28 Mayıs 2013 Salı

Şirket odur ki…


daha doğrusu:

Her işten ayrılanı arkanızdan sövdürmeyi nasıl başarıyorsunuz?

-Her işten ayrılanı, arkanızdan size ve şirkete küfrettirmeyi nasıl başarıyorsunuz Allah aşkına?
Bir sohbet esnasında, kemiksiz dilime nedense tahammül eden bir patrona böyle sorduğumu hatırlıyorum.
Cevabını unuttum.
Muhtemelen ya ‘Aman Serdaaaaar’ ya da ‘Nassı yani?’ demiştir.
*
Söylemeye gerek yok: 
Çalışanlar ve iş arayanlar nezdinde imajı kötü olan şirket, kötü adaylarla ve kötü çalışanlarla yetinir; bu onun imajını daha da bozar ve bu kısır döngü kötüleşerek sürer…
Ve işten çıkarılan her çalışan, şirketin ve patronun imajı açısından pimi çekilip atılmış bir el bombasıdır.
Ey insan kaynakları çalışanı, birinci vazifen ve marifetin, bu çalışanı dahi terk ettiği ya da kapıya koyulduğu şirketin ‘iyi niyet elçisi’ haline getirip öyle göndermektir. Bunu beceremiyorsan, çünkü her patron layık olduğu İK’cıyla çalışır, en azından gidenin gönlünü almayı başar da hiç olmazsa arkanızdan yüksek sesle sövmesin.
-Çalışana veya dışarıya dönük imaj ve prestij reklamları için isterseniz trilyonlar harcayın; aleyhinizde konuşan tek bir çalışanın ya da eski çalışanın yaptığı tahribatı telafi edemezsiniz...
-Size yüzde yüz katılıyorum Serdar Bey!
Katılıyorsun da ne oluyor?
*
Groupe Casino’nun (*) İşe Alım Direktörü Thomas Vilcot’un bir kitabı çıktı geçenlerde: Recrutement responsable yani Sorumlu İşe Alım.
Kendisi ne kadar uyguluyor bilinmez, ama en azından adaylara karşı daha saygılı bir işe alım sürecini savunuyor kitabında. Mesela ön elemeyi geçemeyen aday adaylarına bilgisayar tarafından gönderilen otomatik cevaplara itiraz ediyor. Kişiye özel cevap verin diyor. Yanında çalışan 20 işe alımcıyı ‘adaylara yol göstermekle görevli İK koçu’ haline getirdiğini söylüyor. ‘Gerekirse, başvurdukları işin niye onlara göre olmadığını izah ediyoruz.’ Bu ciddi bir mesai gerektiriyor tabii,‘Ama bazen adayları şirket içinde akıllarında olmayan başka bir göreve yönlendiriyoruz.’ Groupe Casino bir yıldır iş müracaatı yapan adaylara bir ‘mutluluk formu’ doldurtuyormuş: Mülakatınız iyi geçti mi, görevlilerimiz sizi gereği gibi ağırlayıp ilgilendiler mi?
Çünkü, diyor Vilcot ‘Her adaya bir müşteriymiş gibi davranmalısınız’.
Bence sadece bir müşteri gibi değil, şirketin halkla ilişkiler çalışanıymış, reklamcısıymış, imaj elçisiymiş gibi davranmalısınız. Aday adaylığını bile kabul etmedikleriniz de dahil, her aday bu süreçten sonra sizin hakkınızda iyi konuşmalı ve sizin reklamınızı yapmalı.
İşe alım sürecinde, İK’cıların dikkat etmesi gereken 2 tehlike, daha doğrusu 2 temel günah bıkkınlık ve kibir.
Bıkkınlık, çünkü beş, on, elli adayla yazışıp görüştünüz mü iş rutine girer, işe alımcı ve mülakatçı yorulur, bezer. Dikkat dağılır. Bir müddet sonra ‘alalım birini bu iş bitsin’ psikolojisi ağır basar. Hele yönetici ne istediğini bilmiyorsa. Ki yaygındır.
Kibir, çünkü (hani yabancı konsoloslukların Türk vize çalışanları müstemleke işbirlikçisi psikolojisiyle kraldan fazla kralcı kesilir, kendi vatandaşlarına eziyet eder ya, o kadar olmasa da) iş arayan, belki o işe çok muhtaç olan adaylar karşısında sırtını şirkete dayamış işe alımcı kendini ‘muktedir’ hissetmeye başlar. Doğaldır.
Her iki durumda da – ama asıl ikisi üst üste bindiğinde - adaylara karşı dikkatsizlik hatta saygısızlık kolaydır.
Şirketler İK’cılarına bu açıdan çok yüklenmemeli, gerekli eğitimi vermeli ve fakat asıl işi, işe alımcının ve mülakatçının insafına bırakmadan, ‘adaya duyarlı’ işe alım prosedürlerini hazırlamalı ve uygulamalıdır.
Bunu sözlü olarak söyledin mi, İK’cıların tepkisi standart:
-Biz bütün bu söylediklerinizi zaten uyguluyoruz!
Aferin, ama bir kere daha düşünün, derim.
Unutmayın: ‘Şirket odur ki, işten atılan dahi hakkında iyi konuşa…


(*) Bu arada, Casino’yu dünya çapında bir marketler zinciri haline getiren ve ‘sosyal duyarlılığı’ ile tanınan Antoine Guichard 18 Mayıs’ta 86 yaşında öldü.

Hürriyet-İK, 02.06.2013



22 Mayıs 2013 Çarşamba

Karga kadar olamadık


Yazdıklarımı ‘hüzünle’ okuduğunu söyleyen bir bey bana attığı e-postada Türkiye’de insanların meslekî tecrübelerini kağıda dökmeyişinden, üniversitelerin icracıların tecrübelerine itibar etmeyişinden yakınıyordu. Haklı olarak. ‘Fabrikalar kurmuş bir nesil çekip gidiyor, kimsenin umrunda değil’ diyordu.
Ona cevaben seyrettiğim bir belgeselden söz ettim.
Amerikan Savunma Bakanlığı’nın finanse ettiği bir projeyle ilgili bir belgeseldi. Kargaların, kötülük eden insanların yüzünü tanıma yeteneğini ölçüyorlardı. Anladığım kadarıyla suçluların, hatta potansiyel suçluların teşhisinde kullanmayı düşünüyorlarmış.
Araştırdıkları konulardan biri de, kargaların bilgi ve tecrübelerini yavrularına aktarma becerileriydi. Bir bilim adamı “Kargalar eğer bu konuda başarılıysa, o zaman evrim denilen süreçte çok daha şanslılar demektir” diyordu.
*
Silikon Vadisi’ni gezen Başbakan, “Çalışanlar mesafe alıyor. Demek ki bizim de daha çok çalışmamız, bilgiyi üretmemiz, geliştirmemiz lazım. Onun için ben de bilgiyi insanlığın evrensel bir malzemesi olarak görüyorum. Bundan hep birlikte istifade edeceğiz” diyordu. (Hürriyet, 25 Mayıs pazartesi)
Doğrudur, ama bir yere kadar.
Başkalarının ürettiği bilgiden istifade etmekle yetinen toplumlar, giderek hızlanan bu yarışta nal toplamaya mahkûm.
Hele hele toplumsel gelişme denilen süreçte, bizim gibi (zaten kıt) bilgi birikimlerini ve tecrübelerini sonraki nesillere aktarmayı bilmeyen milletlerin hiç şansı yok.
Bu zaafımızdan dolayıdır ki, bizde her kuşak aynı tebrübeleri yaşar, aynı hataları tekrarlar ve toplum olarak asırlardır patinaj yapar dururuz.
Bilgiye, tecrübeye saygı göstermeyen bir toplum olduğumuz için midir? Bu kısır döngüde hangisi sebep, hangisi sonuç? Bilmiyorum.
*
Gene bir şey bilerek değil, ama bu coğrafyada yaşayan insanların (belki de Rumları, Ermenileri, Süryânîleri, yani nispeten daha eski ve yerleşik olan unsurları bu tanımın dışında bırakmak gerekir)…
Bir şey bilerek değil ama, bu coğrafyada yaşayan insanların, diyordum, karakter ve davranışlarında bireysel ve toplumsal genlerine işlemiş göçebeliğin etkisi olduğuna inanıyorum.
Oysa göçebe toplumlarda, hatta yerleşik köylü toplamlarında, ‘eskilere’ yani yaşlılara saygı önemlidir; sevgiden dolayı değil menfaat icabı:
Çünkü hayatta kalmak için olmazsa olmaz bilgi ve tecrübeye yaşlılar sahiptir de ondan. (Anaerkin fil topluluklarında suyun yerini sadece ‘anaç fil’ bilir mesela.)
Acaba diyorum - varsa bir uzman bana cevap verse keşke - bu tür ataerkil toplumlarda, eskiler iktidarı kaptırmamak için bilgi ve tecrübelerini kıskanç bir şekilde gizler, sadece vakti geldiğinde (yani ölüme yakın) yerlerini alacak olana, o da gıdım gıdım aktarırlar da, bizim bu zaafımızın sebebi de bu mudur?
(Zaten, batının çekirdek aile düzenini benimsediğimizden beri, ailede ihtiyarlar da kalmadı.)
*
Yüksek sesle düşünüyorum, sebebini bilmiyorum, bilebilecek altyapıya sahip değilim ne yazık ki; ama (romancı ve hikayeci de çıkmayan) bu coğrafyada, bilgi ve tecrübemizi yeni nesillere aktaramadığımız aşikar.
Başbakan’ın dediği gibi çok da çalışsak, ki Allah için çalışıyoruz, biriktiremedikten ve aktaramadıktan sonra, neye yarar?
Ve ne yazıktır ki, elin adamı kargaları incelerken, bizim yüzümüze bile bakan yok.

Hürriyet-İK, 26.05.2013





20 Mayıs 2013 Pazartesi

Gençlikçilik



ya da

Gençliğin en büyük
düşmanı gençlikçilik

Bunu ben demiyorum, Fransız aydını Régis Debray diyor.

İlginç ve aykırı bir tiptir. ‘Che’ Guevera’nın Bolivya’dan silah arkadaşıdır mesela.

Debray yeni çıkan Le Bel âge (‘Güzel yaş’ yani ‘Gençlik’) isimli kitabında ‘gençlik kültü kaçınılmaz mıdır?’ diye sorguluyor:

Günümüzde bedenen ve ruhen genç kalmak, en azından genç görünmek, olmazsa olmaz bir şart, diyor. Gençler gibi yapmak kaçınılmaz. Hepimizden beklenen bu. Buna ayak uydurabilmek için ‘çok-kısa-vâde baskısı’na boyun eğmek gerek:

140 vuruşluk tweet formatına girmek, Savaş ve Barış’ın 5 dakikalık özetiyle yetinmek, meramını 30 saniyede asgari kelimeyle anlatmak; yani sörf yapmak, üstünden akıp gitmek, şöyle bir temas etmek, dokunup geçmek, derinine inmeden ‘gibi yapmakla’ yetinmek, her şeye ama sadece anlık ilgi duyabildiğimiz için kalıcı bir şeyle yahut bir şeyle kalıcı şekilde ilgilenmemek…

Gençler için tasarlanmış bu hight tech dünyaya ayak uydurmak gerekçesiyle, artık uzun soluklu hiçbir proje yapamıyoruz” diyor Debray.

Sözcüklerin yani sözün piç edilmesini, ‘yeni olsun da çamurdan olsun’ felsefesini tiye alarak ve provokatif kişiliğine sadık kalarak, herkese ters geleceğini bile bile ‘Gençlikçilik bugün gençlerin bir numaralı düşmanıdır’ diyor. Ve gençlikciliğin, ırkcılık gibi, antisemitizm şiddetle savaşılması gereken bir tehlike olduğunu iddia ediyor.

Yoksa?

Yoksa, zamanı ve mekanı ele geçirmek üzere tasarlanmış teknolojilerin esiri olarak, ‘hemen-şimdi baskısı, stres, kararsızlık ve yüzeyselliğe mahkûm olacağız’ diyor.

Peki Régis, Çto dielat? (1) Yani ne yapmalıyız ?

Pişmanlık tuzağına düşmeden nostaljik davranmalıyız. ‘Trenden atılmak için hiçbir fırsatı kaçırmamalıyız’ diyor Debray. Yani bize empoze edilen dünyaya bir kez daha kafa tutup yeni bir maceraya atılmalıyız.

Hasılı bizi ‘Ya genç kal ya öl!’ diye formatlayan dünyanın yüzüne ‘Kimin genç olduğuna sen karar veremezsin’ diye haykırmalıyız.

Şairin dediğini unutmayın:

Ve genç insanların gözlerinde alevi görürsünüz / Ama eskilerin gözlerinde görülen ışıktır!” (2)

(1) Ne yapmalı? Lenin’in 1902 tarihli bir kitabıdır. Lenin, Nikolay Çerniçevski’nin 1862 tarihli ve aynı isimli kitabından esinlenmiştir.
(2) Victor Hugo’nun bu dizelerini en sadık okurlarımdan Mehmet Fuat Akev üstadıma ithaf ediyorum.)


13 Mayıs 2013 Pazartesi

Dağa mı çıkalım?


Bugün, Hürriyet İK’da Hayriye Mengüç’ün hazırladığı kapak haberi ‘işitme ve konuşma engelli çalışanlar’ daha doğrusu ‘çalışamayanlar  - çalıştırılmayanlar - adam gibi çalıştırılmayanlar’ ile ilgili.

Habere yorum katamazsınız, onun için burada ben söyleyeyim: 

Bir memlekette, devlet devlet midir, toplum medeni midir, insanlar insan mıdır; yaşlılarına, engellilerine, kimsesizlerine muamelesine bakarak notunuzu verebilirsiniz.

Bizde bu açıdan devlet zavallı ama suçlu, toplum saygısız ve ilkeldir. 

Bir istatistik kurumumuz bile olmadığı için, Türkiye’de engelli sayısını bilen yok. 

Yıllar önce, Hürriyet’in Okullarımız Yıkılmasın kampanyası sırasında, Milli Eğitim Bakanlığı’na ‘Türkiye’de kaç yatılı bölge ilköğretim okulu ve pansiyonlu ilköğretim okulu var?’ diye sormuştuk. MEB’den bir türlü cevap gelmedi, sebebini merak ettik: ‘81 ilin valisine, ilinizde kaç YİBO ve PİO var, diye yazıyla sorduk, sonuçları bekliyoruz’ dediler. Yani bakanlık kaç okulu olduğunundan bihaberdi. Sayıları 8 ile 10 milyon arasında tahmin edilen engellileri kim sayacak?

*

Türkiye’de ‘sağlıklı vatandaş’ olmak bile eziyettir. Değil engelli, hele hele ‘devletin ilgisine muhtaç’ bir engelli olmak. 

Bir ‘çıkmaz durum’ söz konusu:

Aile içi evlilikler, sağlıksız gebelik ve doğum, cehalet vb sebeplerle, fakir ve eğitimsiz ailelerde engelli çocuk sayısı yüksek. 

Bu çocuklar sağlık hizmetlerine erişemedikleri için (ve Türkiye’de zaten yeterli altyapı da olmadığı için) tedavi ve iyileşme şansları sınırlı.

Aynı çocuklar, hem fakir hem engelli oldukları için, yeterli eğitim alamıyorlar ve zaten engelliler için gerekli eğitim altyapısı da yok). 

Hem eğitimsiz hem engelli oldukları için adam gibi bir iş bulamıyorlar. 

Hem engelli hem işsiz oldukları için (yahut da marjinal işlerle yetindikleri için) başkalarına muhtaç  oluyorlar…

Türkiye Cumhuriyeti Devleti engelliler konusunda da ‘demokrasi ve insan hakları suçu’ işlemekte.

*

Resmî Sweden.se sitesinin verilerine göre, 9,5 milyon nüfuslu İsveç’te 2 milyona yakın engelli yaşıyor. Yani 5 kişiden biri. 

Demek ki İsveç devleti en küçük bir engeli bile engel olarak kabul ediyor. Ve engellilere tanınan hak ve imkanlardan yayarlandırıyor. 

İsveç’te artık mesele engellilerin sosyal güvenlikten yararlanmasını ve engellilere maddi yardımı çoktan aşmış. (Mesela evinde yaşam şartlarını düzeltmek isteyen, ne bileyim elektrikli asansör, sensörlü kapı koydurmak, eşiklere eğim yaptırmak vs için engellilere iyi şartlarda kredi sağlayan yasa… 1959’da yürürlüğü girmiş İsveç’te) 

İsveç devleti artık konuya ‘insan hakları ve demokrasi’ açısından bakıyor:

Engellilerin, engelsiz ve sağlıklı vatandaşlarla aynı şartlarda yaşamasını temin etmek, İsveç Devleti’nin ve İsveç toplumunun görevidir.

*

Türkiye’de engellilerin böyle bir talebi yok, taleplerinde bu kadar ileri gitmeyi göz(!)leri yemez. 

Demokrasi ve insan hakları lafını ağızlarına alırlarsa eğer, alimallah polisin dur demeden biber gazı ve tazyikli suyla saldırması, savcıların durumdan vazife çıkarması, başbakanın işi analarını alıp gitmelerine vardırması olasılığı yüksektir.

Türkiye’de Kürt vardır’ diyebilmek ve temel hak ve özgürlüklerden söz etmek için PKK terörü, 30 yıllık içsavaş, on binlerce ölü gerekti.

Türkiye’de engelliler vardır’ dedirtmek ve haklarını istemek için, dağa mı çıkalım yani?


Not: Laf ebeliğinden, engellilere şirketlerde reva görülen muameleye yer kalmadı. Yoksa ancak kanun zoruyla engelli istihdam eden, o da sadece marjinal işleri layık gören; ‘görüntüyü bozmasın’ diye engellileri gözlerden uzak tutan şirketlerin terbiyesizliğinden söz etmeyi de isterdim.


Hürriyet-İK,12.05.2013





5 Mayıs 2013 Pazar

Oldu olacak...

Candan Erçetin, seyircisine saygısından, anacığının acısıyla sahneye çıktı. Sanat bunu gerektirir, perde açılmalı, şov devam etmeli. Ben sanatçı değil gazeteciyim. 1 Mayıs’ta ortaya çıkan manzarayı burada yazmadıktan sonra, felsefeydi, sosyolojiydi, insan kaynaklarıydı, çalışanın sorunları, yönetim meseleleri, hepsi birden boş ve anlamsız geldi. (*) Oldu olacak...


 
 
Seksek
Randevu saatini beklerken, yolları çiçeklendirmek niyetiyle koyulan ama kuru otların yanında sigara izmariti, çiklet kağıdı, yırtılmış biletlere çöp kutusu vazifesi gören beton saksılardan birine oturdum, gazete okuyacağım.
Nişantaşı’nın dar yollarına park etmiş araçlarla apartman girişleri arasına sıkışmış daracık ve basamaklı eğri büğrü kaldırımda, ikisi kız ikisi erkek, dört küçük çocuk oynuyor. Onları seyretmek daha keyifli.
Dar alanda seksek oynuyorlar. Belli ki bir kamplaşma söz konusu. Sarı saçları ensesinde örgülü kızla ablalık ettiği küçük çipil oğlan, kardeş olmalı. Diğer ikisine karşı savunmadalar. Kılık kıyafetlerine bakıyorum, sorun sosyal sınıf farkı galiba. Bu ikisi kapıcı çocuğu olmalı. Berikiler bir terbiyesizlik etmiyorlar, ama örgülü abla alıngan. Belki de farkın sadece o farkında. Hırçın.
İki taraf da gerginlikten rahatsız, ama oyunu bozmak istemiyorlar. Seksek devam etsin diye, diğerleri tavize hazır, abla da bunu kullanıyor, mızıkçılık yapıyor sürekli.
- Bastın, çizgiye bastın!
- Basmadım işte!..
- Bastın! Bastı di’mi Gözde?
- Bastın işte, mızıkçı...
- Basmadım diyom işte, kak lan Osman oynamâyalım bunlâlan...
- Tamam tamam basmadın, şaka yaptım.
Gözde, seksek sırası ona geldiğinde, eteklerini iki ucundan tutup havaya kaldırıyor. Hanım hanımcık.
Adını bilmediğim diğerinin, yani ablanın üzerinde hâlâ önlüğü var, altında siyah bir efoşman. Çıplak ayağına geçirdiği yeşil plastikten terliklerle sekiyor. Bordolu kırmızılı, kolları ve boğazına kadar düğmelenmiş yün gömleğin üzerine bir de çağla yeşili yelek giydirmiş Osman’a annesi, kendi örmüş. Blucini kıçında durmuyor. Ya burnunu siliyor elinin tersiyle, ya da, iki eliyle, kıçını da şöyle sağ sol kıvırarak, düşen pontolunu çekiyor. Beyaza yakın sarı, kaşı gözü görünmüyor Çipil Osman’ın. İncecik bir sesi var, kulakları tırmalayacak kadar tiz. Heyecandan bağırdığı için söylediği anlaşılmıyor, ama ablasıyla anlaşıyorlar...
Randevu saatim geldi. Kalkmak istemiyorum.
Çantadan bir kutu çiklet bulup çıkarıyorum, kutuyu sallayınca sesine bakıyorlar. Açıp uzatıyorum. Drajeler kan kırmızısı. Cazip.
Osman’la ablası belli ki alışıklar sokağa, yeme geliyorlar hemen. Diğerleri tedbirli, tembihli belli. Oğlan yaşça büyük kıza bakıyor, kız Çağla Apartmanı’nın birinci kat penceresine. İzin alacak ama kimse yok camda. Osman bir tane çiklet alıyor, daha doğrusu alacak, ama gözleri bende olduğu için drajeyi yakalayamıyor bir türlü. Küçük işaret parmağı yılan başı gibi aranıyor kutunun içinde. Bir tane yakalıyor sonunda, ablasına veriyor ilk tuttuğunu, bağlılığını, teslimiyetini belli ediyor. Abla çikleti ağzına atarken göz ucuyla diğer kıza bakıyor, gördü mü manzarayı diye.
- Çocuklar, siz de birer tane alın bakalım.
Küçüğü hamle edince, büyüğü, kız olanı, dayanamıyor artık. Birer tane çiklet de onlar alıyor.
Serdar Amcalığım tutuyor, bir şey diyeceğim sohbeti açmak için, ama konu bulamıyorum:
- Sonra yere atmayın çikleti sakın.
- Cık, diyorlar koro halinde.
Diğer kız giriyor lafa oradan, üstü başı daha iyi olanı:
- Atmayız amca, ama yutmamak da gerek, değil mi Erem? (Yahut Eren.)
- Hı, diyor küçük oğlan, çikleti nedense alt çenesini sabit tutup, üst çenesini açıp kapayarak, yani başını emme basma pompa gibi öne arkaya sallayarak çiğniyor.
- Peki niye yere atmamak lazım çikleti? Sen söyle bakalım Osman!
Nişantaşlı köylü çocuğu çipil Osman, yüzünde adının okunmuş olmasının verdiği memnun gülümseme, başını öne eğerek duruyor mahçup. Ablası atılıyor hemen:
- Çevremizi temiz tutmalıyız da ondan!
- Aferin!
Bu sefer diğer kız soruyor, biraz da ricacı bir tonda:
- Niye yutmamamız gerek, onu da ben söyleyeyim mi öğretmenim?
- Onu da sen söyle Gözde.
- Çünkün çiklet midede erimez, bağırsaklarımızda yıllarca durur da ondan.
- Yok öyle değil, ama yutmayın yine de siz. Yutacağınıza bir kağıt parçasına sarıp çöpe atın.
- Tamam amca...
İlgileri dağıldı bile. Kendimizi ezdirmeyelim bari:
- Haydi siz oyununuza dönün, ben de işime gideyim.
Kalktım. Son sözü kim söyleyecek acaba?
Abla tabii ki... Dördünün adına.
- Amcaaa!
- Ha güzel kızım?
- Çiklet için teşkür ederiz!
- Afiyet olsun!..
Gözde ses çıkarmadı artık, bu seferlik altta kalmayı tercih etti.
Oyun bozulmasın diye, şimdi öbürü mızıkır mızıkır...
- Sıra kimdeydi lan? Bendedi di’mi?
 

(*) Fransızca bilenleriniz, 23 Ağustos 2012 tarihli Nouvel Observateur’de yayımlanmış, Laurent Joffrin imzalı ‘Notre nouvelle ennemi: la démocrature’ yani ‘Yeni düşmanımız: demokratörlük’ başlıklı yazıyı okuyabilirsiniz.