26 Nisan 2014 Cumartesi

Gene e-dayak yiyeceğim

Burcu’nun (Özçelik Sözer) hazırladığı, Hürriyet İK’nın bugünkü kapak konusu beni çok ilgilendiriyor.
Çekirdek aile içinde anne-baba modellerinin ve ilişkilerinin çocuğun kişiliğini ve dolayısıyla uzun vadede toplumun kimliğini belirlediğine inanıyorum.
Ana, baba ve çocuklar arasında saygılı, eşitlikçi ve ‘demokratik’ bir ilişki tesis edilmedikçe, yani ‘aile içi demokrasi’ olmadıkça, Türk toplumunun ve TC’nin demokratikleşmesi imkansız.
Onun için, beynimin derinliklerine sığınmış arkaik maço her ne kadar zaman zaman kafasını uzatıp ‘ulan kılıbık nesiller yetiştirdiniz!’ diye bizimle dalga geçse de, aile içinde rollerin değişmesinden, yani kızlarımızın akıllanmasından ve oğullarımızın medenîleşmesinden çok mutluyum.
Ancak izninizle, bir endişemi (gene izninizle, aynı şeyi farklı kelimelerle yazmak yerine) eski bir yazıyla ifadeye çalışacağım.
Rahmetli Yurtsan (Atakan) arkadaşımın yönettiği Onpunto’da 2008’de yayımlanmış bir yazı:
*

ANNEYE ANNE, BABAYA BABA DEMEK

Ben, anneme babama (zaman zaman laûbalilik edip ‘Hakkı Beyim’ yahut ‘Lülüşüm’ desem de) ‘siz’ derim. Kardeşim de öyle.
Halam, işi bizden de öteye götürüp, kendinden 12-13 yaş büyük olan babama ‘abi-siz’ diye hitap eder. Bu kadarını çok bulsam da, anneye babaya ‘siz’ demek bana tabiî, hatta lazım gelir.
Biz, ana babamızdan böyle gördük. Ama artık çocuklardan bunu beklemeye hakkımız yok. (...)
Yani artık zaman değişti. Amerikan dizilerinin de katkısıyla (İngilizce’de sen-siz ayrımı yok malûm), çocuklar anne babalarına ‘sen’ der oldular.
Şahsen, bir şikayetim yok. Bu değişimin bir zararını da görmedim. Aksine, nesillerin birbirine yakınlaşmasını, büyüklerle çocukların (olabileceği kadar) arkadaş olmasını kolaylıyor diye destekliyorum.
Ammaaa!..
Ama bir de işin aması var, çünkü insanoğlunun – özellikle de bizim insanlarımızın – işin şeyini çıkarmak gibi bir kötü huyları var.
Oysa çocukların daima ‘bir kırmızı çizgi olduğunu’ ilk günden bilmesi gerekir.
Annemize babamıza ‘sen’ diyoruz, arkadaş gibi davranıyoruz ama onlar ANNE VE BABA’dır ve onlarla anne-baba gibi ilişki kurmamız gerekir, demeliler.
Çocuklarının kendilerine isimle hitap etmesini isteyen ana babaları hep eleştirmişimdir. İşi, dedelerine, ninelerine isimleriyle – sen diye hitap ettirmeye kadar götürenleri gördüm.
Bunun yanlış olduğunu, küçük çocuğun aile içindeki yerini ve konumunu, çevresindekilerin yerini ve konumunu belirlemede zorlanacağını; bunun çocuğa ve sosyal ilişkilerine zarar vereceğini söyledim de... neler işittim neler!
Ne geri kafalılığım kaldı, ne faşistliğim!
Sıkıcı bir durumdur, bazen yüzde yüz haklı olduğunuzu bilirsiniz ama ‘günün rüzgârı’ size karşı eser; modaya, yayılmakta olan (genelde yanlış) inanca ve koalisyona ters düşersiniz, haklılığınızı ispat edecek argüman bulamazsınız.
Le Figaro’nun yazarı (Le Plaisir des Mots – Kelimelerin Keyfi adlı köşenin sahibi) Claude Duneton da aynı dertten muzdaripmiş meğer.
Papa ve maman kelimelerine sadık kaldığım için duymadığım kalmadı” diyordu 5 haziran tarihli makalesinde.
Ebeveynine ‘anne-baba’ dememesi istenen, isimleriyle hitaba zorlanan çocukların ‘işaret noktalarını’ (röperlerini) kaybettiklerini;
bu çocukların, sembolik anlamda, daha doğdukları gün ‘annesiz ve babasız’ yani ‘öksüz ve yetim’ kaldıklarını savunduğunu;
ama elinde iddiasını destekleyecek bilimsel kaynak olmadığı için ‘modası geçmiş örf ve âdetlerden kurtulmuş modern çiftler’ (!) tarafından geri kafalı muamelesi gördüğünü söylüyor o da.
*
Ama nihayet eline bir kaynak geçmiş: Psikanalist Françoise Gaspari-Carrière’in Çocuklarına aşık olan ana babalar için pratik el kitabı adlı bir denemesi.
Ben okumadım. Herhalde okuma fırsatım da olmaz. Ama ben de Duneton kadar sevindim.
Psikanalist, ‘Oedipus’un iyi niyetli ama bilgisiz ana babalar sayesinde çocuklara oynadığı oyunları’ anlatıyormuş.
Mesela ana babanın evde (modernik-rahatlık züppeliğiyle) çıplak gezmesinin, yahut çocukların ana baba arasındaki kimi ‘özel’ ilişkilere şahit olmasının zararlarını.
Ve kitabında, tehlikelerin en başına da ‘dil ve iletişim’ hatalarını koyuyormuş.
Çocuğun anneye Sylvie, babaya Jean-Luc diye hitap etmesinin bir sakıncası da ensest yasağını örtmek” diyor özetle yazar. “Rollerin karışmasıyla, küçük çocuk erkekse Sylvie’yi karısı, kızsa Jean-Luc’u kocası olarak algılayabiliyor. Bu karışıklığın verdiği zararı, yarattığı komplikasyonları, (özellikle okul hayatında) sebep olduğu davranış bozukluklarını hayal etmek bile zor.
Özellikle sınırını aşan sevgi fazlası, en sevgili yaratıklarımıza fayda değil, zarar veriyor... muş.
Ben değilim bunu diyen, kendiliğidir söyleyen.

Hürriyet-İK, 27.04.2014







18 Nisan 2014 Cuma

Plaza zübükleri

Yeni baskılarda da var mıdır bilmem, benim okuduğum Zübük’ün kapağında, ‘İt, kağnı gölgesinde yürür kendi gölgem sanırmış’ yazardı.
Ama pardon pardon!
Edebiyat kültürü Ferrari’sini Satan Bilge ile sınırlı üst düzey yöneticilerimize önce Zübük kimdir, nedir, onu söyleyelim.
Gerçi muhtemelen asla seyretmedikleri Kemal Sunal filminden bileceklerdir ama…
Zübük – Kağnı gölgesindeki it, Aziz Nesin’in bir romanıdır. (Aziz Nesin de Fenerbahçe’nin başkanı değil bir yazardır; bu kadarını bilin yeter.) İnsanların saflığından ve ikiyüzlülüğünden faydalanarak, yalanla dolanla önce belediye başkanı sonra milletvekili olan bir taşra kurnazını anlatır.
(Tuzla Piyade Okulu’nda yorganı başıma çekmiş el feneri ışığında Zübük okurken, muhteşem kurban kesme sahnesinde kahkahayla gülünce nöbetçi subayına yakalanmıştım. 12 Eylül’ün hemen ertesiydi ve Aziz Nesin gene ‘sakıncalı’ idi. Ama yorganı kaldırıp ‘Ne yapıyorsun orda sen?’ diye soran genç teğmen aydın bir subaydı, ‘Yavaş ol, sesin ta koridordan duyuluyor’ demekle yetindi.)
*
Ben kimim biliyor musun!’ diyen muktedirden, gazetenin gücünü kullanan gazeteciden tiksinirim.
Oldum olası üstündeki üniformaya yahut beylik tabancasına güvenenden hoşlanmadım.
Arkasını ‘devlet’ denilen kör ve anonim otoriteye dayayarak kendini bir halt zanneden memurinden nefret ederim.
Devletten, memuriyetten, her türlü resmî fiil ve sıfattan uzak durdum.
Gerçi ‘devlet’te böyle de ‘sivil’de daha mı iyi?
Mesela plazalarda, kağnı gölgesinde yürüyüp kendi gölgem zanneden ne çok zübük var, bilmem farkında mısınız.
Patrondan dökülen otorite kırıntılarına kifayetsiz ihtirasın verdiği kompleks ve açlıkla saldıran;
patronun yakınında olmanın ve kulağına fısıldayabilmenin verdiği avantajı entrika çevirmek için kullanan;
cehaletin verdiği cesaretin de katkılarıyla haddini bilmeyen;
kurallara, teamüllere, asgarî nezakete itibar etmeyecek kadar şımaran, kağnı gölgesindeki zübükler.
Ve bunların marifeti, Aziz Nesin’in ‘Zübükzâde İbraaam Bey’inkinden çok daha az, çünkü saflığından istifade etmeleri gereken sadece bir kişi.
*
Üstelik...
Star Wars dizisini hatırlar mısınız?
Olağanüstü yeteneklere sahip bir Jedi şövalyesi olan genç Anakin Skywalker, iktidarın ve gücün cazibesine kapılarak The Force’un yani Güç’ün ‘kötü tarafına’ geçer ve Darth Vader adıyla bir Sith lordu haline gelir.
Dikkat ediyorum da büyük şirketlerde böyle Güç’ün ‘karanlık yüzü’ne geçmeye ilk günden hazır, cin olmadan çarpmayı öğrenen ne çok yönetici var.

Basiretsiz patronlarca oturtuldukları koltuğu ‘kendi gölgeleri’ zanneden...

Hürriyet-İK, 20.04.2014




10 Nisan 2014 Perşembe

‘Artık gizleyerek, saklayarak şirket yönetmek mümkün değil’



Türkiye’nin elhamdülillah iç ve dış siyasetinde ortaya dökülecek pisliği olmadığı için;
Türk iş dünyasının kamuoyundan saklayacağı bir sırrı, çalışanlarından utanacağı bir ayıbı olmadığı için;
yöneticilerimizin yalanla, dolanla, bilgiyi saklayarak iktidar elde etme zavallılığıyla, onun bunun arkasından iş çevirmekle, fitneyle filan işi olmadığı için,
aslında bizi ilgilendirmez ama, benim de burada bir konu bulup yazmam lazım her hafta, ne yaparsınız!
*
Marianne’da yayımlanan röportajında, Umberto EcoWikileaks’tarihte bir dönüm noktasıdir” diyordu; “Herşey duyulduğuna, bilindiğine göre artık yalan söylemenin bir anlamı kalmadı. Bu, artık yalan söylemenin mümkün olmadığı anlamına gelmiyor; ama bir şeyleri gizlemek artık mümkün değil.” (*)
Şirket yöneticisi ve öğretim görevlisi Jean-Louis Muller ise internet blogunda “Siyasî gündem çok iyi korunduğu sanılan, ama ortaya dökülen sırlarla dolu.” diyor. “Bir karar alıyorsunuz, anında basında, sosyal medyada söylentisi yayılıyor. Bir varsayımdan ibaret alelade belgeler, sağlam ve güvenilir kaynak gibi ortalıkta geziyor. Her yerde sızıntı var bugün.
Muller’e göre şirket yönetiminde de durum farklı değil.
Zaten makalesinin başlığı da ‘Artık gizli saklı şirket yönetmek mümkün değil’.
Pek çok yöneticinin fazla şeffaflıktan yakındığını söyleyen Müller, “Oysa artık bu bir vakıadır (olgu); bunu değiştiremeyeceğimizi kabul edelim ve kendimizi korumak için önlemlerimizi alalım” diye öneriyor.
Bu noktaya gelinme sebebini ise, şu gelişmelere dayandırıyor:
1-Patronlar ve yöneticiler bugün sadece şirkete kazandıracakları ve kazanacakları paraya odaklı. Mal ve hizmet üretimi, müşteriler ve çalışanlar bir araçtan ibaret gibi görülüyor. Böyle olunca da şirket kültürü ve ve aidiyet duygusu azalıyor; işveren-çalışan ilişkisi profesyonel iş akdine indirgeniyor.
2-Eskiden yeni girdiğiniz bir şirket size ‘başarılı olursan şirketimizde çok yükselirsin’ diye vaat ederdi. Bugün, bir şirkette kariyer yapmak konsepti yerini şahsî meslekî rotaya bıraktı. Bağlılık ve aidiyet hissi yerini kişisel hedef ve projelere bıraktı. Herkes meslek hayatını şahsen ‘yönetmek’ istiyor.
3-Bugün geçerli olan liberal kapitalizm anlayışında; eskiden sosyal devletlerin, karma ekonomilerin vatandaşlara bedava veya düşük fiyatlarla sunduğu hizmetler bile özelleştirilmeye, paraya çevrilmeye çalışılıyor.  Şirketlerde de böyle. Yapılan bir yardım, verilen bir bilgi, tutturulan bir hedef, iyi bir satış... her şeyi paraya, prime, maaş zammına çevirebilirsiniz. Gizli bilgi de çok değerli bir metadır.
4-Eskiden ‘şerefimiz ve sözümüz için’ yaşardık. Ahlâk ve meslekî etik bizi açgözlülükten ve kötü eğilimlerden korurdu. ‘Hep bana hep bana’ felsefesi ve köşe dönücülük yayıldı; güven, dayanışma, sözüne sadakat göz ardı edilir, hatta ‘aptallık’ gibi algılanır oldu. En doğal şey olan şeffaflık bir erdem haline geldi.
5-Şirketler değişen çevreye ayak uydurmak için ekonomik istihbarat yapmak zorunda. Sürekli, rakipleri, yeni teknolojileri, siyasal ve sosyal verileri izliyorlar.
6-Yeni teknolojiler insanlık kadar eski olan casusluk faaliyetlerini kolaylaştırıyor.
7-Sosyal medya ve peşine takılan medya, gizli kalması istenen herşeyin ortaya dökülmesini kolaylaştırıyor.
*
Kendisine ‘artık hiçbir şey gizli kalmıyor’ ve ‘artık gizleyerek saklıyarak şirket yönetilemez’ dedirten bu tespitlerden sonra, Muller şöyle diyor:
Her şeye rağmen kanunlar bizi koruyor. (Not: Adam Fransız ne de olsa, Türk değil. Onun için kanunlara ve adalete güveniyor.) Ve yöneticilerin büyük çoğunluğu dürüst insanlar. Safdillikle paranoya arasında bir orta nokta bulmak lazım. Peki bir yönetici bu durum karşısında ne yapabilir?
Mesela şunları yapabilir, diyor:
- Doğruları söylemek; sorunlar, değişimler ve olası senaryolar konusunda dürüst ve şeffaf olmak.
- Bütün doğruları değil ama sadece doğruları söylemek.
- Hangi bilginin kiminle paylaşılacağını iyi bilmek... vs
*
Madem ki gene günü alıntılarla kurtardık, yazıyı Umberto Eco’nun aynı röportajdan bir cümlesiyle bitirelim:
Aslında antropolojik bir değişimle karşı karşıyayız. Tamamen şeffaf, insanların hiç yalan söyleyemediği bir toplum hayal edin. Öyle bir toplum ki, mesela beni yemeğe davet ettiğinizde şöyle bir cevapla karşılaşabilirsiniz: ‘Gelmem çünkü karınız berbat yemek yapıyor’. Çünkü yalan yok. Düşünsenize, böyle bir toplum tam bir kâbus olurdu. Yani teoride ideal gibi görünen; böyle, herkesin sadece doğru söylediği bir toplum aslında bir cehennem olurdu.
Hasılı, Cennet’te yaşıyoruz da haberimiz yok...



(*) Marianne no.884 28 Mart-3 Nisan





5 Nisan 2014 Cumartesi

Tüketmek bir terapidir


(Bugün eski bir yazı okutacağım size. Ekim 2006’da Hürriyet-internette yayımlanmış, ama güncelliğini korumuş bir yazı.)



Gilles Lipotevsky bir sosyolog. Kitabının adı ‘Paradoksal mutluluk – Hipertüketim toplumları hakkında bir araştırma’. (Ben adını böyle tercüme ettim)
Özetle diyor ki:
(1) Bir ‘hipertüketim’ toplumuna doğru gidiyoruz.
(2) Tüketimle erişilmeye çalışılan refah, gelecek endişesini dengelemeyi amaçlıyor.
(3) Tüketim çılgınlığının sebebi ekonomik değil, sosyal.
(4) Bu yüzden işsizliğe ve ekonomik krizlere dirençli...
Yes, yani bugün biraz ciddi takılıyoruz.
Bu da bizim ‘teşebbüs aşamasında kalmış aydın’ kompleksimizi gidermek için bulduğumuz bir nevi savunma mekanizması. Arada katlanacaksınız.
Hani ‘üfürük şeyler yazıyorum ama, istesem...’ ayakları.
Kendime ispat çabaları.
(Bugüne not: O tarihte daha da gayriciddî şeyler yazıyormuşum demek ki...)
*
Soru: Hanelerin tüketiminin satınalma gücünden daha hızlı artmasını nasıl izah ediyorsunuz? (Tüketim nasıl gelirden daha hızlı artıyor, diyecek...)
Cevap: Paradoksal bir durum olduğu muhakkak. Gelecek konusundaki endişeleri büyük ama Fransızlar yine de harıl harıl tüketiyorlar, dahası korkmadan borçlanıyorlar. Çünkü tüketim dinamiği giderek ekonomik gerekçelerin dışına taşıyor. Aksine, tüketimle ulaşılmaya çalışılan refah, geleceğe yönelik endişeleri telafi ediyor. Özetle ‘geleneksel’ topluma sırtımızı dönmüş durumdayız. ‘İyi yaşamak’ kitlelerin tutkusu ve demokratik toplumların nihai hedefi haline geldi. Bu, kapitalizmin yeni bir evresi, adına ‘hipertüketim toplumu’ diyebiliriz. Bu sarmal bir diğer ‘sosyal endişe’yi de telafinin yolu: sosyal yalnızlık! Bu anlamda, satın almak bir tür terapi.
*
Soru: Arzın bollaşması ve yeni icatlar da tüketmeye, harcamaya yöneltmiyor mu tüketiciyi?
Cevap: Gayet tabii. ‘Konsümerist’ (tüketimci) bir toplumda yaşayan Fransızlar yeniliğe çok düşkün. Hiper-tüketici yaşadığını hissetmek için yeni heyecanların peşinde.
*
Sonuç: Kırk yılda kitlesel tüketim toplumundan ‘yenilik toplumuna’ (Serdar’ın notu: ‘Yenileme toplumu’ diyebilir miyiz buna?) geçtik. Ve ekonomik sistem bu yenileme ihtiyacı karşılıyor. Mesela yirmi yıl önce, büyük parfüm markaları piyasaya ortalama yedi senede bir yeni bir ürün sürerdi, bugün her sene bir ürün çıkarıyorlar. Ama dikkat edin, marketingin gücü sınırsız değil, bu arz bombardımanına rağmen tüketici inisiyatifi elinde tutuyor. Karşılaştırmayı ve bilinçli seçim yapmayı biliyor. Tüketici giderek daha bilgili, demek ki giderek daha talepkâr; ürünlerin kalitesi de yükseliyor. Tüketicinin kontrolü elden kaçırmadığının bir ispatı da, borçlanmalarının sınırlı kalması.
*
Soru: Bu ortamda, tüketimin işsizlik ve gelir ile ilgili dalgalanmalara daha dayanıklı olduğunu söylemek hatalı olur mu?
Cevap: Doğdudur. İnsanlar trafik sıkışıklığından, plajlardaki kalabalıktan, çirkinleşen şehirlerden, komşuların gürültüsünden, politikacılardan şikayetçi. Yani ‘özel konfor’ eksikliğinden ziyade, ‘kamusal konfor’ eksikliği insanları rahatsız eden. Bugünün kıskançlığı maddî değil, manevî zenginliklere yönelik; aşk, güzellik, prestij, başarı... Bugün siyasî ve dinî beklentiler, tatmin edilmeyen maddî beklentilerden daha çok düş kırıklığı yaratıyor. Geleneksel toplum düzeninde, kültürel sistem, meşakkatli (sıkıntılı, zor) günlük yaşam mücadelesinin bir parçasıydı. Bugün durum tam tersi: Kültürel ve siyasal memnuniyetsizlik büyük, buna karşılık maddî tatmin imkanları neredeyse sınırsız.
*
Soru:Kendini şımartma’ isteği kalıcı bir fenomen midir?
Cevap: Olabilir. Tüketim toplumu insanları zayıflattığı, alışkanlık yarattığı gibi, mutluluk da verebilir. Mesela bireysel ve içsel estetiğe daha bir önem vermek. Son model arabayı almaktan maksat, komşuyu çatlatmak değil, kendini mutlu etmek. ‘Çünkü ben buna değerim’ diyen meşhur reklam sloganının modası geçeceğe benzemiyor.
*
Sonuç: Sosyal bariyerler çöktü. Eskiden işçiler, işçi gibi yer, içer, giyinir, tüketirdi. Bugün böyle bir ayrım yok. Gelir düzeyi ne olursa olsun, lüks mallara yönelim bunun ispatı. Hipertüketici eskiden bilmediği bir özgürlük elde etti. Eğer bugünkü toplumumuzu ‘kırılganlık ve güvensizlik üreten toplum’ diye tarif ediyorsak, bunun sebep olduğu mutsuzlukları telafi edecek çareleri de getirdiğini söylemek gerek. Tatminsizlik için çok sebep olduğu doğru, ama bunları aşmak için bize sunulan fırsatlar da sonsuz. Neticede, tüketim çılgınlığı böyle süreceğe benzer... başka çılgınlıklar yerini almazsa eğer!

(Röportaj: Danièle Oliveau, 18.com)

*
*   *

Bugüne not: Küreselleşen dünyada Batı ile Türkiye arasında ‘tüketici-insan davranışları’açısından pek bir fark kalmadı. 6 yıl sonra tekrar okuduğum bu röportaj, Türkiye’nin önemli bir kesiminin ‘uyanık gördüğü rüyadan’ uyanmamak için niye her şeye gözünü kapadığını bir nebze de olsa açıklıyor.


Hürriyet-İK, 06.04.2014