versin, Allah ıslah etsin!
Lâkin, Fransa’dan 33 yıl sonra, 2014 Türkiye’sinde, Hürriyet gazetesinde, ben Serdar Devrim, üstünü yahut altını çıkarmış o genç kadının fotoğrafını kullanamıyorum.

Hâlâ ‘sürüngen beynimiz’de kalmışsak; hâlâ hayatımızı testosteron salgısı yönlendiriyorsa; hâlâ ‘modern insan’ olarak evrilememişsek; bunun fizyolojik ve hormonal mazeretlerin ötesinde; sosyolojik, kültürel ve hatta tarihî bir açıklaması olmalı.
Ama biz konumuza gelelim.

*

Bugünkü insanın yani bilimsel adıyla homo sapiens’in 200 bin yıl önce ortaya çıktığı kabul edilir. Halbuki ilk medenî toplumlar zamanımızdan sadece 40-50 bin yıl önceye rastlar. Bilim yıllardır şu sorunun cevabını arıyor:


Atalarımız ‘modern insan’a dönüşmek için neden 150 bin yıl bekledi; ya da ne oldu, nasıl bir değişim yaşandı da 50 bin yıl önce bugünküne benzer insan toplulukları oluşmaya başladı?
Amerikalı biliminsanlarının ortaya attığı son teoriye göre, bu değişimin sebebi vücudumuzdaki testosteron yani erkeklik hormonu oranının düşmesi imiş.

1 Ağustos tarihli Current Anthropology dergisinde yayımlanan makalede, Utah Üniversitesi biyoloji profesörü Robert Cieri bu sonuca 50 bin yıllık insan kafataslarını inceleyerek vardığını anlatıyor. Özetle şöyle diyor :
Yeryüzünde hiç tanımadığı hemcinsleriyle dahî bu kadar karmaşık bir iletişim kurabilen ve işbirliği yapabilen tek canlı türü, insan. Avrupa’da, Afrika’da ve Ortadoğu’da bulunan fosiller bu ‘sosyalleşme’nin zamanımızdan yaklaşık 50 bin yıl önce, taş devrinde ortaya çıktığını gösteriyor.

O tarihte ne olmuş, ne değişmiş ki, insan ‘toplum içinde yaşayan modern insan’a doğru evrimleşmeye başlamış?
Cieri diyor ki “Bu döneme ait insan fosillerinin ortak özelliği, yüzlerinin eskiye nazaran daha kadınısmı olması. İlginçtir, 50 bin yıl önce yaşamış homo sapiens’lerle 100 bin yıl önce yaşamış aynı türden canlıların morfolojik farkı; günümüzde yaşayan ve vücudundaki testosteron oranı çok yüksek ya da çok düşük olan iki insan arasındaki farkı hatırlatıyor.

Cieri bu sonuca  varmak için 30 farklı etnik gruba ait; 80 bin yıllık 13 kafatası; 38 ila 10 bin yıllık 41 ve 20. yy’dan kalma 1.367 kafatasını incelemiş ve karşılaştırmış. Ve diyor ki, bonobo maymunları ve şempanzelerde testosteron oranı ne kadar düşük olursa, kendi türlerine ve insanlara karşı o kadar daha az saldırganlık gözlemleniyor.
Özetle, testosteron oranının azalması sayesinde ‘medenî insan olmaya’ ve ‘birlikte yaşama kültürü’ geliştirmeye başlamışız.

Yani, biz derken…


Hürriyet-İK, 24.08.2014
 
 
 
 
 
 

 

 

17 Ağustos 2014 Pazar

Bana hangi beynini kullandığını söyle...

Liderlik kavramı yıllardır çok popüler.

Lakin popülerlik genellikle ‘kalite teminatı’ değildir.
Aksine, popüler olmak demek, ayağa düşmek demektir.

Liderlik kavramı da popüler olunca, başına aynı felaket geldi, içi boşaldı, olur olmaz, yalan yanlış kullanılır oldu.
Bana şimdi siyasetten müziğe, tıptan edebiyata, gazetecilikten bilime, ‘popüler Türk’ örnekleri verdirip başımı derde sokmayın...

*
Son yıllarda, özellikle de iş idaresinde çok moda ve çok da olumlu anlamlar yükleniyor amma, ‘lider’ dediğiniz aslında ‘kendi doğruları yönünde, kendi koyduğu hedeflere ulaşmak için insanları manipüle eden yönetici’ demektir.  (İstisnalar vardır ama adı üstünde, istisnaîdir.)

İnsanları peşinden sürükleyebiliyor olması, dediğim gibi, liderin doğrularının ve bu doğrulara erişmek için seçtiği yolun ve yöntemin doğru ve kaliteli olduğu anlamına gelmez. Hatta tam tersi. Kişinin, yolun ve yordamın yanlış ve kalitesiz olması ekseriyetle ‘tercih sebebi’dir.
(Biliyorum biliyorum, liderin daha ‘asil’ tanımları var. Ama bunlar ne yazık ki gerçekleri değil idealleri ifade ediyor. Yüzlerce kitap, makale bulabilirsiniz. Biz gene doğru bildiğimizden ya da herkesin bildiği ama nedense yüksek sesle söylemediği gerçeklerden şaşmayalım.)

Eğer liderin doğruları ve hedefleri, yönettiği kitlenin / grubun / kurumun (gerçek) çıkarlarıyla bağdaşıyorsa; ülke için, şirket için, artık kimin / neyin yöneticisiyse, gerçek bir şanstır.
Aksi, talihsizlikten öte, bir felakettir.

*
Yukarıda bana göre gerçek tarifini verdiğim lider, manipüle etmek istediği insanların hem aklına ve çıkarlarına, hem de duygularına hitap eder. Ki aklın da duygunun da merkezi beyindir. Bunun için, bilinçli olarak veya insiyaklarıyla, karşısındakilerin ‘hangi beynine’ hitap edeceğini çok iyi bilir. Daha doğrusu, insanları iyi tanıyan lider (liderliğin şartıdır) karşısındakilerin ‘hangi beynini kullandığını’ bilir.

Manipüle edilmeye müsait insanlar beynini kullanır mı?’ demeyin, biyolojik olarak kullanır. Ama hangi beynini?
Paul MacLean
(1913-2007)
That’s the question!

Paul MacLean’in ‘üç beyin teorisi’ni (aslında ‘üç seviyeli beyin’ teorisini) duymuşsunuzdur.
İnsan beyni muhteşem bir organdır. Ve tabii ki pat diye ortaya çıkmamıştır. Milyonlarca yıllık bir evrimin sonucudur.

MacLean der ki; insanın, iç içe (en eskisi en içte) 3 farklı beyni vardır. Her biri, insan evriminin farklı aşamalarında farklı şartlara ve farklı ihtiyaçlara cevap vermek için oluşmuştur. Özetle ve çok kabaca : (Nörologlar beni affedin!)
- Birincisi ve en eskisi, 300-400 milyon yıl önce ortaya çıkmış, kafatasının arka bölümünde bulunan, bezelye tanesi büyüklüğündeki ilkel ‘sürüngen beyni’dir. Görevi, insanın hayatta kalmasını temindir.  Açlık ve karın doyurma, dışkıların vücuttan atılması, kendi bölgesini koruma, kaçıp kurtulma, rahat etme gibi temel ihtiyaçları düzenler.

- İkinci beynimiz, 50-65 milyon yıl önce ortaya çıkan ‘paleo-memeli beyni’dir. İlk memelilerin ortaya çıkışına denk gelir. İçgüdüsel davranışlarımızı, duygu ve hislerimizi yönetir. Beslenme, çoğalma, korkular, iletişim ihtiyacı, duygular buna bağlıdır.
- Nihayet, insan beyni deyince anladığımız üçünçü ve en ‘genç’ beynimiz, yani ‘neo-korteks’ beynimiz. Beyin dediğimiz organın yüzde 80’ini teşkil eder. 3-3,5 milyon yıl önce Afrika’da, iki ayak üzerinde duran (ve bunu başarmak için gelişmiş bir beyne ihtiyacı olan) Australopitekus döneminde gelişmiştir. Özellikle mantıklı düşünme, konuşma, öngörme ve planlama gibi ileri yeteneklerin merkezidir. 

Tabii bu 3 beyinden hiçbiri âtıl değildir. Hepsi birlikte çalışmaktadır ve iletişim halindedir.

*
Akıllı liderler, karşısındakilerin hangi beyini daha çok kullandığını insiyaklarıyla anlar ve o beyne hitap ederler’ iddiamın dayanağı işte bu ‘üç beyin teorisi’.

Kimileri, insanların en ilkel beynine hitap ederek; aç kalma korkusu, dinî baskılar, yabancı düşmanlığı, cinsel dürtü ve takıntılar gibi hayvanî duygu, korku ve güdülerini kullanarak yönetir. ‘Güder’ demek daha doğru.
Kimileri, insanların karnını doyurma, maddî manevî ihtiyaçlarını giderme, haset, yok işte kaçak gecekonduya imar izni verilmesi, devlet kapısında iş bulunması gibi çok da gelişmemiş beklentilerini yöneten beynine seslenir. Aslında insanların ‘bağlılıklarını satın alır’.

Kimileri ise, tarife gerek olmayan birer istisnadırlar. Yepyeni bir dünya tasavvur ederler ve sizi de - insanı hayvandan ayıran beyninize hitap ederek - hayallerine ve projelerine ortak ederler. Onlara denk gelirseniz, ne mutlu size. Ya da onları ‘hak ederseniz’... Çünkü ne demişler, ‘Herkes layık olduğu insanlar tarafından yönetilir.
Hasılı, bana hangi beynini kullandığını söyle, sana liderini söyleyeyim.

Yahut da tam tersi...
 

Not : Bu arada geçen haftalarda yayımlanan bir araştırmaya göre evrim sürecinde atalarımız testosteron oranları düştüğü için ‘modern insan’ haline gelebilmiş. Bu konuya bir fırsatını bulup değinmezsem çatlarım.
 
Hürriyet-İK, 17.08.2014



 

 

10 Ağustos 2014 Pazar

Ulan Oto, alacağın olsun!

Zaman zaman, gazete köşelerinde şöyle notlar görülür:

Yazarınız yıllık izninin bir bölümünü kullandığından (yani kafa izni değil, kanunî hak + yani yıl içinde gene izne çıkabilir, kendini bağlamıyor + yani kendi arzusuyla izne ayrıldı, patron ‘sen şöyle bir hafta ortalarda görünme’ demedi)

Yahut:

Yazarımız rahatsızlığı nedeniyle ...

Yazarımız yurtdışında görevde bulunduğundan (görevde yani, gezmeye gitmedi) …

Yazısı elimize ulaşmadığından (yani kabahat teknolojide, yoksa yazmıış) ... 

Yahut son moda:

Bir hafta arazi oluyorum canlarım, beni özleyin, baaay!

Bugün canım yazmayı hiç istemiyor / yazacak şey bulamadım, beni affedin olur mu!

gibi cicilikler.
*

Bu girişi okuduktan sonra aklınızdan geçeni de söyleyeyim:

Herif bugün yazmamış ya da yazmayacak, bahane hazırlıyor.
Değil, ön yargılı ve kötü niyetli okurlarım, değil!

Bıçağın kemiğe bayağı bir girdiği saatlerde böyle yazmamın tek ve dürüst sebebi, demokratik bir hukuk devletinde yaşıyor olmamız. (Ne gülüyorsunuz ya!)

Yani, yazımın, bir (sözde) parlamenter rejimde cumhurbaşkanını doğrudan halka seçtirerek magazin diliyle ‘dünyada bir ilki gerçekleştirdiğimiz’ şu tarihî pazara denk gelmesi;

ve benim de, sanki başka konu yokmuş gibi, gazeteyi toplattırmam ya da kendimi kovdurtmam olasılığı yüksek bir konu seçmem.

Bana hangi beynini kullandığını söyle, sana liderini söyleyeyim. Ya da tam tersi…’ diye biten söz konusu yazıyı, bizim Oto (kadim dostum otosansüre biz aramızda kısaca ‘Oto’ deriz) ve yanımdaki âkil arkadaşlarım ‘ileri bir tarihe ertelemeyi’ daha ortama ve akla uygun bulduklarından;

Hürriyet İK ekibinin ‘Serdar bey, saat bilmem kaç oldu, yazı nerede?’ baskılarına aldırmayıp, yenisini yazmaya karar vermeme ve bilgisayar başına geçmeme rağmen – bunca laga lugadan da anlaşılacağı gibi – yazacak bir şey bulabilmiş değilim.

Maşallah o kadar temiz bir toplumuz ki, ne desem ya suya dokunuyor ya sabuna.

Lakin yaptığım girişle bütün bahaneleri faş edip elimi kolumu bağladığımdan, illa da bir şey yazmak zorundayım artık.

Ama bu arada hakkımı teslim edin ki, bu girişle epey bi’ yer kazandım.

Bu saatten ve kendime yeteri kadar acındırdıktan sonra, sandık farîzesini eda edip gazetesini eline almış okurların, eskilerden bir yazı okuyacaklarını idrak ettiklerini tahmin ediyorum.

(Çünkü vakti geldiğinde okuyacağınız oto-sansürlü yazıda bahsedeceğim, ‘neo-korteks beynini kullanan’ insanlara hitap edebildiğimi umuyorum. Mürşîdini şaşırmamış, ilmin ve fennin önemini müdrik insanlara.)


*
*     *

MAGANDALARIN SIRRI ÇÖZÜLDÜ

Pazar sabahı Beyoğlu’nda, Taksim’den Galatasaray’a kadar yürümem gerekti. Ortada tramvay hattı, güya trafiğe kapalı yolda bir sürü resmî plakalı hız düşkünü, önünüzü arkanızı devamlı kollamanız gerekiyor. Ama düz bir hatta yürümek ne mümkün. Zigzaglar çizerek önünüzdeki barajları aşmanız lazım.

Yan yana dizilmiş üç dört maganda, küçük parmaklar birbirine kilitlenmiş, birlikte iki yana yalpalanarak aheste yürüyorlar. Üç günlük sakal. Buram buram ter üstüne kötü ‘kolanyağı’ kokusu. Boyasız, aşınmış, yamulmuş ayakkabılar. İşaret parmağına dolanmış takım renklerinde tesbih...

Yahu kim bu insanlar, bu ırk nereden çıktı?

Biz bu adamlarla aynı kaldırımda yürümeye mahkum muyuz?
... derken bu soruların cevabını buluverdim.

Fransız Haber Ajansı’nın ekranlara düşen bir haberi sayesinde:

Neandertal adamı ile insan akraba olmuş

Bir Amerikalı paleontoloğun yaptığı açıklamaya göre, Portekiz’de bulunan 24.500 yıllık bir çocuk iskeleti, Neandertal adamı ile modern insanın atalarının - bugüne kadar iddia edildiğinin aksine - karıştığını, çiftleştiğini ve ortak çocukları olduğunu göstermiş.

Saint-Louis’deki Washington Üniversitesi’nden Prof. Erik Trinkaus, yaptığı açıklamada “Uzmanlar genellikle insanla Neandertal adamını kesin çizgilerle birbirinden ayırır. Halbuki bulunan 4 yaşındaki bu çocuğun iskeleti hem Neandertal adamının hem de ilkçağ insanının özelliklerini taşıyor. Yani bu iki tür arasındaki fark o kadar büyük değil. Birarada yaşamışlar, çiftleşmişler, çocukları olmuş” demiş.

Maganda diyerek adamların günahını almışız bunca yıldır.

Meğer onlar, evrimin farklı bir noktasındalarmış daha.

Ve - soğan yemeyin, burnunuzu karıştırmayın diye emir geldi diye - boşuna umutlanmışız.

24.500 yıldır beraber yaşıyorsak, bir müddet daha yaşayacağız anlaşılan.

Düne kadar ‘insanın ataları dünyaya hâkim olarak Neandertal adamını tarihten sildi’ diye bilirdik, aman dikkat edelim de tersi olmasın! (Hürriyet-Pazar, 9 mayıs 1999)




Hürriyet-İK, 10.08.2014







3 Ağustos 2014 Pazar

Şirketlere de ileri demokrasi lazım


 

Dilimizde –tı soneki genellikle pek de makbul olmayan tanımlamalar için kullanılır:
Akıntı, bulantı, bunaltı, çalıntı, çıkıntı, hırıltı, hışırtı, kabartı, kalıntı, kasıntı, kaşıntı, patırtı, sallantı, saplantı, sıkıntı, takıntı…

(Ses uyumunu da katarsanız; eğreti, çöküntü, gurultu, gürültü, kuruntu; öğürtü, tiksinti, üzüntü… vs,vs,)
Bu listeye toplantı kelimesini de ben ekliyorum.

*
Verdiğim kahramanca mücadeleye rağmen - ki buna deli numarası yapmak, korkutma-sindirme manevraları da dahil - katılmak veya izlemek zorunda kaldığım toplantılara bakıyorum da, toplantı yapmak plaza çalışanlarının varlık sebeplerinden biri haline gelmiş.

Ya toplantıdalar ya da akıllı telefonlarından toplantı ayarlamakla meşguller.
Önce bir toplantı yapıp toplantıyı hazırlıyorlar, sonra bir toplantı yapıp yaptıkları toplantının değerlendirmesini yapıyorlar.

Saatlerce süren toplantılar sayesinde, bir telefonla ya da ayaküstü 5 dakikada yapılacak işlerin hiçbiri yapılamıyor.
Durumu özetlemeyi, karar almayı kolaylaştırmak için Power Point (PP) sunumu yapmıyorlar; hazırlamak için asıl işlerini ihmal ettikleri gereksiz sunumları yapabilmek için mesai yapıyorlar.

Şirket, beyaz yakalılara fazla mesai öderse eğer, bunu şirketin faaliyet alanına yönelik fazla mesaileri için değil; hiçbir katılımcının anlamadığı ve dikkatini verip izlemediği PP tablolarının hazırlanması için ofiste hatta evlerinde gece yarılarına kadar harcadıkları gereksiz saatler için ödüyor.
*

Hasan Lütfi Şuşud, tarikatlerden bahisle, “Hakikatleri bulamayanlar merasimi din edindiler” der ya hani; aslında yapacak doğru dürüst bir işi olmayanlar, toplantıyı iş haline getirmişler.
Çalışmak için toplanmıyorlar; toplanmak için çalışıyorlar.

*
Türk demokrasisi eskiden bugünkü kadar ‘ileri’ değildi.

Bildiğiniz, kendi halinde, ‘geri’ bir demokrasiydik.
Ama mutlu günlerdi, çünkü her türlü toplantı ve gösteri yasaktı.

Açık alanda 3 kişi bir araya gelmeye korkardık. O günün polisi öyle adamın gözüne biber gazı sıkmakta, tazyikli suya asit katmakla, çoluk çocuğu kafasından vurmakla yetinmez, gözaltına aldıklarını Sansaryan Han’ın ikinci katından aşağı düşürüverirdi alimallah.
Biz böyle faşist ve mutlu günlerde büyüdük.

O yüzden...
Es kaza CEO falan olsam, şirket içinde ve dışında ‘toplantı ve gösteri yasağı’ koyarım.

Power Point adlı programa, Türkiye Gomonist Partisi’nin yıkıcı ve bölücü ‘poroğramı’ gözüyle bakarım.
Toplantılarda kullanılan projeksiyon aletine bizim gençliğimizin ‘teksir makinesi’ muamelesi yaparım.

Toplantı esnasında birbirinden ilginç sunumları hızlı trene bakan vali gibi ilgiyle izlemek ve katılımcıların zeka ve yaratıcılık dolu müdahalelerini dinlemek yerine; çaktırmadan Tweet’lerine bakmak ve Candy Crash oynamak için masa altına gizlenen cep telefonlarına da sustalı muamelesi…
Dağılın lan, yoksa ben dağıtmayı bilirim...

  

Hürriyet-İK, 03.08b2014