30 Eylül 2012 Pazar

Günah keçisi


Geçen hafta Yahudi vatandaşlarımız Yom Kippur bayramını kutladılar.
Oruç tuttular, günahlarının affedilmesi için dualar ettiler.
Yom Kippur’un bir adı da bu yüzden Kefaret Günü’dür.
(Kefaret, ‘Bir günahı Tanrı’ya bağışlatmak umuduyla verilen sadaka veya tutulan oruç’ demektir.)
Bu bayramın bugün artık icra edilmeyen ritüellerinden biri de Azazil’in Keçisi törenidir.
Azazil, eski çağlardaki bir inanca göre çölleri mesken tutan bir kötü ruhtur, şeytandır.
Eski Yahudiler, Kefaret Günü’nde, bir yıl boyunca işledikleri bütün günahları (sembolik olarak) bir keçiye yükler ve hayvanı Azazil’e kurban olarak çöle salarlarmış.
Evet, deyimin kökenini bilmeyenler de tahmin ettiler herhalde, ‘günah keçisi’ lafı işte buradan gelir.
Sürekli suçlanan, önünü gelenin öfkesini ondan çıkardığı kimse’ diyor Türk Dil Kurumu.
Günah keçisi, suçsuz olduğu halde başkalarının suçunu yüklenen kişi ya da topluluğa verilen isimdir’ diyor Wikipedia.
Bir grup insanın, hatta toplumun kendi suçunu, günahlarını haksız yere üstüne yıktığı insan veya azınlık için kullanılır.
Çalışma hayatıyla ilgili meşhur ‘sosyoloji kanunları’ndan biri ‘Her kurum, geçici bir ahenk yakalayabilmek için kendine günah keçileri yaratır’ der.
Böylece ‘suçlayan grup’ kendi hatalarını başkasına yüklemiş, başarısızlıklarına veya yetersizliklerine bir bahane bulmuş olur.
Hem ‘karşısında birleşebileceği’ bir düşman yaratarak geçici de olsa birlik oluşturmuş, hem de, her zaman zayıfı karşısına aldığı için, kendini güçlü hissetmiş olur.
Çalışma ortamında ‘günah keçisi’ çoktur.
Hele bizde...
Günah keçisinin bir varyantı da ‘abalı’ ya da ‘şamar oğlanı’ denilen garibandır.
Herkesin saldırılarına, sevimsiz şakalarına maruz kalan insan’ demektir.
Lafı duymuşsunuzdur, yeri gelmişken söz edelim, Fransızlar buna ‘Türk kafası’ derler.
Hani panayırlarda, lunaparklarda insanların güçlerini ölçmek için yumruk attıkları toplar vardır, yahut ağır bir tokmakla vurdukları bir ‘kafa’.
İşte eskiden Avrupa’da, batılıların Osmanlı’dan çok korktukları çağlarda, panayırlarda bu kafalar, bu toplar ‘türbanlı Türk kafası’ şeklinde olurmuş.
İnsanlar ‘Türk kafası’na yumruk atarak yahut tokmakla vurarak rahatlarlarmış.
Çalışma ortamında ‘şamar oğlanı’ çoktur.
Hele bizde...
Yunus Emre istediği kadar ‘de hep eksiklik bendedir’ desin...
Anlamını bile tam kavrayamadığımız ‘empati’ lafı moda diye istediğimiz kadar dilimize pelesenk olsun...
Bizde hep eksiklik, kabahat, suç başkasındadır.
Kendini tanımaktan korkan, kendiyle yüzleşmeye cesareti olmayan, kendine güvenmeyen, dolayısıyla tedavisi ve tekamülü de mümkün olmayan insanların ve toplumların ‘şamar oğlanı’ ve ‘günah keçisi’ eksik olmaz.

Hürriyet-İK, 30.09.2012

24 Eylül 2012 Pazartesi

Fanatizmin kökenleri



Madem ki elinizdeki bu pazar gazetesinin ana konusu ‘insan’, arasıra da olsa insan kaynaklarından taşıp, böyle daha genel ama hâlâ ‘insanî’ konulara girmemde beis görmediğinizi umuyorum. (*)

Aşağıdaki eski yazının neden bugün aklıma geldiğinin tahminini size bırakıyorum.

Provokatörlerin başarılı olabilmesinin ilk ve en önemli şartı, provoke olmaya ve yakıp yıkmaya hazır kalabalıkların varlığıdır.*Eski bir Le Monde des Livres’den (Le Monde’un haftalık kitap eki) kesip sakladığım bir kitap eleştirisi, Christian Delacampagne imzalı. Bugün alıntılar yapacağım yazı bu.

İnsanoğlu binlerce yıl dünyanın sonsuza kadar değişmeyecek bir düzeni olduğuna inandı. Sıkıntılı bir dünyaydı bu, sorunlarla dolu, savaşlar, salgın hastalıklar, iklim döngüsüne paralel peşpeşe kuraklık ve seller... Her biri farklı bir ‘kötü tanrı’nın eseriydi, karşı durulamazdı. Ama neyse ki bütün Tanrılar böyle gaddar değildi, ‘iyi tanrılar’ da vardı insanoğlunu koruyan, kötülük güçleriyle savaşan. Onlar sayesindedir ki her sabah güneş doğuyor, her kuraklığın ardından yağmur geliyor, hastalar iyileşiyordu...

Mesela, Altın Hilal denilen bölgede, bizden 5 bin yıl kadar önce yaşayan insanlar, işte ‘böyle’ bir tabii düzene inanıyorlardı. Ve bu kaderci, insanın etkileyemeyeceği, değişmez düzen inancı da, sosyal ve siyasal alanda durağancı (immobilisme’e durağancılık diyor sözlükler) ve tutucu bir ideolojiyi besliyordu. Bu düzen böyledir, sonsuza kadar da böyle kalacaktır. Yani isyan etmenin anlamı yok.
O çağlarda ‘medenî dünya’ denilebilecek bütün coğrafyada, aynı ‘çevrimsel zaman’ kavramı, aynı ‘sonsuza kadar değişmez tabiî düzen’ inancı ve ümitsizlik hâkimdi. Bütün dinler, siyasî ve sosyal düzen bu ‘değişmezlik’ sayesinde ayakta duruyordu.

Derken, diyor İngiliz araştırmacı Norman Cohn, İran’da bir sapkınlık ortaya çıktı. Peygamberinin adı Zerdüşt idi. İsa’dan önce 13’üncü yüzyılda yaşayan Zerdüşt, yeni bir din kurma iddiasında değildi, ecdadının dinini reforme etmek istiyordu, o kadar. Ancak Zerdüşt’ün inancı bir reform değil, bir devrimdi o çağ için.

OYUN BOZAN ZERDÜŞT

Kötülük’e karşı ezelî savaşı, eninde sonunda, İyilik Güçleri kazanacaktır. Ancak, herkesin, hemen, şimdi, bu savaşa atılması, İyilik Güçleri’nin yanında yer alması şartıyla. Zaten sadece ibadet kurallarına uyan, çilelere katlanan insanlardır ki, dünyanın sonu geldiğinde, sonsuza kadar mutlu yaşayacaktır.Zerdüşt’ün bu kehaneti büyük bir ilgi görmedi, kitleleri harekete geçiremedi. Bugün de, Parsî yahut Zerdüştî denilen, yani İyilik Tanrısı Ahura Mazda’nın tecessümü (şekil alıp görünmesi) olan Ateş kültünü sürdürenlerin sayısı çok azdır. Ancak...

Ancak, ‘İyilik’in kötülük ile mücadelesi bir gün zaferle sonuçlanacak’ şeklindeki görünüşte basit ve önemsiz kehanet, aslında, bir ‘saatli bomba’ gibi, yüzyıllar sonra bir kültürel devrim yaratacaktı. Halkın pek itibar etmediği bu inanç, Pers ülkesinde yaşayan Yahudi azınlığı etkileyecek ve Filistin’de yaşayan küçük bir Yahudi tarikatının, Essenliler’in sonunu getirecekti. Hatta, dinde yarattığı devrim bununla da kalmayacak, iki yüz yıl kadar sonra - bu kez parlak bir geleceğe sahip olan - bir başka küçük Yahudi tarikatının, İsa ve Havarileri’nin amentüsünü oluşturacaktı.

Ölüdeniz Tomarları, Essenliler’in Zerdüşt inancından ne kadar etkilendiğini açıkça ortaya koyuyor. Hıristiyanlığın ilk çağında, İncil’in son bölümü Kıyamet’te de aynı etkiyi görüyoruz. Hıristiyanlar, Essenliler’den ya daha şanslı, ya daha dirençli olduklarından, İsa Mesihçiliği önce Akdeniz’e, sonra da dünyaya yayılacaktı.İngiliz araştırmacı Norman Cohn, Kıyamet Fanatikleri ve Ortaçağ’da Büyücülük ve Şeytanataparlık adlı kitaplarında Ortaçağ Avrupası’nın ve Hıristiyanlığın ‘kötülüğün bedenselleşmesi’ olmakla, Şeytan’a tapmakla suçlanan ‘bazı grupları’ (Yahudiler, sapkınlar, büyücüler) yok ederek dünyayı ‘arıtmaya’ çalıştığını anlatıyordu. (...diyor eleştirmen - ben bu kitapları okumuşum zannedilmesin.) Ancak, Ortaçağ toplumlarının neden böyle bir ‘arıtma’ (purification) ihtiyacı duyduğuna değinmiyordu. Cohn’un son kitabı Kosmos, Kaos ve Gelecek Dünya işte bu ihtiyacın ‘kültürel kökenini’ irdeliyor: Dünyayı, Evrensel İyilik Güçleri’nin son bir çatışmayla Kötülük Güçleri’ni yok etmesi gereken bir ‘savaş meydanı’ olarak gören, ama bu zaferin öyle kolay kazanılmayacağına olan inanç...

Bu inanç Ortaçağ’da ortaya çıkmadı, diyor araştırmacı, bu ilk Hıristiyanlar’ın kıyamet inancının bir sonucu, yani Zürdüşt’ün uzak mirasıdır...

Bu, sadece bir tez ve ihaliyatçılar, tarihçiler uzmanlar henüz eyvallah demiş değil bu görüşe. Ama Cohn’un bu savı bizi yakından ilgilendiriyor. Acaba Zerdüşt’ün bu kehanetinden etkilenerek ‘ötekini’ ortadan kaldırmayı, dini ve dünyayı ‘arıtmayı’, ruhun ve Evren’in tek kurtuluşu olarak görenler sadece Ortaçağ’da yaşayan Avrupalılar mıydı? Bugün, İran’da, Afganistan’da, ne bileyim Sırbistan’da, Kafkasya’da soykırıma kadar giden fanatizmin derin kökleri bu inanca uzanabilir mi acaba?

Yani insanlık tarihinin tesadüfî değil ilahî bir mecrada aktığına, ‘mutlu’ bir sonu olacağına, iyiliğin kesin zaferiyle kötülerin yok edileceğine olan determinist (icabî desem daha mı anlaşılır olurdu yani?) inanç?

Bu, diyor Cohn, insanlık için korkunç bir tehdit. Birileri, Kıyamet’in kaçınılmaz olduğuna, o gün İyilik’in kazanması için, Cennet’e gidebilmek için, her inananın şimdiden savaşa girmesi ve Kötülük ile işbirliği yaptığına inandığı ‘ötekini’ ortadan kaldırması gerektiğine inanıyorsa... yandık! (Hürriyet-internet, 30.06.2004)


(*) Konuyu İK’ya bağlayamadım mı da, kazı böyle çeviririm işte! :)

Hürriyet-İK, 23.09.2012

17 Eylül 2012 Pazartesi

Bir ciddî bir gayriciddî...


Paris yakınlarında bir yerde, küçük bir kreşte, pedagoglar çok ilginç bir deneme yapıyorlar:

Cinsel ayrımcılığa sebep olan düşünce ve davranış kalıplarının önüne geçmek için ‘aktif eşitlikçi pedagoji’ adını verdikleri bir yöntem deniyorlar.
Le Monde’da okuduğum Gaëlle Dupont imzalı habere göre (9-10 eylül):

- Bebeklikten itibaren öğrenilenler, yaşananlar, ileri yaşlarda cinsiyet ayrımcılığının yatağını yapan düşünce ve davranış kalıplarını şekillendiriyor.

- Daha küçücük yaşta, kızlarla erkeklerin kendilerine olan güveninde ve tepkilerinde önemli farklar görülüyor. Bir örnek: Küçük çocuklara, korkacakları bir hayalet filmi izlettirilmiş. Kızlar odadaki bir büyüğün etrafında kümeleşip çok korktuklarını söylerken, erkek çocuklar ekrana koşup hayaleti yumruklamaya başlamışlar.

- Kreşin müdürü hanım “Çocuklar taklit yoluyla kişilik oluşturdukları için büyüklerin etkisi çok önemli” diyor, “Çocuklarımızı, aklımızdaki tasvire göre ve toplumun onlardan beklentileri yönünde eğitiyoruz. Kızlar uslu ve güleryüzlü, erkekler cesur olmalı…

- Ve bu konuda tek suçlu ana baba değil; eğitimciler, medya, edebiyat, oyuncak sanayii, çocuklara hizmet ve ürün satanlar da çocukları bu kalıplara girmeye zorluyorlar.

- Kreşin, klasik bir kreşten farkı yokmuş. Ancak ‘aktif eşitlikçi pedagoji’ gereği, cinsiyet farkını yok farz etmeksizin, çocukları (erkek çocuklara mavi, kızlara pembe; erkeklere otomobil, kızlara tabak, tencere) şekil kalıplarına tıkıştırmamaya özen gösteriliyormış.

- “Her kreşte ne oyuncak varsa, bizde de o var. Ama kızlara canları isterse kamyonla oynayabileceklerini, gürültü edebileceklerini, duvara tırmanabileceklerini, bağırıp çağırabileceklerini gösteriyoruz. Bebekle oynamak isteyen erkek çocukları da cesaretlendiriyoruz.

- Maksat kalıpların oluşmasına engel olmak ve önlerinde çok seçenek olduğunu göstermek.

- Lille 1 Üniversitesi’nden uzman sosyolog Geneviève CressonCinsiyet ayrımcılığı kızların şansını kısıtlıyor. Ama oğlanlara da zarar veriyor çünkü erkekler de agresif olmaya ve duygularını saklamaya zorlanıyor” diyor.

- Kreşte tamirat atölyesi ve mutfak atölyesi varmış. Alışılmışın tersine, birincisinin hocası kadın, ikincisinin erkek. Herşey cinsiyet ayrımcılığını yaratmayacak şekilde düşünülmüş, çocuklara yaptırılan aktiviteler, kadın-erkek büyükler arasındaki ilişkiler, hatta kullanılan kelimeler bile. “Kız çocukları övmek için hep güzel olduğu, erkeklere de kuvvetli olduğu söylenir. Bu klasik kalıplaşmış bir söylemdir.

- “Ana babalar, büyükler kız ve erkek çocuklara farklı davrandıklarının farkına varıp, düzeltmek için ciddi bir efor harcamak zorundalar. Oysa hiç ayrım yapmadıklarını zannediyorlar.

- Tabii ki bu denemenin başarılı olması için, çok farklı sosyo-ekonomik çevrelerden de olsalar, çocukların ana-babalarının desteği çok önemli.

- Uzmanlar bu uygulamanın çocukları kız-erkek birbirlerine eşit ve saygılı davranmaya yönelttiğine, ileride aile içi şiddeti azaltacağına inanıyorlar. Ama tabii ki kreşle sınırlı kalmaması, çocukların eğitimi boyunca aynı felsefe ile yetişmesi şartıyla.
*
*      *

Kurtçuk olarak yaşayan canlı

Aksolot ya da bilimsel adıyla Ambystoma mexicanum ‘urodela’ takımından ‘ambystomatidae’ familyasından bir ‘amfibyum’dur.

(Buraya kadar bir şey anlamadınız. Benim gibi. Galiba hem karada hem suda yaşayabilen bir tür kuyruklu kurbağa anlamına geliyor bu laflar.)


Meksika göllerinde yaşayan aksolot, son yıllarda biliminsanlarını çok ilgilendiren bir tür; çünkü kopan bir bacağını, çıkan bir gözünü yenileyebildiği gibi, beyninin zarar görün bölümlerini bile yeniden üretebiliyor. Bu müthiş yeteneğin sırrını çözmenin tıp için ne anlama geldiğini herhalde söylemeye gerek yok.

Bu konuda çok makale ve haber çıktı, detayına girmeyeceğim.


Ancak bu canlının bir diğer özelliği var ki, ondan biraz söz edeceğim.

Aksolot, hiç ergin hale gelmeden, bütün ömrünü larva yani kurtçuk olarak geçirebilen nadir türlerdendir. O kadar ki aksolot, kurtçuk halindeyken yani büyümeden cinsel erginliğe erişip çoğalabilir.

Aksolotun bu özelliği seni niye ilgilendiriyor a Serdar?
Takip edenler bilirler. Mesela bir aralar, modern insanın (homo sapiens sapiens) atalarıyla Nearderthal adamı’nın bir arada yaşadığını, çitfleştiğini, çocukları olduğunu okuyunca, Beyoğlu’ndaki magandaların kökenini keşfettiğim için çok sevinmiştim. (1)

Bir diğer yazıda oyuncu Tamer Karadağlı için ‘argonot’ benzetmesi yapmış, sonra da bu deniz canlısının özelliklerini anlatmıştım. (2)

Kafamı kurcalayan bir takım tuhaf insan davranışlarının evrimsel kökenlerini bulmak beni mutlu ediyor galiba.

İş toplantılarında, şirket içi ilişkilerde (buna ilişki değil itişki demek daha doğru olur ya gerçi), ‘hiç ergin hale gelmeden, bütün ömrünü larva yani kurtçuk olarak geçirebilen’ öyle canlılar görüyorum ki…

Hâlâ ilkel egosunu aşamamış, kendini ispat (hatta sidik) yarışında; küçücük çıkarları yahut ‘büyüklerin’ gözüne girmek için, kendi yetersizliğini örtmek için her türlü yalanı hiç utanmadan söyleyebilen; yüzünüze gülüp arkanızdan konuşan, kaypak, dönek bir takım ‘gelişmesi tamamlanmamış larvalar’.

İşin kötüsü bunlar, aksolot gibi, hasar gören parçalarını yenilemeyi ve her ortamda ve her şartta yaşamayı becerebiliyorlar.

Ve kurtçuk halindeyken bile çoğalmalarını sürdürüyorlar.
 

(1) Hürriyet-Pazar, 09.05.1999 veya Hürriyet-internet, 17.06.2004 (http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=234405)

Hürriyet İK - 16.09.2012

10 Eylül 2012 Pazartesi

Ahtapotların laneti

Ahtapot kötü şöhretine rağmen büyüleyici bir hayvandır. Omurgasız bir canlı için benzersiz bir zekaya sahiptir. (Son derece zeki omurgasız çok, ama bunlar 8 değil 2 ayaklı, o yüzden konumuza girmez.) Ahtapot gözlemleme, öğrenme ve hatırlama yetisine sahiptir. Örnek verecek kadar yerim yok ne yazık ki. Düşmanlarından ve avlarından gizlenmek için renk değiştirme ve çevreyi taklit etme yeteneği de muhteşemdir. (Benim iki ayaklı omurgasızlar da her çevreye mükemmel uyum sağlarlar.) Ayrıca ahtapot bana nedense hüzün veren (patetik) bir canlıdır.
*
Çok zeki bir hayvandır, ama milyonlarca yıldır zekasını geliştirdiğine dair bir gösterge yoktur. Çünkü ‘ahtapotların laneti’ diye bir olgu söz konusudur:
Ahtapotun ömrü, böyle bir canlı için çok kısa, küçük türlerde 5-6 ay, büyük türlerde ise azamî 4-5 yıldır. O da… çiftleşmemesi şartıyla. Çünkü 3,5 - 4 yaşında döllenen dişi ahtapot, bir kaya ovuğuna sığınır ve 6 hafta boyunca, aç, susuz (!) ve uykusuz, yumurtalarını korur, havalandırır, temizler. Yavrular hayli gelişmiş olarak yumurtadan çıkmaya başlayınca da, onlara yer açmak için yuvayı terk eder ve … ölür. Aslında açlıktan ve bitkinlikten ölmez. Ahtapotu, bir içsalgı bezinin salgısı öldürür. Yani talihsiz ahtapotunki ‘genetik olarak programlanmış’ bir ölümdür.
Ahtapot yavruları bu yüzden, mesela memelilerin aksine, anasız ve babasız büyümek zorundadır.
Ayrıca, ömrünü saklanarak hatta görünmemeye çalışarak geçiren, hemcinslerinden bile uzak duran, yapayalnız ve a-sosyal bir canlı olduğu için de, (çok ciddi izleme ve öğrenme yeteneğine rağmen) diğer ahtapotları izleyip, örnek alıp taklit edemez, onlardan öğrenemez.
Her birey kısacık ömründe zekasını geliştirebildiği kadar geliştirir, öğrenebildiği kadar öğrenir ve ölüp gider.
Yani ahtapot, bilgisini ve tecrübesini sonraki nesillere aktaramaz.
Bu yüzden, ne kadar gelişmiş olursa olsun, zeka açısından evrimleşmesi durmuştur.
Ahtapotların laneti’ budur. (Evrimleşmesi yüzyıllarca önce durmuş başka canlılar da biliyorum sokaklarda gezen ama neyse...)
*
Ancak, geçenlerde seyrettiğim bir belgeselden öğrendim ki… ‘ahptapotların laneti’ belki de sona ermektedir. Sekteye uğrayan evrim, bir ‘sıçrama’ yapmak üzeredir. İtalya’nın Capri adası kıyılarında yaşayan ahtapotlarda çok heyecan verici bir gelişme görülüyor.
Özellikle Mavi Mağara’ya dalan çok sayıda turist sebebiyle, ahtapotlar insanlardan (ve aynı sebepten sayıları azalan düşmanlarından) daha az korkar ve saklanır olmuş ve ‘sosyalleşme’ işaretleri vermeye başlamış.
Birbirlerine daha yakın yaşayınca da, hemcinslerinden öğrenmeye ve eskilerin tecrübelerinden faydalanmaya başlamışlar.
Uzmanlar umut ediyorlar ki, bu küçük gelişme, ahtapotların evriminde yeni ve büyük bir ivme yaratacaktır. Ve bu muhteşem canlıların zekası daha da gelişecektir.
*
Belki de - insana genetik olarak ve zeka açısından en yakın olan maymun türlerinde ve deniz memelilerinde benzer bir değişim gözlenmediğine göre - önümüzdeki bin yıllarda insan evladının ‘ortağı’ ahtapotlar olacaktır.
Tabii denizleri ve dünyayı, yani ahtapotları ve kendimizi bu arada yok etmediysek.
*
Gelelim en zoruna, yani bu yazıyı insan kaynaklarına bağlama faslına.
Hürriyet İK gazetesinde ahtapotların lanetiyle ve zekalarının evrimiyle ilgili yazının işi ne?’ sorusuna düşünülmüş bir cevabım yok.
Belki de burada insanların genetik aptallığından, çeşit çeşit hayvanlığından söz etmekten yoruldum.
Belki de burada (Thomas Henry Huxley’nin Charles Darwin’i gericiler karşısında savunurken dediği gibi) zekasını kötüye kullananlardan söz etmekten bıktım.
Belki de umutsuzluk denizine düşünce, iyileşme olsun, gelişme olsun, iyi haber olsun da kimden gelirse gelsin diye ahtapota sarıldım.
Ayrıca, Süleyman Demirel mantığıyla, ‘İnsanevladında bir iyiye gidiş, bir zeka sıçraması, bir evrim vaaadı da biz mi yazmadık?

Hürriyet-İK, 09.09.2012

3 Eylül 2012 Pazartesi

Ay’ın aydınlık yüzü



Tarih 21 Temmuz 1969 günlerden salı imiş demek ki.
Kanlıca koyunun ağzında, küçük bir sandalda tek başıma, çocuk halimle, hem akıntıya karşı kürek tutmaya hem çapari sallamaya çalışıyordum.
Bir ara başımı kaldırıp, bulutsuz gökyüzünde gündüz vakti görülen Ay’a baktığımı ve ‘Şu anda orada insanlar var’ diye düşündüğümü hatırlıyorum.
25 Ağustos’ta 82 yaşında ölen Neil Armstrong bizim kuşağımızın kahramanlarından biriydi.
Derler ki, genç yaşına rağmen Apollo 11 gibi çok zor ve önemli bir uçuşun komutanlığına getirilmesinin birçok sebebi vardır:
1. Çok iyi bir mühendis ve çok soğukkanlı ve tecrübeli bir pilot oluşu. (En çaresiz durumlarda bile soğukkanlılığını ve analiz yeteneğini kaybetmediği için meslekte lakabı ‘Ice Commander’ imiş.)
2. Askeri değil, sivil mühendis ve pilot oluşu. (ABD Ay’ın fethini askerî değil barışçı bir zafer olarak göstermek istiyormuş.)
3. Ve NASA’nın Apollo 11 misyonu sırasında gerilime ve fakat asıl geri döndüğünde şöhretin baskısına dayanabilecek karakterde bir insan araması. (‘Ay’a ilk basan insan’ rolünü ömür boyu taşıyabilecek ve misyonun başarısına gölge düşürmeyecek bir insan...)
Apollo 11’in başarısı ve aradan geçen 40 küsur sene gösterdi ki, Neil Armstrong doğru seçim imiş.
Kendini ‘beyaz çoraplı, eski moda bir mühendis’ diye tanımlasa da, Armstrong önemli bir mühendis ve çok başarılı (ve gözü kara) bir pilottu.
20’nci yüzyılın en parlak yıldızlarından biri olmasına rağmen, son derece alçakgönüllü bir insandı.
Apollo 11’le yaşadığı ‘şöhret patlaması’ başını döndürmedi, birçok ‘American hero’ gibi siyasete atılmaya, başkanlık yarışına girmeye, şah ve şöhretini paraya çevirmeye çalışmadı; Ay’dan döndükten sonra hayatını doğduğu Ohio’da üniversite hocası olarak sürdürdü ve ölene kadar ısrarla “biz sadece görevimizi yaptık” demekle yetindi.
Yaratılış insana emanet edilmiştir” der Mani, “Karanlıkları geriletmek insanın görevidir...
Geçen hafta 20’inci yüzyılın (aydınlık yüzünün) simgelerinden biri öldü.
Armstrong, 2000 yılında katıldığı bir konferansta Arthur C.Clarke’ın 3 no.lu kanunundan söz ediyor ve “Yeterince gelişmiş bir teknoloji, büyüden ayırt edilemez, sözü günümüz için geçerli. Gerçekten de büyülü bir yüzyılı geride bıraktık...” diyordu.
Büyülü bir yüzyıl...
Adolf Hitler’in de aynı yüzyılın bir simgesi olduğunu düşünürseniz, ‘aydınlık yüz’den maksadımın ne olduğunu daha iyi anlarsınız.
Aydınlık’tan başka anlamlar çıkaranlar da olabilir tabii ki....

Gerçi, çocuk yaşımdan beri benim kahramanım - ne kadar alçak gönüllü olursa olsun - ‘Ay’a ilk ayak basan insan’dan ziyade, Apollo 11 programına katılan ve Ay’a ayak basmadan geri dönmeyi kabul eden Michael Collins olmuştur ama, bu benim sorunum.
50 küsur yaşında hâlâ da sorunum olmaya devam ediyor...

Hürriyet-İK, 02.08.2012