30 Kasım 2014 Pazar

Keçiboynuzu

Aylardır “Ya çok güzel bir hikayeydi, kimden dinledim, nerede okudum?” diye arıyordum. Meğer kendim yazmışım, 10 yıl önce. (*)

Mensubu olduğum millete çok kakırdığım için, hazır bu yazı da elime geçmişken, bu seferlik de bir meziyetini anlatayım namıssızın!
*
Yılmaz Erdoğan’ın filmi Vizontele’yi hatırlarsınız. Filmde 12 Eylül öncesi solcu diye Şark hizmetine gönderilmiş, yani sürülmüş, kütüphanesi olmayan bir kasabaya kütüphane müdürü diye tayin edilmiş bir memur vardı.

Köylüler bu Tanrı misafiri aileyi çok güzel ağırlıyorlar, bağırlarına basıyordu. O kadar ki, müdürün (kocasının solculuğundan çok çekmiş, söylenip duran) karısı, bir sahnede, evini açan köylü kadına teşekkür ediyordu (sözler aklımda doğru kalmamış olabilir):
- Siz olmasaydınız bilmem ki biz ne yapardık!

Köylü kadının cevabındaki tecâhül-i ârif, duruluk, güzellik beni ağlatmıştı:
- Biz olmasaydık, komşulardan biri ağırlardı sizi!

*
Yazının devamında bu sefer gerçek bir anekdot anlatmıştım:

Türkiye’de yaşayan bir İngiliz hanım. Bizim buraları iyice benimsemiş, bizden alaturka hale gelmiş; yabancı misafirleri geldi mi, Türkiye’nin güzelliklerini anlatmak üzere, rehber diye önlerine düşüyormuş.
Demek ki Güney sahillerine gidiyorlarmış, yolları Çanakkale’den geçmiş bir gün. Yeşillikler arasında bir bahçe görmüşler, bir çardak, altında iki tane uyduruk masa, üç dört kahve iskemlesi. Bizim İngiliz “Haydi şurada oturup kahvaltı edelim” demiş yabancı misafirlerine. Park etmişler, geçip oturmuşlar.

Bir köylü adamcağız gelmiş, “Hoş geldiniz, sefa getirdiniz!”
“Türkçe’ye hakim olduğumu gösterip İngilizler’e hava da atıyorum” diyor bizim İngiliz yenge anlatırken...

- Hoşbulduk, bize kahvaltı, çay da içeriz...
- Başım gözüm üstüne demiş köylü, yakındaki eve koşturmuş. Biraz sonra biraz tulum peyniri, köy ekmeği, zeytin ve bir ezik çaydanlık, çıka gelmiş.

- Yabancı misafirlerim var, demiş İngiliz yenge biraz sert; bal kaymak filan bir şey yok mu yahu?
Köylü yine koşturmuş, bu sefer teneke bir tabağın içinde biraz süzme balla gelmiş.

Artık ses etmemiş, kahvaltılarını bitirmişler, çaylarını içmişler, yola düşme vakti gelmiş.
- Hesap lütfen! demiş İngiliz yenge.

- Aman bacım, paranın lafı mı olur. Her zaman bekleriz! demiş köylü.
- Olur mu efendim, kahvaltımızı ettik, çayımızı içtik, ücreti neyse öderiz.

- Ücreti yoktur, afiyet şeker olsun, selâmetle gidin!
Birden içine bir kurt düşmüş:

- Biz oturduk ama, burası çay bahçesiydi değil mi?

- Değildir bacım, demiş köylü biraz mahçup; burası benim fakirhane bahçem. Ama ne iyi ettiniz de geldiniz, bak misafirlerimize de bir çay ikram etmiş olduk!

Bu hikayeyi bize anlatırken hâlâ gözleri doluyordu:
“Niye Türkiye’yi bırakıp evime dönemediğimi, burayı niye bu kadar sevdiğimi İngiltere’den gelen arkadaşlarıma kelimelerle ifade edemiyordum bir türlü. O Çanakkale’li köylü benim yerime herşeyi anlattı!”
*
Diyeceğim odur ki, büyük şehir hayatı adamı insanlıktan çıkarsa bile, biliyorum, o dünün köylüsü, bugünün şeeerlisinin içinde bir yerlerde o insanlık kıvılcımı hâlâ duruyor.

Duruyor, duruyor ama mübarek keçi boynuzu gibi: Bir yudum bala erişmek için bir oduna tahammül etmen gerek…

 

 

Hürriyet-İK, 30.11.2014

 

 

 

 

23 Kasım 2014 Pazar

Çalışanın Serdar Abisi cevap veriyor


Gelen yüz binlerce e-postaya tek tek cevap vermeye çalışıyorum, ama bazı konular çok sık soruluyor. Buradan cevap vereyim de bütün okurlarım, yani 40 milyon Türk çalışanı faydalansın, dedim. Gariban çalışan babası olmak kolay değil. Ha bu arada ben de bir yazı çıkarmış olurum.

* Acaba işe gidiş geliş süresi mesaiden sayılır mı?
Ne yazık ki hayır! Ne yazık ki, diyorum çünkü cevap vermek için düşünürken küçük bir hesap yaptım: Gazeteye gelip giderken günde asgarî 2 saatim trafikte geçiyor. Bazen 3-3,5 saat de oluyor ama ortalama 2 diyelim. Haftada 6 gün çalışıyorum, eder sana 12 saat. 4 haftada 48 saat. Demek ki, bu garip, 4 gün çalışmak için artı 1 gün yol yapıyor. Hem de Türk sürücülerle. Yani mesaiden sayılsa, yıpranma payı da verilse, köşe olmuştum şimdi.

* Şirket doktoruna gittim, şikayetime ‘kış deprasyonu’ teşhisi koydu. Neden olur, diye sorunca ‘Bana değil, git İK’ya sor’ diye fırça attı. Niye İK? Anlamadım.
Kış depresyonu (deprEsyon bu arada, deprAsyon değil) kimi Türk şirketlerinin çalışanlarında görülen bir kronik mevsim hastalığıdır yavrucuğum. Takvim yılının son 2 ayında depreşir. Bulimiya nevroza krizine giren yöneticiler, personel çıkarma işini eşekçe yaptıkları için çalışanların tamamını strese sokarlar. Genelde yılbaşı kazasız belasız atlatılınca, işten çıkarmalar durulur, ortalık sakinleşir.

* Serdar abi, iyi de ‘bulimiya nevroza’ ne demektir, ben daha onu bilmiyorum ki!
Sen de çok cahilmişsin be çocuğum. Bu da Türk şirketlerinde görülen bir kronik mevsim hastalığıdır. Genellikle takvim yılının son 2 ayında depreşir. Patronun köylüsüydü, müdürün şöförünün kızıydı, koordinatörün metresiydi derken, 10 ay boyunca plansız-programsız işe alım yapan şirketler, ‘Patrona Hesap Verme Günü’ yaklaşırken paniğe kapılıp zayıflama krizine girerler. Rejim yapacak vakit yoktur; artık kusmak, laksatif kullanmak, her yol mubahtır.

* Şirketler sadece bu hastalık yüzünden mi tensi…, tenki…, ııı teskinat yaparlar?
Teskinat diye bir laf yoktur, uydurma bi’defa. Hayır, tabii ki şirketler, yapısal değişiklik, yeniden yapılanma gibi dönemlerde toplu işten çıkarmalara gidebilirler. Kriz dönemlerinde de, mâliyetleri azaltmak için personel çıkarılabilir. Tabii bu hak, hukuk ve hakkaniyet (bir de mümkünse sağduyu) sınırları içinde yapılmalı, çalışanlara ‘yangında kapıya ilk koyulacaklar’ gözüyle bakılmamalı, kalanların motivasyonu sıfırlanmamalı.

* Peki abi işten çıkarma anlamında kullanılan tensîkat mı, tenkîsat mı, hangisi doğru?
Osmanlıca’da tensîkat (ka uzun okunur) “1. Düzenlemeler 2. Fazla memuru işten çıkarma”anlamlarına gelir. Tenkîsat ise “Azaltmalar, indirmeler, eksiltmeler” demektir. Hasılı, işten çıkarma (özellikle de toplu işten çıkarma) anlamında tenkîsat yanlış değilse de, tensîkat daha doğrudur. Zaten tensîkat kelimesi ‘sinkaf etme’ fiiline benzediğinden, işten atma konusunda tercih edilmektedir. (Bu arada tenkîsat ile, ‘kalın bağırsakları su vererek temizleme, yıkama’ anlamına gelen tenkıye arasındaki benzerlik de tesadüften ibarettir.)

* Serdar abi, ‘Y kuşağı’ lafındaki ‘ye’ yemekten mi geliyo?
Hayır, her ne kadar ‘Ye kuşağı’ diye okunsa da ve bunlar yeni Türkiye’de yaşayacak ve çalışacak olsalar da, bu bütün bir neslin ‘yiyici’ olacağı anlamına gelmez. Aralarında yemeyenler de çıkacaktır. Diye umuyorum…

* Bizim şirkette yemek paydosu 1 saat, ama ben 15 dakikada yiyorum. Kalan 45 dakika ne oluyor?
Deve oluyor yavrucuğum. Ama sen de onu mesai saatlerinde kaytardıklarına say. Söylettirme şimdi beni. Twitter, Facebook, Instagram, sonra internette ayakkabı sitelerinde gezinme, genç yaşına rağmen yarım saatte bir çişe gitme, günde beş altı çay kahve molası... Hem bana bak, ne zaman sorsam ‘sigaraya gitti abi’ diyorlar. Sen sigara içmiyorsun ki, ne iş?

Hürriyet-İK, 23.11.2014




 

16 Kasım 2014 Pazar

Biraz da patronlar korksun

Mutlu bir azınlık hariç, her çalışanın her an aklının bir köşesinde işini kaybetme korkusu vardır. Tehditler sayılamayacak kadar çoktur. Ve bin yıldır, rakipler arasında teknoloji de vardır. Traktör tarım işçisini, şimendifer arabacıyı, tekstil makinesi mavi yakalıyı işinden etmiştir.

Rakip sizin gibi bir insansa, iyi kötü eşit şartlarda mücadele edersiniz. Ne bileyim daha çok çalışır, üstlerinize hoş görünür, ötekini kötüler, araya hatırlı birilerini koyar falan artık ne lazımsa yaparsırız. Peki ya işinizde gözü olan süper yetenekli bir robot yahut çok gelişmiş bir bilgisayarsa?
*
Biyoteknoloji alanında çalışacak şirketlere yatırım yapan Hong Kong merkezli risk sermayesi şirketi Deep Knowledge Venture’ın (DKV) yönetim kurulunda artık bir… bilgisayar varmış (1). Yanlış anlaşılmasın, bu bilgisayar yönetim kurulu üyesi ve her üye gibi, rey hakkı var. Adı Vital (Validating Investment Tool for Advancing Life Sciences).

Vital, yatırım uzmanlarının kullandığı cinsten bir bilgisayar değil. Devasa bir veri tabanı ve inanılmaz bir analiz programı kullanarak ‘karar veriyor’ ve yatırımlar konusunda evet veya hayır diyor. Ve bu kararları verirken, gece iyi uyumamak, karısıyla kavga etmek, tuttuğu takımın yenilmesi, toplantıya girerken patronun günaydın dememesi gibi ‘insani’ duygu ve düşüncelerden da etkilenmiyor.
McKinsey Londra’dan Martin Dewhurst ve Paul Willmott’un tahmini ‘süper bilgisayarların ve yapay zekanın yöneticilerin durumunu etkileyeceği’. MIT’den Andrew McAfee ise ‘sanayi devrimine benzer bir devrim’ bekliyor. Sanayi devrimi insanların ‘fizik kapasitesi’ için ne demek idiyse, dijital teknoloji devrimi de ‘mental kapasite’ için aynı şey olacak.

*
Biz bu lafları çooook duyduk’ diyenler, bilin ki o gün yakın. Neredeyse sonsuz veri + neredeyse sınırsız analitik kapasite dünyayı (ve tabii şirketleri) allak bullak edecek.
Bir kez daha, insanların işini elinden alarak: ABD’de çalışanların yüzde 47’si işini bilgisayarlara kaptıracak diyorlar. Gelişmiş programlar 140 milyon ‘beyin işçisi’ni işinden edecek diyorlar. (2)
Bu 140 milyonun içinde tepe yöneticiler de var. (Tabii sadece ‘beyin işçisi’ sınıfına girenler.) Koltuğu Vital gibi acımasız ve duygusuz rakiplere kaptırmamak için, daha insanî bir yönetim biçimi geliştirmek, davranış zekasına sahip olmak, çalışanlarının beklenti ve duygularına özen göstermek zorundalar.

Bunu ben demiyorum hanımlar beyler, McKinsey söylüyor.


(1) Bu yazımın kaynağı : Annie Kahn, Le Monde, 2-3 Kasım 2014
(2) http://www.oxfordmartin.ox.ac.uk/downloads/academic
/The_Future_of_Employment.pdf



Hürriyet-İK, 16.11.2014








9 Kasım 2014 Pazar

'Çalışan' dediysek...

27 Mayıs öncesi, sıkıyönetim günleri. İktidar, sokağa dökülen üniversite öğrencilerinin üstüne asker gönderiyor. Ancak genç subayların gönlü gençlerden yana. Beyazıt Meydanı’nda yaşanan gerçek bir sahne. Genç teğmen, karşısına omzunda mavzer tek sıra dizilmiş erata soruyor:
- Asker, karşında kim var?
- Düşman var komutanııııım!
- Oğlum, yavrum, bak bi’ kere daha söylüyorum: Karşındaki düşman değil, kardeşin, senin kar-de-şin. Anladın mı? Kim varmış karşında?
- Düşman varmış komutanııııım!


Askerin ezberini bozmak kolay değil.
Tabii ki kimse İK’cılara ‘karşında düşman var’ demiyor, benzetmede hata olmasın. Yüz İK’cıdan doksan dokuzu çalışanları mutlu etmek ister ve mutlu çalışanlarla çalışmayı yeğler. Ama öyle şeyler duyuyoruz ki, bazen içimden kimilerine “Arkadaşlar, kraldan fazla kralcı olmayın; karşınızda düşman yok, sizin kardeşleriniz var” diyesim geliyor.

Karşındaki de senin gibi bir maaşlı çalışan. Şirketi ve patronu kandırmaya, soymaya, yolmaya ‘çalışan’ değil; üç kuruş maaş için işini haysiyetiyle yapmaya çalışan bir insan...
Elbette standartlar, prosedürler, denetimler olacak. Olması lazım. Elbette (âdil olması şartıyla) bir takım tatsız kararlar alınacak, uygulanacak.

Ama öyle “Hadi bakalım, sıkıysa şimdi de yap da görelim” edasıyla değil. Çalışanlara “Sana güvenmiyoruz, gözümüz üstünde, zaten bak biz senden daha uyanığız” gibi şevk ve onur kırıcı, verimlilik düşmanı mesajlar vererek değil. Yani hoyratlıkla değil, empatiyle...
Bi dakika, bi dakika… 100 İK’cıdan 99’u dedim diye, teflonlaşmak yok. Sizin yüzde 1’e dahil olmadığınız ne malum?

Hele bir düşünün bakalım, sütten çıkmış ak kaşık mısınız? Emin misiniz?

Hürriyet-İK, 09.11.2014



 

 

 

2 Kasım 2014 Pazar

İş ve işi yapan görünmez hale geldi


(Fotoğraf : Benoit Courti)
 
Fransa’da 2014 yılının İK kitabı olarak Pierre-Yves Gomez’in ‘Le Travail Invisible’ adlı araştırmasını ödüllendirdi.

Gomez, ekonomist, strateji profesörü ve Kurumsal Yönetim Enstitüsü’nün müdürü. Kitabının adını da ‘Görünmez iş / emek / çalışma’ şeklinde tercüme edebiliriz.

Kitapta özetle diyor ki, görevi çalışanları ve yapılan işi organize etmek, yönlendirmek olanlar, artık yapılan işi görmüyor. Tablolara, rasyolara, sonuçlara bakarak karar veriyorlar, yönetiyorlar; ama işi yapanı da, yapılan işi de, işin nasıl yapıldığını da gözleriyle görmüyorlar. (Zaten artık pek çok şirkette iş yapanlarla yönetenler aynı çatı altında bile değil.)

İnsan kaynaklarını değerlendirme durumunda olanlar (hem değer biçmek hem de değer kazandırmak anlamında değerlendirmekten) acizler, çünkü yapılan işe bilgisayar ekranından, tablolardan, PowerPoint sunumundan bakıyorlar. Değerlendirmeleri gereken kaynakların ne olduğunu, nerede olduğunu göremiyorlar. İşin nasıl yapıldığından doğru dürüst haberleri olmadığı için, yaptıkları müdahaleler, aldıkları kararlar yerinde değil.


Sonuç, 2005’ten beri gelişmiş ekonomilerde prodüktivite yerinde sayıyor.

Gomez, işin görünmez hale gelmesinde, finansallaşmanın etkisinin büyük olduğunu söylüyor. Finansallaşmış dünyamızda ekonomi artık, insanları ve süreçleri izleyerek değil, tablolara bakılarak yönetiliyor. Böyle olunca da yöneticiler ve İK, ‘yapılan işe bakarak’ değil işin ‘teknoloji prizmasından yansıyan (ve haliye deforme) görüntüsüne’ bakarak karar veriyor.

Uzaktan kumanda yönetim


Psikolojisiyle, çalışmadan beklediği tatminle, statü beklentisiyle, çalışmanın arkasındaki ‘insan’ gözden kaçırılıyor, görünmez hale geliyor. Çalışma (iş, emek) artık sadece performanstan ve verimden (sonuçtan) ibaret hale geldi. Ve tabii hem çalışanın motivasyonu ve verimliliği düştü, hem de süreç olarak yapılan işin.

Yapılan işi süreç tanımlarıyla ve normatif kurallarla belirlemeye ve denetlemeye kalkmadan evvel, işi gözlemlemek (ne iş yapılıyor, kim yapıyor, nasıl yapıyor), ondan sonra değerlendirmek ve nihayet kuralları belirlemek gerekirdi. Bugün yapılan tersidir. (Gomez’den özetliyorum.)
Mesela, tezgâhtarın ne iş yaptığını ve nasıl yaptığını gözlemlemek, sonra iş nasıl daha hızlı ve verimli, yani nasıl daha etkili yapılabilir diye düşünüp, kuralları belirlemek gerekirken… bugün sistem nasıl işliyor? Yönetim (işin nasıl yapıldığını ve nasıl yapılması gerektiğini bildiğini varsayarak) önce kuralları ve hedefleri belirliyor, sonra tezgâhtardan uygulama ve sonuç bekliyor.

Çalışanı sadece giderek katılaşan kurallarla ve sadece ölçülebilir hedeflerle ‘uzaktan yönetmeye’ kalkarsanız, çalışanın işbirliği yapmasını ve şirket projesine katımını temin edemezsiniz.
Karanlıkta kör uçuşu

Peki İK çalışmayı daha ‘görünür’ hale getirmek, daha doğrusu bu körlükten kurtulmak için ne yapmalı?

Kim, kaç saat çalıştı diye mesainin ‘saatine’ değil, kendisine – yani yapılan işe, işin nasıl yapıldığına – odaklanmalı. İnsan kaynaklarını değerlendirmenin, değer yaratmanın ilk şartı budur, diyor Gomez.
Özetle artık eski tanımıyla şirket kalmadı, koalisyon dönemi başladı. Mesela Air France’ta her uçakta aynı hareketlerin tekrarlanmasına, aynı sayıda personal bulundurulmasına, aynı hizmeti vermeye gerek yok. Çare, gerçek işi analiz ederek bulunabilir…

*
*   *
Sosyo-ekonomik (ve elbette sosyo-kültürel) açıdan Fransa’ya nazaran az gelişmiş, şirketleri kurumsallaşmasını tamamlamamış bir ülkenin bir antrenör-futbolcusu olarak, eleştiriyi bir diş arttıracağım.

Bizde patronlar dahil pek çok yönetici daha şirketin ne iş yaptığını (yani tüketicinin şirketin sattığı mal ve hizmete yüklediği anlamı, ‘neyi satın aldığını’) idrak edebilmiş değildir. (Mesela, Coca Cola’nın sadece alkolsüz içecek sattığını zanneden bir pazarlama müdürü düşünebiliyor musunuz?)
Gene pek çok yönetici, verdiği kararın hangi departmanı, yapılan hangi işi, nasıl etkileyeceğinin bilincinde değildir. Çünkü şirkette ne iş yapıldığını, işi kimin yaptığını, işin nasıl yapıldığını bile bilmez. (Mesela... Tövbeee!)
Gomez, gelişmiş ülkelerde yapılan iş ve işi yapan görünmez hale geldi derken haklı.
Bakmaktan, baksa da görmekten aciz; zati gördüğünü anlamayacak kadar yapılan işten bîhaber ve fakat bilmediğini bilmeyecek kadar haddini bilmez yöneticiler de, herhalde, az gelişmiş bireylerden müteşekkil toplumların makûs talihi.


Hürriyet-İK, 02.11.2014