26 Ekim 2014 Pazar

Small is beautiful



4-5 yaşındaki Serdar, evdeki kadınların çamaşır günü fiskoslarından artık ne algıladıysa; bugün, hafıza özürlü Serdar, yarım yüz yıl sonra artık bunun ne kadarını hatırlayabilirse… 

Serbesti Caddesi üzerindeki bahçeli kâgir evlerden birinde yaşayan, Yeşilköy’ün eski ama mütevazı ailelerinden birine mensup bir beydi. Gözümün önünde bir siluet var gibi ama, hatırlıyor olmam mümkün değil. Adını çıkarsam da burada söyleyemem.

Bir sabah, traş olmak için banyoya girdiğinde evdekilere çıkışmış: “Kim değiştirdi yahu bu aynanın yerini? Neden daha yükseğe astınız, kendimi göremiyorum...
Aynaya kimse dokunmamış, adamcağızın boyu kısalırmış.

Ne menem bir hastalıksa, hangi sendromsa Allah vermesin, acılar içinde büzülüp, ezilip öldüydü yahut da öleceği konuşulduydu.

Ama haftalarca gördüğüm o kâbusu yüz sene de geçse unutmam mümkün değil:

Annem, babam, ablam, annanem, evdeki herkes, herkes gözümün önünde kısalıyor, ufalıyor, küçülüyor, acılar içinde eğiriliyor, çığlık çığlığa büğrülüyor; bir tek ben, iki karış boyumla onlara tepeden bakarak, dehşet ve çaresizlikle seyrediyorum…
*
*   *
Uzun bir aradan sonra tekrar rüya görür oldum. Daha doğrusu, herhalde, uykumun orta yerinde üç dört kere uyanır olunca, hayal meyal de olsa gördüğüm rüyayı hatırlar oldum.

Ve dün gece, çocukluğumdan beri ilk defa, ve umarım bu kez son defa, çocukluğumun o kâbusu geri geldi. Ama bir remake değil, farklı bir versiyon, bir uyarlama.
Bu yaştayım. Etrafımda sevdiklerim yok. Sevdiğim, sevebileceğim kimse yok. Küçücük insanlar. Ve hâla eğrilip büğrülerek, yamulup çirkinleşerek küçülmeye devam ediyorlar. Üstlerindeki takım elbiselerin, erkeklerin lacisini taklit eden döpiyeslerin, altlarındaki makam araçlarının, müdür koltukların içinde ufaldıkça ufalıyorlar. Lâkin öyle acı çeker gibi bir halleri yok; yüzlerinde güvensiz bir kibir, sahte bir gülümseme; bilakis, mutlular, halleriyle adeta övünüyorlar.

Uyan, uyan! diye dürttü dünyalar güzeli. Uykunda kahkahalarla gülüyorsun. Hayırdır?
*
*   *
Bir psikanaliste sordum, “Çocukluğunda yaşadığın bir travma olabilir” dedi. Vizitesini ödemeden çıktım.

Bir psikiyatra sordum, diye diye stres dedi, antidepresan dedi, teşekkür ettim, almayayım.
İçin aha bu telve gibi kapkara olmuş. Işık mışık da görünmüyo…” dedi Hasnun Galip Sokağın köşesindeki falcı kadın.

Yatmadan bir saat evvel, bir tutam melisa yaprağıyla bir tutam şerbetçi otunu kaynar suya atıyorsun…” dedi Doğaner.
Bunamaya başladın lan oğlum” dedi Kemal, “bunlar daha iyi günlerin…

Babiş en son ne zaman izin yaptın? Senin tatilin gelmiş…” dedi kızım.
Köng Zi “Gölgeleri de uzuyorsa, sizin orada güneş batıyor demektir” dedi de, Çincem zayıf, anlamadım.

Gene en sağduyulu yorum Allah selamet versin Hayrünisa Teyze’den geldi: “Kıçın açıkta kalmıştır oğlum!” dedi.
 
 
Hürriyet-İK, 26.10.2014
 

19 Ekim 2014 Pazar

Aklıma koydum ya, söyleyeceğim

Geçen hafta yazıyı “Dersimiz : Bağlama - Konumuz : Birlikte yenen öğle yemekleri obez yapar mı?” diye bitirmiştik. (‘Biz’ dediğim siz ve ben. Yoksa kendinden Kanunî misali ‘Biz’ diye bahsedenlerden değilim.)

Dünya Sağlık Örgütü’nün 2014 verilerine göre dünyada obez sayısı 1980’den beri 2’ye katlanmış.
20 yaş ve üstü 1,4 milyar insan aşırı kilolu, bunların 500 milyonu (200 milyon erkek, 300 milyon kadın) obezmiş. 

20 yaş üstü nüfusun % 35’i aşırı kilolu, % 11’i obez. 0-5 yaş grubunda aşırı kilolu ve obez çocuk sayısı 40 milyonmuş.
Ve her yıl 3,4 milyon bu yüzden hayatını kaybediyormuş.

Obezite artık sadece aşırı (ve yanlış) beslenen zenginleri değil, gelişmekte olan ülkelerin orta gelirli insanlarını da vuruyor. Obezitenin belli başlı sebepleri hareketsizlik, dengesiz beslenme ve tabii, asıl, çok yemek. Ama (bu yazıda epey bir faydalandığım, le Monde’un bilim yazarı Pierre Barthélémy’nin dediği gibi) kilo almamıza sebep olan birçok sinsi sebep’ daha var. Mesela yıllarca önce yapılan bir deneyde kobayların grup halinde beslendiklerinde % 44 daha çok yedikleri gözlemlenmiş. 
ABD’de yapılan bu son araştırma ise Eylül ayında Appetite adlı dergide yayımlanmış. Hedef bu kez sofraya kalabalık oturmanın aldığınız kalori miktarına etkisi değil. Sofraya birlikte oturduğunuz kişinin kilo durumunun iştahınıza etkisi.

Yani çok kilolu biriyle sofraya oturan daha çok yer mi? That’s the question!
*
Yöntem: 8 gruba ayrılan 100 kadar öğrenci-denek. Öğle yemeği niyetine açık büfe salata ve makarna. Ancak, önceden yapılan bir anket  sayesinde, öğrencilerin Bolonya soslu spagettiyi ‘dengesiz’ (kilo yapan) bir gıda, 8 kere daha az kalori içeren salatayı ise ‘dengeli’ (sağlıklı) olarark algıladıkları biliniyor.

Öğrencilerin bilmedikleri ise, içlerinde bir ‘İrlandalı’ olduğu :
Öğrencilerin arasına karışan bu oyuncu, yemeklere herkesten önce saldırıyor ve dikkati çekmek için elinden geleni yapıyor; çok yediğini belli etmek için ‘iki ayrı tabak alsam olur mu?’ diye yüksek sesle soruyor, büfenin hemen kenarında yiyor ki herkes görsün vs.

Ancak bu genç kadının ajan-provokatörlüğü bununla da bitmiyor. (Tam bir Lawrence yani.) Bir grup deneğin arasına zayıf haliyle yani 1,65 boyu ve 57 kilosuyla karışıp afı kafı yerken; diğer grubun karşısına (özel bir kıyafetle) 80 kilo olarak çıkıyor.
Sonuçlar çok ilginç.

Birinci tespit: Zayıf işbirlikçiyle aynı ortamda karnını doyuran denekler az miktarda spagetti tüketirken, onu  kilolu haliyle görenler çok daha fazla yiyor.
Uzmanların yorumu: Karşılarında, fazlasıyla kilolu olduğu halde hapur hupur makarna yiyen birini gören denekler, yediklerine içtiklerine dikkat etmelerini söyleyen iç sese kulaklarını kapatıyorlar. Aksine ‘Sen bu kadın gibi değilsin, senin daha payın var, ye anasını satiiim’ diyen şeytana uyuyorlar.

İkinci tespit: Kilolu haldeki işbirlikçinin tabağına bol bol salata koyduğunu gören denekler, salata tüketimini azaltıyorlar.
Uzmanların yorumu: İnsanlar, şişman oyuncu gibi salata yemeyerek, kendilerine ve çevreye sanki ‘O şişman ama ben değilim, benim rejim yapmaya ihtiyacım yok’ mesajı vermeye çalışıyorlar.

*
Bu araştırmadan çıkarılacak ders:

1. “1.65 boya 80 kilo kadının neresi şişman” diye düşündüyseniz, aynen böyle devam edin yakında 1.65’e 180 kilo olursunuz.
2. Yukarıdaki satırları okurken içinizden “Demek ki şişman biriyle birlikte yememek lazım” diye geçirdiyseniz (hele hele yemeğe inerken şişman arkadaşınızı ekmeye başladıysanız) siz, tipik bir siniksiniz. Yolunuz açık.

3. Elinizde bu yazı, patrona koşup “Bakın şişmanlar hem çok yiyormuş hem de başkalarının  yemesine sebep oluyormuş. Emredin bütün şişmanları işten çıkaralım…” diyen bir İK’cıysanız yakında icra kuruluna alınır, baş tacı edilirsiniz.
*
Ve – bağlantısı yok ama uysada da uymasa da söyleyeceğim - bu yazıdan çıkarılacak ders (geçen haftaki Hürriyet İK’nın da kapak konusuydu) :

Mutlu çalışan, mutlu müşteri demektir!
Çalışanı mutlu olan (ki bunun için karnının mecazî ve gerçek anlamda doyması şarttır) ; evet çalışanı mutlu olan şirketin müşterileri de mutludur. Çalışandan keserek şeyi kurtaracağını, durumu kurtaracağını zannetmek ise, etkisi kanıtlanmış bir ötanazi yöntemidir.

Hürriyet-İK, 19.10.2014




12 Ekim 2014 Pazar

Bugün dersimiz: Tweet Bağlama


Jargon’ ne demektir bilirsiniz.

(Hayret! Türk Dil Kurumu bu kez nasılsa adam gibi bir anlam tarifi vermiş. Tek kelimelik bir karşılık bulamadıkları içindir. Jargon: “Aynı meslek veya topluluktaki insanların ortak dilden ayrı olarak kullandıkları özel dil veya söz dağarcığı. Örnek: Tıp jargonu.”)
Peki ‘jargon’un aslında ‘tweet’ demek olduğunu biliyor musunuz?
Üzülmeyin. Öğrenmenin yaşı yoktur. Bilmemek değil, bilmediğini bilmemek ayıptır, vs. (*)
Bu arada yeri gelmemişken söyleyeyim, en önemli bilgiler, en gereksiz olan bilgilerdir. Mesela kuantum fiziği size hayatta düğme dikmeyi bilmek kadar gerekmeyecektir.

Jargon’ Fransızca’dır.
12’nci yy.’da (benim uzmanlık alanım olan) ‘boş konuşma, gargara, laga luga’ anlamında kullanılan ‘gargun’ (=‘kuş cıvıltısı’ yani ‘tweet’) kelimesinden gelir.

13’üncü yy.da hırsızların, yankesicilerin, sokak serserilerinin kullandığı (gizli ve uydurma) dile ‘gargon’ denirdi.
Ardından bildiğimiz ‘argo, derken bugünki (yani ‘aynı meslekten veya aynı gruptan insanlara özel kelimeler’) anlamında ‘jargon’ kelimesi kullanılır oldu.
Farkındayım. Dil kültürüm karşısında nefesiniz kesildiği için söyleyemiyorsunuz (*), ama konuyu nereye getireceğimi merak ediyorsunuz.

İnanın ben sizden çok merak ediyorum.

*
Her mesleğin iyi kötü bir jargonu vardır. İçinde Latince, Fransızca, İngilizce kelime çok olduğu için ‘tıp jargonu’ en tipik ve zenginlerinden biridir. Mühendislikte, gazetecilikte böyle ‘mesleğe özel’ kelime çoktur.

Ara not: Özellikle büyük şirketlerde, Türkçesi dururken İngilizce kelimeler kullanmaya ise, jargon margon demezler düpedüz ‘dııııtlık’ derler. Feedback, to-do-list, deadline, draft, set etmek, çek etmek, keyz, forwırtlamak, sörç etmek, seyv etmek, şortlist, kofibreyk, bektubek, plas, maynıs, puş etmek (‘t’siz) ve tabii telınt, HR (eyçar okuyunuz)…
Bunların Türkçeleştirilmeleri de ayrı bir güzelliktir. Geri aramak, geri bildirim, kendine iyi bakmak, kazan-kazan, yolunda gitmeyen bir şeyler olmak gibi...
Zaman içinde değişen meslek jargonu dışında, bir de dönem dönem moda olan ‘kavramlar’ vardır. Motivasyon, challange, engagement, consensus, ekip ruhu vs.  Genellikle duyması hoş ama içi boş laflardır bunlar.Son yıllarda network ve sosyalleşme affedersiniz çok in.

Mesela uzmanlar şirket içi ve şirket dışı çevre (network) edinmenin kariyer için çok önemli olduğunu, bunun en iyi yollarından birinin de öğlen yemeklerini iş arkadaşlarıyla veya dışarıda meslektaşlarıyla yemenin önemini tekrarlıyorlar.
Keza çalışanların da karnını kantinde birlikte doyurması, çay-kahve molaları vs kurum kültürü ve takım ruhu oluşturmak için – eee siz nasıl diyorsunuz - bir opportunity’dir.

Özetle (yer bitti) önümüzdeki pazar yazısında

Dersimiz : Bağlama (Jargon’un etimolojisinden yola çıkıp 50 satırda konuyu obezite sorunsalına bağlayın da göreyim sizi!)

Konumuz : Birlikte yenen öğle yemekleri obez yapar mı?
Hepsi ve daha fazlası asssssonra flaş flaş Hürriyet İK’da...


 
(*) Ben de bu vesileyle öğrendim size bu sattıklarımı – Kaynak : CNRTL

Hürriyet-İK, 12.10.2014 
 
 
 
 

5 Ekim 2014 Pazar

Kırk bayram, kırkı da bir bayram ...


Kadriye Teyze’yi tanır mısınız? Tanımazsınız. Darülaceze’de yaşar Kadriye Teyze. Tam yirmi senedir. İki oğlu, bir de kızı vardır. Hadi canım sende, böylesine evlat mı denir. İki oğlan, bir de kız doğurmuş Kadriye Teyze, ama onun çocuğu yok. O hâlâ var zannediyor.
*

20 sene önce, yağmurlu bir kış akşamı, Darülaceze’nin kapısına terk edip gitmişler analarını. İstanbul’da bir yerlerde yaşadıklarını biliyor a, “Madem İstanbul’da yaşıyorlar, neden beni buradan çıkarmıyorlar?” diye sorabiliyor yirmi sene sonra hâlâ kendi kendine. Ana yüreği işte, inanmak istemiyor.
Her bayram yeniden umutlanıyor Kadriye Teyze. Otuz dokuz Bayram’dır gelmediler elini öpmeye, bu Bayram belki...

Yine gelmiyorlar.
Halbuki, üstünden çıkarmadığı pamuklu geceliğini atmış, başucundaki çelik dolapta “Bayram için” sakladığı basma entariyi giymişti bu sabah, yatak komşusu rahmetli Emin’anımın ördüğü kırmızılı beyazlı hırkayı da geçirmişti üstüne. Hani torunları da getirirlerse... Vardır vardır, torunları olmuştur muhakkak. Kocaman olmuşlardır bile artık. 

Bayram’ın birinci günü gelen giden olmaz. “Kızım üşeniyormuş. Oğlumun da eşi istemiyor beni. Torunlar da tanımazlar ki ninelerini...” diye dert yanar dostlarına, çocuklarına bahane bulur, ümidini ikinci güne saklar.
İkinci gün de gelen olmaz. Üçüncü gün de...

Göbeğine sis çöken Darülaceze bahçesinde, çıplak çınarların altında soğuk banka oturur oturur, içinin ürpermesi rutubetten midir, yüreğindeki hüzünden mi, artık bilemez.
O akşam yemeği boğazında düğümlenir hep. Her bayramın sonunda olduğu gibi. İzmir köftesi soğur, ekmek içini sosa banıp, dişsiz damağında ezerken, ağlamamaya çalışır. İstemez obürleri görsün ağırına gittiğini.

Televizyonda Bir İstanbul Masalı’nı seyretmeyi çekmez canı bu akşam. Odasına çıkar. Yatağına oturur, sarımtırak başucu dolabının bir türlü yerine oturmayan çekmecesinden bir çizgili dosya kağıdıyla kalem çıkarır, bir mektup yazar çocuklarına. Dizlerinin üstünde.
Bayramlarını kutlar, tek tek, önce büyük oğlanla gelinin, varsa çocuklarının. Sonra kızıyla damadın, küçük oğlanla hayırsız karısının. Onlara Darülaceze’deki tekdüze hayatından haberler verir, ama dizindeki romanitzamı, afedersiniz küçük ihtiyacını giderirken yanma yaptığını saklar, Bayram günü keyiflerini kaçırmanın ne alemi var! Derken, cümlenin orta yerinde sitem ettiğini fark eder. Hazır kimse yokken ağlar biraz kendi kendine.

Evlatlarım, sizleri çok özledim. Bari iyi olduğunuzu bilsem, bir haber gönderseniz... Neyse, siz iyi olun da, Allah’ıma şükürler olsun, benim için üzülmeyin... Gözlerinizden öperim!” diye bitirir. “Anneniz Kadriye” diye yazar en altına.
Çocuklarına yazdığı bu kırkıncı bayram mektubunu, sararmış diğerlerinin üstüne koyar. Adreslerini bilmez ki göndersin.

Soyunmaya mecali kalmamıştır, yatağına uzanır, yüzünü duvara doğru döner, ellerini dizlerinin arasına sıkıştırır, Allah’ına sitem eder biraz, bir “Rabbiyesir” okur mırıldanarak, iki damla göz yaşı akar yastık yüzüne, yumar gözlerini Kadriye Teyze...

Kurban Bayramı’na şurada ne kaldı!

(Bu Şeker Bayramı yazısı en az 10 yıllık. Kadriye Teyze rahmetli oldu çoktan. Ama Darülaceze’de ve asıl kenarda köşede hâlâ Kadriye Teyzeler yaşıyor. Hani derdiniz hayır dua almaksa gerçekten…)

*
*  *


(Bu da işin ‘bize her gün bayram’ kısmı...)

Küvet testi

Sağlık Bakanı şehrin en büyük akıl hastanesini denetliyormuş. Başhekime sormuş:

- Bir insanın akıllı mı, deli mi olduğuna karar vermek ne kadar zor, değil mi! Ağır bir vicdanî sorumluluk.
- Zor tabii, ama Sayın Bakanım sizin memleket meseleleriyle ilgili kararlarınız kadar değil.

- Bir hastayı enterne etmeden evvel, son kararı nasıl veriyorsunuz ?
- Son kararı vermek için ‘küvet testi’ uyguluyoruz Sayın Bakanım. Banyo küvetini suyla dolduruyoruz. Hastaya bir çay kaşığı, bir kahve fincanı, bir de tencere veriyoruz ve soruyoruz: ‘En hızlı ve en zahmetsiz şekilde suyu boşalt bakalım!

- Haa anladım, deliyse kaşıkla yahut fincanla boşaltmaya çalışıyor, akıllıysa tencereyi kullanıyor...
- Hayır efendim, akıllılar genelde ‘Tıpayı çeksek olmaz mı?’ diye soruyorlar...