26 Temmuz 2013 Cuma

Sosyal asansör


M.C.Escher

Batılıların kullandığı ‘sosyal asansör’ diye bir tanım vardır.
Gelişmiş toplumlar, sosyal-ekonomik-kültürel açıdan ‘altta’ olan insanların yükselmesine, daha iyi yerlere, mevkilere, durumlara gelmesine yol verir.
Hatta bununla kalmaz, sosyal adalet ve şans eşitliği gereği, ‘sınıf atlamayı’ kolaylar ve desteklekler.
Fakir bir işçi çocuğu en iyi okullardan mezun olup tıp profesörü, banka müdürü, başbakan olabilir. Olabilebilir en azından.
Akışkanlık, gelişime açık (dönük) toplumların karakteridir; yoksa kabiliyetli insanların önü kapanır, insan zenginliği (kaynağı) değerlendirilemez, toplum kastlara bölünür ve gelişemez.
Ancak bu ‘aşağıdan yukarıya doğru hareket’ iki şekilde tezahür edebilir:
1-Sağlıklı yöntem
2-Hastalıklı yöntem
Sağlıklı yöntem, yukarıda sözünü ettiğim gibi, cahil ve/veya fakir bir ailede doğup büyümüş kabiliyetli ve başarılı çocukların iyi eğitim imkanlarına erişerek iyi yetişmesi, iyi yerlere gelmesidir. Bu yöntemle toplum, eğitim, bilgi, kültür ve bunun sonucu sosyo-ekonomik olarak kalkınır, gelişir, zenginleşir.
(Not: Eğitim > bilgi > kültür > sosyo-ekonomik kalkınma diye sıralamam tesadüfî değildir.)
Hastalıklı yöntem ise, bir zamanlar Amerikalılar’ın ‘sosyal darwinizm’ diye övdükleri ‘gelişme’(?) şeklidir.
Burada, tıpkı doğal seçilimde olduğu gibi, evrim sürecinde öne çıkan, ‘türünün en iyisi’ yahut ‘en çok hak edeni’ değil, şartlara en iyi uyum sağlayanı, fırsatları en iyi değerlendirenidir.
Yani kaba bir benzetme olacak ama, kendi haline, yani evrime ve doğal seçilime bırakırsanız, tarlayı ayçiçeği değil, arsız ökse otu kaplar.
Gene karikatürleştirmeme izin verirseniz, ‘hastalıklı yöntem’ geçerliyse, toplumda en kabiliyetli, en çalışkan, en bilgili, en hak eden değil... en acımasız, en ahlâksız, en arsız, en yüzsüz olan yükselecektir.
Ki mesela (madem ki Amerika’dan ve ‘sosyal darwinizm’den söz ettik) 1840-1900 yıllarında ABD’yi ‘dünyanın en büyük ekonomisi’ haline getiren ‘paranın baronları’, yukarıdaki tarife birebir uyar.
Türk ekonomisinden, Türk siyasetinden falan örnek verip başımızı belaya sokmayalım.
*
Peki toplumsal gelişmenin hastalıklı değil sağlıklı olması için ne gerekir?
Bir defa tarlanın mümbit olması.
Kimi tarladan, 90 sene sulasanız, gübreleseniz, adam gibi kültür alamazsınız.
Sonra, kültüre yer açmak için aykırı otları yolmanız.
Bunun için adam gibi kanunlar yapacak adam gibi seçilmişler, uygulayacak adam gibi atanmışlar ve denetleyecek adam gibi savcılar, hâkimler ve memurlar gerekir.
Tabii adam gibi bir millî eğitim sistemi de gerekir.
Adam gibi bir milli eğitim sistemini kurup çalıştıracak siyasî irade ve bu kapasiyete sahip adam gibi bakanlar ve kadrolar.
Hepsinden önemlisi, toplumda üç kağıtçılığın, köşe dönmeciliğin, uyanıklığın, yalanın, talanın, arsızlığın, yolsuzluğun, hırsızlığın, soysuzluğun, yalakalığın değil; dürüstlüğün, namusun, efendiliğin, doğruluğun ‘muteber’ olması gerekir.
Tabii bu değerleri benimseyip yüceltecek aydınlar, gazeteciler, kanaat önderleri.
Ama bu söylediklerim bizim konumuz değil, çünkü Türkiye’de konu köşe yazısını aşar, bilim-kurgu alanına girer.


Not: Konuyla doğrudan ilgisi yok ama Kemal Derviş’in ‘Yeni Sosyal Mutabakat’ başlıklı yazısını okumadıysanız, kaçırmayın. http://www.project-syndicate.org

Hürriyet-İK, 28.07.2013





18 Temmuz 2013 Perşembe

Genç-yaşlıların sırrı

İnsan ömrü uzuyor. Bireylerin de, toplumun da, insan evrimindeki bu yeni safhaya hazırlanması gerekiyor.
Beni bugün ilgilendiren, geçen hafta girizgâhını yaptığım konu:
Bedenen yaş alırken, ruhu / gönlü / fikri, ne derseniz, genç kalan insanların sırrı nedir?
Yani ‘daima genç kalanlar’ kimlerdir?
Diyorlar ki…
Düne kadar, yaşlılığı kabul edemeyenler 2 zıt tepki verirlerdi:
Ya estetik ameliyatlarla, botoksla, gençler gibi giyinip davranarak hâlâ gençlermiş gibi yapmaya çalışırlar;
ya da yaşlılığı bir facia, bir trajedi gibi algılayıp, bu ruh çöküntüsünü psikolojik sorunlara vardırırlardı.
Bugün daha sağlıklı bir ‘üçüncü yol’ çıkıyor ortaya:
Sağlıklı ve iyi yaşlanmak.
Özellikle ABD’de yapılan araştırmalar göstermiş ki, 65 yaşını geçtiği halde hâlâ meraklı, heyecanlı, duygusal olabilenlerin sırrı bir çeşit ‘gerçekçilik ve kendine saygı’ kokteyli imiş.
Bir şey anlamadınız. Ben de! Devam edelim...

50 yaş barajı

Bu ‘genç kalan yaşlılar’ın birinci özelliği kendilerini bırakmamak, sağlıklarına bakmak ve morallerini yüksek tutmak. (Uzmanlar diyorlar ki, Batı ülkelerinde 65 yaşının üstündeki her 4 kişiden birinin en küçük bir hastalığı yok; gene her 4 kişiden birinin 100 yaşını görme olasılığı büyük. Hastalıklarda genetiğin rolü yüzde 25’i geçmiyor. Gerisi sağlıklı yaşam, kendine bakmak ve psikoloji. Onun için ‘sağlığına sahip çıkmak’ hayatî.)
Bir Fransız uzman, Dr. Grégory Ninot50 yaş kararlılığı’ diye bir kavram atıyor ortaya. “50 yaşında ikinci bir hayat başlar. Bu yaş artık hem karar alma, hem de bunları uygulama vaktidir. Yaşlanma öncesinde bu dönemde sağlığına sahip çıkmak, sigarayı, içkiyi bırakmak, spora başlamak önemlidir.
Daima genç kalanlar’ın ikinci bir özelliği, bir eşleri olsun olmasın ‘kalplerinin daima aşka açık olması’ diyor aynı uzmanlar. Hâlâ kendini beğendirmeye çalışmak, hoşa gitmek istemek.
Çünkü - dikkat edin burası önemli - gençlikte, hayatın her safhasında olduğu gibi ‘diğerleri olmadan insan bir hiçtir’ diyor Dr. Ninot.
Bu ‘genç yaşlılar’ın hayat kalitesini düşürmeden genç kalabilmesinde ‘sosyal ilişkiler’ önemli bir etken.
Kahveye gitmek, briç partileri, kadınlar günü, yürüyüş, STK’larda görev yapmak... dünyayla ilişkiyi sürdürmek için her yol olabilir.
Ama dikkat! diyor Dr. Ninot: İnsana en olumlu etkiyi yapan, nesiller arası ilişkiler!
Yani dünyanız yaşıtlarınız yaşlılardan ibaret olmasın.
Gençlerle sohbet edin ve bu gençler sadece torunlarınız olmasın.
(65 yaşın üstündeki çapkın okurlarım bu iyiliğimi unutmasınlar!)
Ancak, ‘kendini genç hissetmek’ insanın gerçeklerden kopması, fizik yaşını reddetmesi demek değil elbet.
Çünkü bunun da sakıncaları var, diyor uzmanlar: Bu kez insan bedeninden şikayete, utanmaya başlıyor ve kendine olan saygısı azalıyor.
Pozitif duygular yaşamak, insanı daha dinamik kılıyor. Günlük hayatta küçük şeylerden mutlu olmak, bir sanat eseri karşısında duygulanmak, gülmek, torununun gelişimi karşısında heyecanlanmak ve tabii sevişmek, bunlar insanı genç tutan şeyler.
Keza, dünyaya açık olmak, kopmamak; hayal kurmaya, proje yapmaya devam etmek ve hepsinden önemlisi, toplumun yaşlılara biçtiği statüye ve role eyvallah dememek.
Yaşlılar böyle giyinir, şöyle davranır hatta şöyle şöyle düşünür... Hayır!
Eskiden 50 yaşında blucin giyilmezdi, dul kadınlar karalar giyerdi.
Yani toplum, hayatın her dönemi için insana bir üniforma ve bir rol biçerdi.
Genç-yaşlılar’ işte bu etiketi reddediyorlar.
Yaşlılık artık hayatın dolu dolu yaşanabileceği, ciddi bir sağlık ve ekonomik sorun yok ise, pek çok artısı olan bir evre gibi algılanmalı.
Ve (geçen haftaki yazıya bağlamak için) yaşlılığı beklemeden ‘ikinci gençliğin’ tadını çıkarmak için hazırlık yapmalı.
Sağlık, psikoloji ve tabii maddi imkan olarak...


Not: Bu okuduğunuz, meslektaşım Pascale Senk’in Le Figaro’daki Sağlık-Psikoloji sayfasında yayımlanan bir yazısından neredeyse bire bir (ç)alıntıdır. Bu tür yazılarımı ‘sizin için okuduklarım’ adı altında yayımlasam daha dürüst olacak belki de...

Hürriyet-İK, 21.07.2013





14 Temmuz 2013 Pazar

Protestocu gençler, Harry Potter ve biz



(Aşağıdaki yazının Harry Potter bölümünü daha önce Has Bahçe'den girip okuyanlar ikinci bölüme atlasınlar lütfen.)


Gençlerle ilgili çok yazdım ama ne yapalım, günümüzün kahramanı onlar!
Kendi değer ölçüleriniz ve yaşlanmış kalıplarınızla gençleri anlamaya çalışmayın, bambaşka bir dünyanın insanları olduklarını kabul edin yeter, demeye getirdim her zaman. 
Çünkü bizim onları anlamamız önemli değil. Zaten onların da böyle bir beklentileri yok. Babalarını aşmak, kendilerini bize beğendirmek gibi bir dertleri yok.
İnanmamız, güvenmemiz, saygı duymamız ve önlerini açmamız yeterli.
*
Eğlenceli bir araştırma haberi geldi geçenlerde.
Vermont Üniversitesi’nden siyasal bilimi uzmanı Anthony Gierzynski, iki yıl boyunca bin kadar gençle görüşerek bir araştırma yürütmüş. Hedef, 7 kitap ve 8 filmlik Harry Potter serisinin gençlerin gelişimi üzerindeki etkisini belirlemek.
Gierzynski, geçen hafta ABD’de piyasaya çıkan Harry Potter and the Millenials adlı kitabında bu araştırmanın sonuçlarını değerlendiriyor.
Özetle diyor ki:
◊ Harry Potter serisinin ilk kitabı (İngiltere’de 1997’de) yayımlandığında 10-12 yaşında olan çocuklar bugün 20’li yaşlarda gençler.
Harry Potter okuyarak ve seyrederek büyümüş gençlerin hayata bakışları ve tepkileri diğer gençlerden gözle görülür şekilde farklı.
Harry Potter’ın ‘kötülerin lideri’ Voldemort’a karşı verdiği mücadele, bu gençlerin pek çoğunu siyaseten etkilemiş ve şekillendirmiş. Politikaya diğer gençler kadar uzak durmuyorlar.
◊ Bu gençler farklılıklara daha açık, siyasal açıdan daha hoşgörülü. (“Mesela bu gençlere ABD’de ayrımcılığa uğrayan gruplar - Müslümanlar, Afro-amerikalılar, göçmenler, eşcinseller, kimliksizler vd - hakkında ne düşündüklerini sorduk. Harry Potter okuyanlar diğerlerinden kesinlikle daha hoşgörülü ve kucaklayıcı.”)
◊ Otoriteyi kabullenmeye kolay yanaşmıyorlar. Şef müsveddelerini, katı normları, kalıplara uymayı kabullenmeyi reddediyorlar.
◊ Daha şüpheci ama daha açık ve dürüstler.
◊ “Dünyadaki olumsuzlukları ortadan kaldırmak istiyorsan, seyirci kalma; tepkini göster ve harekete geç. Daha iyi bir dünyada yaşamak için oturup Dumbledore’un bir mucize yapmasını bekleme, bilinçlen ve diren!” diyorlar.
Bu tanımlar, bilmem size de tanıdık geldi mi?


Ya daima genç kalanlar?

Evet, gençlerle ilgili çok yazdım.
Ama ‘genç kalanlar’ konusuna hiç girmedim.
Yaşı 80’e geliyordu, ağır bir hastalığı vardı, artık yerinden kalkamıyordu; ama anacığım ruhen (ruh ne demek bilmiyorum ama) hep 20 yaşında kaldı.
Bunu kendisi de, hayatın bir mucizesi olarak görüyor ve hayret ediyordu.
Şaşkınlıkla ve mutlulukla ‘ayağa kalkan’ gençliği seyreden bizlerin de (yani anneleri ve babalarının da) kendimizi sorgulamamız vakti geldi.
Çünkü çok uzak değil yarın, bugünün gençlerinin yönettiği ve şekillendirdiği bir dünyada yaşayacağız.
Yarının dünyasında kendimize bir yer edinmek istiyorsak (ki ömür uzuyor, insanlar daha sağlıklı yaşlanıyor, biz de öyle umuyoruz)...
Nasıl yaşlanacağımızı, nasıl yaşlılar olacağımızı, yarının dünyasına nasıl ayak uyduracağımızı düşünmemiz gerek.
Yerim sınırlı, ama şu kadarını söyleyeyim:
Uzmanlar diyorlar ki, beden yaşı ne olursa olsun, ruhen / kafaca / duygusal olarak genç kalmak istiyorsanız, sosyal ilişkilerinizi çok canlı tutun.
Yok yok, konu güzel, bu kadarla kalmayalım.
İlk fırsatta bu konuyu iyice işleyelim...

Not: Azat Can İskender benim hem değerli bir büyüğüm, hem de sadık ve dikkatli bir okurumdur. Ben böyle kitaplardan, dergilerden, araştırmalardan söz edince ‘Bütün bunları nasıl okuyorsun, nasıl yetişiyorsun?’ diye soruyor bana. Dürüstlük gereği bir kere daha söyleyeyim: Hepsini okumam mümkün değil. Genellikle farklı kaynaklardan (ç)alıntılar yapıyorum. Kaynak göstererek elbette.

Hürriyet-İK, 14.07.2013


7 Temmuz 2013 Pazar

Babam uyarmıştı ama...


Her tepe yöneticinin etrafında süratle bir ‘çete’ teşekkül eder.
Eğer tepe yönetici:
(a) ekiple çalışmayı seviyor ve becerebiliyorsa ve
(b) doğru adamı doğru yere getirip üstelik ondan azamî randıman alacağı ortamı yaratacak çapta bir yöneticiyse, bu çeteye yönetim ilminde ‘ekip’ derler ki zararsız, hatta faydalıdır.
(Tabii her birinin performansına göre değerlendirilmesi, ekibe uyamayanların ve/veya performansı düşenlerin değiştirilebilmesi şartıyla. Yoksa, kireçlenme hatta kangren kaçınılmazdır.)
Ancak, bu kalibrede yöneticilerin sayısı üçü beşi geçmez.
*
Genellikle kifayetsiz tepe yöneticiler, en iyi performansı alabildikleri yöneticileri değil, ‘rahat çalışabilecekleri’ insanları yeğlerler. (1)
Ve eğer insanları değerlendirme açısından da kabiliyetsiz iseler (ki genellikle bu iki zaaf bir arada görülür), etraflarına kaliteye, performansa ve liyakate göre değil, ‘sübjektif’ kriterlere göre seçtikleri insanları toplarlar.
Bunlar patronun bir akrabası veya köylüsü; hayır diyemedikleri birinin (başbakan, bakan, büyük bir işadamı, bir banka müdürü vesaire) telkiniyle, yahut etkisinde kaldıkları birinin (bir din adamı, bir ‘akil adam’ hatta eş, dost, metres) tavsiyesiyle işe aldıkları bir yönetici olabilir.
Ama daha yaygın olan yöntem, patronun-tepe yöneticinin arayıp tarayıp (üstelik head hunter’lara, danışmanlara avuçla dolar dökerek) yanlış adamı seçmesidir.
Çünkü kendisi doğru yerde doğru bir adam değildir.
Ve iyi İK’cılarla çalışmak ya da onların bilgisine güvenmek gibi bir alışkanlığı yoktur.
Patronun-tepe yöneticinin yakın çalışma çevresine sızmayı başarmış kifayetsiz yöneticinin bu andan itibaren tek hedefi, şeyini yani koltuğunu kollamaktır.
Bunun için patrona sadece ve sadece duymak istediklerini söyler. Doğru insanları patrondan uzaklaştırmak için elinden geleni yapar. Onun çevresinde bir ‘bürokrasi kalkanı’ oluşturur.
Patron da artık en küçük bir eleştiriye, en küçük bir dirence tahammül edemez hale gelir; gerçek dostlarını uzaklaştırır, yeni ve yanlış dostlar edinir.
Derken yavaş yavaş gerçeklerden kopar. Zaten yanlış kararlar vermeye eğilimlidir; bir de üstelik yalan ve yanlışlara dayanarak yönetmeye kalkınca, sonuç bir felaket olur.
*
Bunları size niye anlatıyorum ki?
Zaten çoğunuz bu söylediklerimi yaşayarak görüyorsunuz…
Genç bir çalışan bana (epey yaygın olan) bir sorunu aktardığı e-postasında ‘Biz nerede yanlış yaptık Serdar Bey, bize ne tavsiye edersiniz?’ diye akıl danışıyordu.
İşiniz benim aklıma kaldıysa vah vah! Benim insanlara kariyer tavsiyesinde bulunacak halim mi var!’ diye cevap verdim.
Ben burada küçük bir ekip yönetsem de gazeteciyim; tepe yönetici olmak nerde, düz ova yönetici bile değilim.
Olamam.
Olamam, çünkü ne yazının başında sözünü ettiğim gerçek tepe-yöneticilerin birlikte çalışmayı isteyecekleri bilgi ve beceriye;
ne yazının geri kalanında sözünü ettiğim kötü yöneticilere kendimi yutturacak satış ve pazarlama yeteneğine;
nihayet ne de, beni patrona zorla kabul ettirecek ayılara ve dayılara sahibim.
Heyhat!
Ama, babamın “Öyle adamların, öyle yerlere geldiğini göreceksin ki, hayret edeceksin. Buna şimdiden kendini hazırla!” (2) diye uyarmasına rağmen, 40 yıldır hâlâ, artık bugün isyan etmesem de, hayret etmeyi sürdürüyorum.

(1) Kendilerine gölge etmemesi de tepe yöneticilerin adam seçiminde önemli bir kriterdir.
(2) Bakınız Hürriyet-İK, 16.05.2010 tarihli ve Kıskançlık başlıklı yazı



Hürriyet-İK, 07.07.2013




1 Temmuz 2013 Pazartesi

Bu da maymunla insanın farkı

İki hafta önce ‘insanlara bakmak ve baktığını görmek’ten söz ettik. İzninizle (ısrarla) aynı konuya geleceğim tekrar.
Çünkü bir belgeselden öğrendim:
Primatlar içinde gözünde ak olan tek tür, insanmış. Diğer maymunların gözünde ak yokmuş meğer. Rakipleri yahut düşmanları nereye baktığını anlamasın için. Üstelik maymunlarda ‘gözünün içine bakmak’ tehdit anlamına geliyor ya…
Peki, insanda niye bunun tam tersi geçerlidir ? İnsan neden böyle kime, nereye baktığı anlaşılacak şekilde evrim geçirmiş? Çünkü, diyordu belgeseldeki bir dış ses, ‘insan karşısındakiyle gözünün içine bakarak iletişim kuran tek canlıdır.’
Acaba ? Kasım 2007’de Onpunto’da şöyle yazmışım (internet yazısı formatındadır, hoş görün!):
*
BAKMA BANA...
Az önce bir yemeğe katıldım. Uluslararası bir ‘pazarlama gurusu’ (!) gelmiş Türkiye’ye, öğle yemeğine bizi de davet ettiler, gittik. Tabii ki, genelde olduğu gibi, organizasyon berbat, rica-minnet-yalvar bizi saat 13’teki yemeğe çağırdılar. Kıramadık piyar’cı çocukları, ta Güneşli’den kalkıp gittik. (Biz, dediğim benim gibi üç gazeteci) Saat 13’te yemek salonunun kapısındaydık. Ne gelen, ne giden. Ta saat 13.50’ye kadar kimse yüzümüze bakmadı. Çocuklar zor durumda kalır diye çekip gitmedik. Bu dikkatsizliğe ve organizasyon özrüne alışkınız biz.
Diyeceğim başka. Orada görevli bir kızcağız. Beyaz bol bir gömlek, altına mini bir siyah etek. Yani klasik organizasyon hostesi. Soruyorum:
- ...’in yemeği nerede biliyor musunuz?
Başını bile kaldırmıyor:
- Hayır, danışmaya sorun.
- Siz halkla ilişkilerci değil misiniz?
- Evet ama sizin sözünü ettiğiniz ... için çalışmıyorum, ben ... şirketindenim.
- Ama halkla ilişkilercisiniz?
- Eveeeet?
- Tamam, o takdirde sorumu yeniden soruyorum: ...’in yemeği nerede biliyor musunuz?
- Bilmiyorum dedim ya beyefendi.
- Eh bu sefer biraz daha iyi.
- Anlamadım.
- Yine ters ve olumsuz cevap verdiniz, ama hiç olmazsa bu sefer yüzüme bakarak konuştunuz.
- ...
- Evet, demek istediğim şudur; madem ki işiniz halkla ilişkiler, bunun sizde bir refleks haline gelmesi gerekir. Lütfen bir daha sefere başınızı kaldırıp yüzüme bakın, olumsuz bile olsa gülümseyerek cevap verin. Ve “Danışmaya sorun, gibi bir cevap da vermeyin mümkünse. Madem ki burada halkla ilişkiler görevi yapıyorsunuz, en azından yardımcı olmaya çalışır gibi yapın.”
Haliyle kızcağız dağıldı. Ben de - zaten ukala ihtiyar durumuna düşmüştüm bir kere – artık uzatmadım.



Gülümsemek ve karşısındakinin gözlerinin içine bakmak, deyince; Newscientist’te bir araştırma yayımlandı geçenlerde.
Soru: Bir insanı çekici kılan nedir?
Cevap: Güler yüzlü olmasının da çok katkısı var elbette ama asıl... gözlerinizin içine bakması!
İddiaya göre, biyolojik evrimin bir sonucuymuş bu etki.
İskoçya’daki Aberdeen Üniversitesi’nde Dr.Claire Conway ve ekibi bir araştırma yapmış. Aynı kadının, aynı şekilde gülümseyen iki kare fotoğrafını yüzlerce öğrenciye gösterip sormuşlar: Hangisi daha güzel, hangisi daha çekici?
Aynı kadın ama (yukarıda görebileceğiniz gibi) bir karede objektife bakıyor diğerinde bakmıyor.
Erkeklerin ezici bir çoğunluğu objektife bakan kadını daha güzel ve daha çekici bulduklarını söylemişler.
Aynı deney başka fotoğraflarla da yapılmış. Gülmeyen, yüzünde iğrenme ifadesi olan bir kadının fotoğrafları gösterilmiş. Yine objektife bakan kadın nispeten daha çekici bulunmuş.
Önemli bir fark: Kadın gülümsüyorsa, sadece erkekler objektife bakan kadına daha iyi not veriyormuş; kadın gülümsemiyorsa, kadınlarla erkeklerin verdiği not birbirine yakın oluyormuş.
Diyorlar ki, işte bu fark, atalarımızın geçirdiği evrimin bir kalıntısıdır.
Çünkü, evrimlerinin belli bir noktasında atalarımız artık bakışı ve gülümseyişi fark eder hale gelmişler. Ve (özellikle de erkekler) gözlerinin içine bakıp gülümseyen karşı cinsin ilişkiye daha yakın olduğuna karar vermişler.
Özetle: Gözlerimin içine bakıp gülümseme bana, saldırırım sana!
Piyar’cı kız haklıymış yani!


Hürriyet-İK, 30.06.2013