24 Temmuz 2014 Perşembe

Onlar kendilerini bilirler...

Evrensel hukukta ‘masumiyet karinesi’ (suçsuzluk ilkesi) diye bir temel prensip vardır. İnsan Hakları Beyannamesi’nde yer aldığı için ulusal herkesi bağlar.

Şüpheli dahî olsa, suçu kesinleşmediği müddetçe her insan masum kabul edilir.

Aldığım yarım yamalak hukuk eğitiminden bu temel prensibi hatırlıyorum.

Masumiyet karinesi’ aynı zamanda ‘insanlara potansiyel suçlu muamelesi yapamazsınız, hatta potansiyel suçlu gözüyle bakamazsınız’ anlamına da gelir.

Ama hukuk işin bu tarafına bakmaz. Zaten bu bir terbiye, bir ahlâk, hatta bir insanlık kuralıdır.

Adına ‘insan kaynakları’ denilen servisin de ‘çalışanlar, aksi ispat edilmedikçe masumdur ve iyi niyetlidir’ şeklinde bir prensip sahibi olması beklenir.  (Bu, aksini ispat etmek için gayret göstermek gerektiği anlamına da gelmez, bu arada.)

Çalışanlara

• şirketin parasını çarçur hatta cebellezi etmeye

• fazla mesai almak için işlerini vaktinde bitirmeyip mesaiye kalmaya (hatta mesaiye kalıp Candy Crush oynamaya)

• işleri olmadığı halde hafta sonları, bayramlarda filan işe gelmeye

• daha da vahimi işe gelmediği halde gelmiş gibi gösterip mesai istemeye 

• bu arada şirketin imkanlarını (araba, cep telefonu, fotokopi makinası vs) şahsî çıkar ve ihtiyaçları için kullanmaya

• ve hiçbirini yapamasa bile, mesai saatleri içinde işlerini kaytarmaya hazır

potansiyel ahlâksızlar ve hırsızlar’ muameseli yapmaya kimsenin hakkı yoktur.

En azından asgarî terbiye gereği.

Ayrıca - yeri gelmişken - bayramlarda, yılbaşında, cumartesi, pazar vs (ve gece) mesai yapmak zorunda kalanlara da - teşekkür etmeniz ve işlerini kolaylamanız gerekirken - ‘ceza’ uygulamanın anlamı yoktur.

Personel servislerini kaldırmak, yan kapıdan giriş çıkış yaptırmak, yemeklerden kısmak, havalandırmayı ve aydınlatmayı azaltmak gibi…

Ödediğiniz üç kuruş fazla mesai, kaldırdığınız servis, çıkardığınız yemek vs, mesai yapan çalışanlara bahşedilen bir lütuf değildir; kendi cebinizden verdiğiniz bir bahşiş hiç değildir.

Şirket işlerinin aksamaması için; ekonomik şartların ya da kanunların zoruyla üç kuruş karşılığında, bayramda sevdikleriyle olmak, pazar günü ayaklarını uzatıp dinlenmek varken işe gelip çalışmak durumunda olan insanların uzun mücadeleler sonunda elde ettikleri ‘asgarî bir hak’tır.

Kraldan fazla kralcı olmayın.

Hizmetinde olmanız gereken çalışanları moda ifadeyle ‘ötekileştirmeyin’.

Kendinize gelin…

 

Not-1: Sözüm herkese değil, ‘çalışanların mutluluğu’ diye bir endişesi olan İK’cılara hiç değil. Sözümün muhatabı olanlar kendilerini bilirler.

Not-2: Patronlardan da bir ricam olacak. Şirketin ‘ne iş yaptığını’ lütfen ara ara yöneticilerinize ve özellikle de İK müdürlerinize hatırlatın. 
 
 
Hürriyet-İK, 27.07.2014
 
 
 

18 Temmuz 2014 Cuma

Taka taka dız dız


Sen benim keyfimin kâhyasının tahta başına çiviyi çakan keserin sapını tutan dülgerin karısının giydiği hırkanın içindeki pamuğu atan taka taka dız dızın tokmağı mısın?

 

‘Küçük ev’ derdik. Sırtını duvara dayamış, gerçekten küçük, ince uzun, ahırdan bozma tek katlı bir binaydı. (…)

Bahar gelir, anneannem, annem, Ayşe Nene, Nevres Nene bahar temizliğine girişirlerdi. Küçük evin arkasındaki küçük pencereli kilere merdaneli çamaşır makinesi kurulur, şilteler, yorganlar, yastıklar taşlığa, güneşe çıkarılır.

Zayıf bahar güneşine. Işıl ışıl, pırıl pırıl, ama ışığı kadar gücü olmayan, insanı ısıtamayan, sabahın serinliğinde  insanın içine ağır ağır işleyen.

Kadınların koşuşturmacası arasında, çocuk Serdar (3-4 yaşlarında), incir ağacının altına güneşe çıkarılan şilteye atar kendini, kılıfsız yastığa başını koyar, çarşafsız yorganlardan birine sarılır. Sabah mahmurluğu, yarı uykuda, yarı uyanık, keyif yapar. Merdanenin ‘laaak-lak, laaak yak’ı, çalkalanan suyun şıpırtısı, ortalığa yayılan temizlik kokusu, anneannemin, annemin, arada nasılsa bir vakit bulup bana peynir-ekmek getiren Androniki Dadı’nın tanıdık, huzur ve güven veren sesleriyle yarı uykuya dalar.

O mis gibi sabun kokusu hâlâ burnumda. Loş mutfakta, uçuk sarı boyalı rafların, tel dolapların üstüne dizilmiş, ulaşmak için sarı musluklu lavaboya dizimle basıp tırmandığım kalıp kalıp sabunlar. Komili mi, Hacı Şakir mi, markasız mı? Mutfakta kullanılan taş gibi yeşil sabunun kokusu ayrı, beyaz sabunun kokusu bir başka güzel. Koklamaya gelmez, hapşırtır adamı.

Uykuya doğru kayarken, çamaşır makinesinin mırıltıya dönüşen sesi, sabuna alıştıkça ayırt edilen incir kokusu, vızırdayan eşek arısı, yanıma kıvrılan “Sarı kedi samur kedi”, kadınların terliklerini şıpırdatarak gidiş gelişleri... derken:

- Serdar Beey, bir erkeğe ihtiyaç var, bizim kuvvetimiz yetmedi!

‘Erkek’ fırlar yerinden. İki kardeş, sırayla, biri kaynar sudan tahta maşayla çektiği çamaşırı merdanenin arasına sıkıştırır, diğeri ağır kolu çevirir. Çamaşır kıvrıla kıvrıla yerdeki sepete dökülür. (...) Mehtemelen, çamaşır ipine boyları yetmeyecektir. Zaten asarken çarşafı yere sürer pisletirler diye ‘Annane’ titizlenir.

Tarihleri bilemiyorum. Çocuk hafızam kaydetmemiş. Sele dolusu yeşil zeytin de senenin bu mevsiminde mi gelirdi? Yine küçük evin mutfağının önünde taşlıkta oturur, çoluk çocuk bu mevsimde mi zeytini çizer, salamura dolu toprak küplere atardık. Tırnaklarımızın içi kapkara olur... Yok, yok, o sonbahardaydı galiba.

Neyse, zeytini bilmem, ama ‘taka taka dız dız’ ilkbaharda gelirdi bizim eve, eminim.

Bu sefer, rüzgarsız olsun, yerler temiz olsun diye, ‘büyük ev’in Gazi Evranos’a bakan balkonuna atılırdı yorganlarla şilteler. Kumaş sökülür, içindeki (kış boyunca ezilmiş, sıkışmış, top top olmuş) pamuk, büyük bir çarşafın üstüne serilir, iyice havalandırılırdı önce. Sonra ‘taka taka dız dız’ çağrılırdı. Yani hallaç. Şimdiki çocuklar, yaşı genç olanlar bilmez.

Zeynep’le Serdar, sonra Ayşegül kız, İpek, Sedef, hatta daha kucakta gezinen topaç gibi Banu bir kenara saygıyla çöker, hallacın elindeki (lobut gibi) tokmağı bir yerdeki pamuğa (taka taka) bir tellere (dız dız) vurarak pamuğu ‘atışını’ seyrederler.

O gece, yeni atılmış yastıkta uyumak bir tuhaftır. Ezik yastığa alışmışsın bütün kış, insanın boynu ağrır bir müddet. Evet, hallaca ‘taka taka dız dız’ der(di) bizim evin çocukları.

Sotirya Dadı ezberletmiş anama tekerlemeyi, bize de anacığım öğrettiydi:

Sen benim keyfimin kâhyasının tahta başına çiviyi çakan keserin sapını tutan dülgerin karısının giydiği hırkanın içindeki pamuğu atan taka taka dız dızın tokmağı mısın?
*
Biz - öyle gerekti - 1968’de ayrıldık Yeşilköy’den. Beslan Dayımlar kaldı. Dayım, Yeşilköy’de yaşadı ve programı orada bitirdi. Annemin, ablamın mezun olduğu, benim de 5. sınıfa kadar okuduğum Yeşilköy İlkokulu’nun karşısındaki camide (okulun da, caminin de adı değişmiş) kıldık dayı beyin namazını. Gasılhanede bize yardım eden, sağ olsun koşuşturan, tabutun altına giren bir Yeşilköylü bir ara bana sordu:

- Serdar Bey, bak bakalım beni hatırlayacak mısın!

Yüzüne dikkatle baktım.

- 33 sene geçti, ama bir tahmin yürüteceğim bakalım. Yanlışım varsa darılmaca yok, tamam mı?

- Söyle hele…

- Sen bizim taka taka dız dız’sın. Hallaç Bahri Abi.

Bir sessizlik oldu. Yutkundu. Cevap niyetine boynuma sarılıp ağlamaya başladı, “Beslan Amca’nın bende çok hakkı vardır!”

Doğru hatırladım demek ki.


Not: Herkes haddini bilecek. Size tavsiyem, Sait Faik’in ‘Mavi gözlü hallaç baba’ hikayesini okuyun, bakın bir hallaç nasıl anlatılırmış...

Hürriyet-internet, Eylül 2003

 

 

 

11 Temmuz 2014 Cuma

Unutmayın: ALTIN ORAN



Patronlar yanlış iş yapıyor.
Şirketlerin hesabı yanlış.
Üniversite yıllarında, yabancı ekonomi basınında ‘Ey patronlar, unutmayın: Şirketinize hem genç kurtlar hem de ak saçlılar lazım...’ diyen yazılara çok sık rastladığımı hatırlıyorum.
Genç kurtlar; yani iyi eğitimli, muhteris, girişimci, dinamik ama yeteri kadar tecrübesi olmayan hatta biraz gözü kara genç çalışanlar.
Ak saçlılar; yani iyi eğitimli, tecrübeli, ihtirası törpülenmiş, tedbirli ama belki hızından bir nebze kaybetmiş, zamanın biraz gerisinde kalmış görece yaşlı çalışanlar.
Şirketin hayalgücünü, girişimciliğini, dinamizmini, cesaretini, savaşçılığını canlı tutmak, çağı yakalamak için gençlere;
kazanımları muhafaza etmek, geçmişin hatalarını tekrarlamamak, gençlerin tecrübe eksikliğini telafi etmek, hayatî hatalar yapılmasını önlemek için görece yaşlılara ihtiyaç var.
Elbette ülkesine, sektörüne, şirketine göre ve tabii zamanla değişen genç kurt / ak saçlı dengesine (= ‘altın oran’)...
Yıllar geçti, bu tavsiye ne güncelliğini kaybetti ne doğruluğunu.
Hatta belki de, ak saçlıların varlığı bugün daha da önemli hale geldi.
İnovasyon hızının arttığı, ürün ve hizmet ömrünün kısaldığı, giderek daha büyük yatırımların giderek daha kısa zamanda amorti edilmesi gereken, şirkete bağımlılığın arkaik hale geldiği, özellikle genç çalışan devir oranının giderek yükseldiği günümüzde, bu sağduyu çağrısına her zamankinden daha iyi kulak vermek lazım.
Bu satırları yazan arkadaşın da epeydir ‘ak sakal’ yaşında olduğu göz önünde bulundurulursa, lazım değil, hayatî hayatî!
*
Birçok şirket ‘maaş makasını kapatma’ yalanıyla (*) eski ve eski-üst düzey çalışanlarına gizli maaş kesintisi uyguluyor.
Kimileri görece yüksek maaşlı eskilerin yerine, düşük maaşlı gençleri almayı ‘uyanıklık’ zannediyor.
(Kendimizi herkesten uyanık sanmamız, uyanık olmak zorunda sanmamız adam olmamızın önündeki engellerden biri. Ayrı konu.)
Birçok patron, sanki lütfen iş veriyormuş gibi, çalışanın kulağına gidecek şekilde ‘beğenmiyorsa tutan yok’ buyuruyor.
Bu anlattıklarım için, mode deyimle ‘münferit vak’alar’ denilebilir. Genellememek gerektiği doğrudur.
Ama kesin olan bir şey var ki, Türkiye’de (de) yaşın ilerledi mi, bilgin ve tecrübenle baştacı edileceğine, dinozor muamelesi görmeye başlıyorsun. Yönetimden ve diğer çalışanlardan yaşına, kıdemine, şirkete verdiğin emeğe saygı (hatta biraz da itibar) beklerken, senin ‘idare edildiğin’ hissine kapılıyorsun.
Ama artık yeni bir maceraya atılacak cesaretin yoktur.
Üstelik, belli bir yaştan sonra şirket değiştirmenin, işsiz kalırsan iş bulmanın giderek zorlaştığını biliyorsundur.
Çünkü, açmaya yerim yok ama (belki başka sefere) çalışma hayatında yaşı 40’ı, hele hele 50’yi geçenlerin yeni teknolojilere, bunların iş yapma yöntemlerinde yarattığı değişime ve ‘Amerikan taklidi’ sosyal ilişkilere ayak uyduramayacağı inancı yaygın. (Ben buna ‘dinozor sendromu’ diyorum.)
İki ihtimal, ya her şeye rağmen mücadeleyi sürdürüyorsun (ve şirketin ‘huysuz ihtiyarı’ olmaya doğru gidiyorsun); ya da motivasyonun ve sonra verimliliğin düşüyor, ‘ne kadar ekmek o kadar köfte’ciler safına katılıp emekliliğini bekliyorsun.
Ama asıl şirket kaybediyor, patron kaybediyor.
*
Onun için diyorum ki, yanlış hesap yapıyorsunuz. Külliyen yanlış yapıyorsunuz.
40’lı, 50’li yaşlardaki çalışanlara kapılarınızı değil kapamak, sonuna kadar açın.
Yarın en önemli sermayenizin insan ve kaynak ve zaman israfını önleyen en önemli faktörün tecrübe olduğunu anlayacaksınız.
Değişim hızlandıkça dünün bilgi ve tecrübesini yarına aktaracaklara ihtiyaç - zannedildiğinin aksine - artacaktır.
Gene çok uzak değil yarın fırtına patlayınca, hayatta kalmak için serinkanlılık, bilgi ve tecrübeye muhtaç olacaksınız.
Bugün ihtiyacım yok sanarak yüz çevirdiğiniz ak saçlıları, burun kıvırdığınız adayları yarın çok arayacaksınız. 
Altın oran!
Bu lafı unutmayın!


(*) Hükümet gerçek enflasyon oranını saklıyor. Bu yalana inanmak şirketlerin de işine geliyor. Çünkü çalışanlarına resmî yani yalan enflasyonu baz alarak zam yapıyorlar. Yani gerçek enflasyonun altında zam yapıyorlar. Üstelik ‘maaş farklarını azaltmak için yüksek maaşlara az, düşük maaşlara çok zam yaptık’ ayağına, düşük ücretlilere yaptıkları zammı da görece yüksek maaşlılara ödettiriyorlar. 

Hürriyet-İK, 13.07.2014







                                       

2 Temmuz 2014 Çarşamba

Homo ergaster olmayı reddedenler birleşin!

Hürriyet’in ilâhiyatçı ramazan yazarı Prof. Hasan Onat “Çalışmak ibadettir” başlıklı yazısında “İnsan, insan olabilmek için çalışmak zorundadır” diyordu. (1 Temmuz)

İlahiyat konum da değil, ilgi alanım da. Ama ‘insan’ deyince konu felsefenin, ‘çalışmak’ deyince de İK’nın alanına girer ki; insanın insan olabilmek için çalışmak zorunda olduğu iddiasına itirazım var.

Gerçi bu cümle bir bilimsel gerçeğin, bir teorinin hatta bir varsayımın ifadesi değil, sadece bir ‘inanç’ kalıbıdır. Onun için tartışılır bir tarafı yok. İnanırsın veya inanmazsın. (Ayrıca tanrı da böyle isteseydi ilk insanı homo sapiens sapiens’ten değil, homo ergaster’den seçerdi.*)

Dinler insanlara çalışmanın bir ibadet olduğunu, çalışanın bu dünyada olmasa bile öbür dünyada mutlaka emeğinin karşılığını alacağını telkin eder. Mesela Necm suresi inananlara “Kişinin emeği mutlaka önüne konulacaktır” diye müjdeler.

Ramazanda Karl Marx’tan alıntı yapıp “Din halkın afyonudur” demek densizlik olurdu. Onun için dinlerin, binlerce yıldır emeği sömürülen insanevladını uyutmaya değil, teselli etmeye çalıştığını umuyorum, diyelim.

Çünkü - bu mecrada paradoksal görünebilir ama – çalıştığı için mükâfat görene hiç rastlamadım. Aksine. (Bakınız Şadi Albay rahmetlinin sık sık tekrarladığım “Şevk ile çalışanı zevk ile öperler” vecizesi.) Çalışanların emeklerinin karşılığını alabildiğinden de emin değilim.

*

İnsan, dinlerin ve toplumun dogmalarını kabullenirse, çalışmayı bir alınyazısı gibi algılayabilir. Çalışmak, dînen, yukarıdaki inançta olduğu gibi mükâfat vaat eden bir fırsat olarak ya da aksine bir ceza olarak algılanabilir. Zaten tanrıdan gelen sorgulanmaz. (Unutmayın ki Tevrat’a göre Tanrı yasaklarını çiğneyen Havva’yı ve onun soyundan gelecek bütün kadınları “acılar içinde doğurmacaksın”, Adem’i ve onun soyundan gelecekleri de “rızkını her gün binbir emekle ve güçlükle temin edeceksin; toprağa dönene kadar her gün ekmeğini yüzünün teriyle kazanacaksın” diyerek cezalandırır. Yani ekmeğini kazanmak için çalışmak insanlığın müebbet cezasıdır.)

*

Hayır! İnsan, insan olabilmek için çalışmak zorunda değildir.

Felsefenin kadim sorgulamalarına cevap bulamayan insan, var oluşuna bir anlam vermek için çalışabilir.
 
İnsan, hayatı doğumla ölüm arasında geçen süre olarak algılarsa, yapacağı başka şey olmadığı için çalışabilir.

İnsan, temel ihtiyaçlarını temin ettikten sonra daha çok para, güç, tüketim istiyorsa, çalışmayı sürdürebilir.

Ama benim gördüğüm ve şahit olduğum, insanların ezici bir çoğunluğunun temel ihtiyaçlarını karşılamak ve insan gibi yaşamak için metazori çalıştığıdır.

*


İnsan, insan olabilmek için çalışmak zorunda değildir.

İnsan, giderek daha küçük bir azınlığın iyi yaşaması için giderek daha büyük bir çoğunluğun görece kötü yaşaması üzerine kurulu mevcut düzende, insan olmak için değil, aksine hayatta kalabilmek ve insanlıktan çıkmamak için çalışmak zorundadır.

Hadi daha dürüstçe söyleyelim: İnsan insan gibi yaşayabilmek için çalışmamak ister de, bunun yolunu daha bulamadık ne yazık ki…

Onun için son sözü bir kere daha 20.yüzyılın en büyük filozoflarından Tuco’ya bırakıyorum:

Yaşamak için çalışıyorsan, çalışacağım diye kendini öldürmenin anlamı yok!” **
 


 

* İnsangiller’den Homo ergaster ‘çalışan insan’ demektir. Homo sapiens sapiens ise ‘düşündüğünün üstüne düşünebilen insan’. Bu ikinci tanım bize pek uymaz ama bu ayrı bir konu.

** İyi, Kötü ve Çirkin’in muhteşem Tuco’su Elie Wallach geçen hafta 98 yaşında öldü.


Hürriyet-İK, 06.07.2014