29 Mart 2015 Pazar

Gregor Samsa Sendromu


1970’lerde yayımlanan bir kitaptı, haliyle çok ses getirmişti: Ces malades qui nous gouvernent yani ‘Bizi yöneten hastalar’ idi adı. (1)

Yalta Konferansı’na şuurunu kaybedecek kadar hasta bir halde katılan Roosevelt; ‘füze krizi’ sırasında günün yarısını yatakta geçirmek zorunda olan Kennedy; Salazar, Franco, Mao, Hruçev, Brejniev, Papa 7.Pie, Stalin, Nixon ve benzerleri. Prof. Jean Bernard’ın (2) dediği gibi “ne sağlık durumunun ülkeyi yönetmeye veya orduya kumanda etmeye  elvermediğini; ne de bunun, vatandaşları açısından vahim sonuçları olabileceğini kabul etmeye yanaşan hastalar”.

Prof. Bernard, Fransa Cumhurbaşkanı’nın ruh ve beden sağlığını izlemek üzere, üyeleri Anayasa Mahkemesi tarafından seçilen bir Tıp Komisyonu önerir. Hekimler rapor edecek, hâkimler gereğini yapacak.
Keşke. Ama çalışma hayatına uygulanabilir bir proje değil galiba…

*
Konu sağlıktan açılmışken, çalışanların patronlardan bir iki isteği var, onları aktarayım.

1. Oturduğu koltuğu hak etmeyen, kifayetsiz, yeteneksiz, hasılı ‘zavallı’ yöneticilerle çalışanlara, en azından bir ‘yıpranma tazminatı’ ödensin, diyorlar yarı şaka. Çünkü - ne düşük maaşlar, ne iş yoğunluğu, ne performans baskısı, ne fazla mesai, ne trafik… - biz çalışanları ‘kötü yönetici’ kadar yıpratan bir şey yoktur.
2. Ruh ve beden sağlığından çoktan vazgeçmişler de…İş bilen ve işini bilen yöneticiler olsun, yeter, diyorlar. Ha bir de, aman,  insan ilişkileri özürlü’ olmasın. (Galiba bu tanım ‘öküz’ün nazikçesi.)

3. Ayrıca, yönetici seçerken, size zahmet, diplomasının, girip çıktığı şirketlerin, hafta sonları ata mı biner, yelkenli mi yapar gibi endişelerin yanısıra, asıl bir gastroenteroloji raporu isteseniz. Hani sindirim sisteminde bir arıza olmasın:
O koltuğa oturtacağınız o kadın, o erkek, o koltuğu hazmedebilecek midir? Yetki ve makam onu nasıl değiştirir?

Zaten (özetle) ‘Her çalışan, başarısız olduğu mevkiye kadar yükselir ve orada durur; böylece her yönetim kademesi başarısız yöneticilerce işgal edilir’ diyen Peter (Prensibi) Sendromu’ndan muzdaribiz, diyor çalışanlarınız…

Bir de bizi ‘Gregor Samsa Sendromu’ ile uğraştırmayın, n’olur.
Sizin zamanınız kıymetlidir, kitap okuyacak vaktiniz yoktur, isterseniz özetleyelim:

Kafka’nın Değişim romanında, ana karakter Gregor Samsa, insan olarak girdiği yatağında, bir sabah bir ‘bokböceği’ olarak uyanır.
Sanıyorum çalışanlarınız size, “İyi kötü ‘insan’ olarak oturduğu o koltukta, bokböceğine dönüşecek birini başımıza bela etmeyin!” demek istiyorlar. (3)

Gerçi, kendileri bile “Ya biz neyi kime anlatıyoruz ki...” diye gülüyorlar ama…


(1) Pierre Rentchnick ve Pierre Accoce (Stock, 1976)
(2) Prof. Jean Bernard (1907-2006) – Hematolog, onkolog doktor. Fransız Akademisi üyesi. Ulusal Etik Danışma Komitesi Kurucu Başkanı. Bilimler Akademisi ve Ulusal Tıp Akademisi Başkanı.
(3) Kafka, ‘Ungeziefer’ kelimesini kullanır. Sanırım ‘mekruh hayvan’ anlamında bir kelimedir bu. Samsa’ya ‘bokböceği’ diyense, bir temizlikçidir.

Hürriyet-İK, 29.03.2015
 
 
 
 

22 Mart 2015 Pazar

Bilmem anlatabildim mi? – 2


N.N. (İstanbul) - Serdar Bey, eski bir yazınızda ‘Türkiye’de patronların ve yöneticilerin hata yapma lüksü vardır’ diyordunuz. Açıklayabilir misiniz?
Böyle bir yazı hatırlamıyorum, ama sağda solda buna benzer laflar ettiğim doğrudur.

Bakmayın siz işadamlarının ağladıklarına, mart kedisi misali bağırıp çağırdıklarına; Türkiye paranın en kolay kazanıldığı ülkelerden biridir.
Kuralların esnekliği, kuraldışının ve kayıtdışının yaygınlığı, devletin parasının denizliği… detayına girmeyelim.

Yukarıdaki tarihî vecizeme (buna ‘cevize’ de denebilir ya neyse) bir iki örnek vermeye çalışayım:
(1) Kolay kazanıyorsan ve yerine kolayca koyacağını biliyorsan, kaybetmekten o kadar da korkmazsın ve dikkatsiz davranırsın. Bu bir lükstür, biir.

(2) Konumun gereği ; ve etrafında, değil seni eleştirecek, düşündüğünü dürüstçe söyleyecek adam bırakmadığın için, kimse sana hata yaptığını söyle(ye)mez. İkii.
(3) Hatalarını başkasının üstüne yıkabilirsin. Üüüç.

(4) Paran çok olduğu için, bol para bin ayıp örter, yediğin haltın zararını sineye çeker - pardon, vergiden düşer, devlete, mükellefe yıkarsın. Dööört.
(5) Ayrıca yöneticiysen, işi bilmeyen patron senin hata yaptığını görmez, yahut beceriksiz ve iş bilmeyen adamı o koltuğa oturttuğu için hatasını kabullenmek istemez. Beeeş. Vesaire, vesaire…

*
S.B. (Köln) – Serdar abi, toplantılardan şikayet ediyordunuz sık sık. Sanki büyük şirketlerde ‘toplantı modası’ geçer gibi günümüzde, ne dersiniz?

Vallahi sevgili S. artık bu soruyu soracağın en son insan benim.
Ben bu bakımdan son zamanlarda dünyanın en mutlu insanıyım.

“Verdiğim kahramanca mücadeleye rağmen - ki buna deli numarası yapmak, korkutma-sindirme manevraları da dahil - katılmak veya izlemek zorunda kaldığım toplantılara bakıyorum da, toplantı yapmak plaza çalışanlarının varlık sebeplerinden biri haline gelmiş” dediğim, bu konudaki son yazımdan beri (3.8.2014) daha bir rahatım.
20 yıllık sistemli ve sabırlı gayretimle yarattığım olumlu imaj ve gördüğüm itibar (gülme bana bak, gülmeee!), beni gereksiz, verimsiz, sıkıcı, yani neredeyse her türlü toplantıdan (bu arada seminerden, arama konferansından vs) koruyor.

Ama büyük şirketlere bakıyorum da, hâlâ işinin toplantı yapmak  olduğunu sanan çok plaza çalışanı var.
Sıkılan patronlar ve tepe yöneticiler için de bu toplantılar hem vakit geçirmek, hem de patronculuk oynayarak kendini tatmin etmek için iyi bir vesile.

Patron da, yönetici de, çalışan da bu işten mutluysa bir diyeceğim yok da, işi kim yapacak?

(Varsa son iki soru daha alalım…)


Hürriyet-İK, 22.03.2015
 
 
 

 

15 Mart 2015 Pazar

Bilmem anlatabildim mi?


M.D. (Antalya) - Serdar bey, bana neden bir türlü randevu vermediğini sorduğum tepe yöneticim bana, “Sen biliyor musun, benim işimin yüzde 80’i boss management (yani patronu idare etmek)” cevabı verdi. Gerçek olabilir mi?
Herhalde yöneticiniz işinin ne kadar yoğun ve zor olduğunu anlatmak istemiş ama, aslında patronun kötü bir patron, kendinin de kötü bir yönetici olduğunu itiraf etmiş.
Avuçla para verdiği CEO’nun vaktinin ve aklının yüzde 80’ini işgal eden işadamı, ciddî bir yanlış yapıyor, kendi ayağına kurşun sıkıyor demektir.

Keza, aklının ve vaktinin yüzde 80’ini patronunu mutlu etmeye harcayan yönetici de, koltuğunu koruma açısından mutlaka doğru yoldadır da, aldığı parayı hak etmeyen ve uluslararası ölçütlerde berbat bir yöneticidir.
*
B.O. (Washington) – Serdar abi, Türkiye’de çalıştığım bütün şirketlerde insan ilişkileri çok kötü olduğu, gereksiz ve yıpratıcı bir çekişme olduğu için, ABD’de bir iş önerisini kabul edip buraya geldim. Burada ilişkiler biraz daha profesyonel ama, gene herkes birbirinin kuyusunu kazıyor. İnsanlar niye böyle?

İşin içine para, iktidar gibi kaba menfaatler girdiği için, çalışma hayatında insanların en çirkin, belki de gerçek yüzü ortaya çıkar. (Bu arada tabii bizim eğitimsizliğimiz, görgüsüzlüğümüz, ilkelliğimiz de bu çirkinlikleri derinleştirir.)
Bu yüzden, hep uyumdan söz edilirse de, şirketler aslında bir ‘çatışmalar ağı’ olarak tanımlanabilir. Çeşitli menfaat ve beklentilerin çatıştığı ve, çeşitli yöntemlerle, herkesi ‘azamî mutlu etmek’ten ziyade, herkesi ‘en az mutsuz edecek’ bir uyuşma ve ölü nokta bulunması sayesinde varlığını sürdüren bir sosyal yapı. (Daha doğrusu ‘herkesi mutlu etme’ yalanı + ‘mutlu azınlığı daha mutlu etme’ gerçeği.)

Kuralların belli ve haksızlıkların da aza indirildiği, iyi yönetilen şirketlerde atmosfer nispeten iyidir. Çok iyi yönetilen şirketlerde gerçekten bir ‘ekip ruhu’ görülebilir. Ama bu saydıklarım istisnadır. Yukarıdaki soruda da sözünü ettiğim kötü patron + kötü yönetici ikilisi (ki tencere kapak misali birbirlerini bulurlar) ya aczinden ve beceriksizliğinden şirket içi dengeleri ve ekip ruhunu sağlayamaz; ya da bölerek, ezerek, huzursuzluk çıkararak yönetmeye çalışır.

(Sürecek)
*
*   *
 
12 Mart tarihli Hürriyet’ten iki haber:
Ortaokul öğrencilerine “Zaten başınızı örtmüyorsunuz, size tecavüz de mubah, kötülük de mubah. Siz de Özgecan (1) gibi olursunuz” dediği iddia edilen öğretmen, hakkında soruşturma açılarak başka bir okula atanmış.

Elazığ’da Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na bağlı Harput Bakım Sosyal ve Rehabilitasyon Merkezi’ndeki kız çocuklarına yıllarca taciz ve tecavüzde bulunulmuş. (Bu arada siz bu satırları okurken ilgili bakan hanım koltuğu bırakmadıysa, yaşananlar kendisini rahatsız etmiyor demektir.) Müdür bu tacizci sapıklardan birini başka bir kuruma göndermiş.
Okul müdürü çocuk döver, başka okula verilir. Komiser karakolda vatandaşa işkence eder, başka ile sürülür. Polis sokakta vatandaşın kafasına sıkar (eğer taltif ve terfi almazsa) görev yeri değiştirilir.

Tamam, soruşturma sürmektedir; suçu tespit edilmedikçe her insan masumdur; tamam memur açısından açığa alınmak hoş değildir ama… bu uygulamada bir gariplik yok mu?
(1) Mersin’de tecavüz edilerek öldürülen Özgecan Aslan isimle genç kız

Hürriyet-İK, 15.03.2015





8 Mart 2015 Pazar

Bir çalışandan memnun değilsen ne yaparsın?


Bir yönetici veya yönetici kadrolar (ki bizde genelde patronun düdüğünü öttürenlerden oluştuğu için pek fark yoktur) bir çalışandan şikayetçi yahut sadece gayrimemnun olabilir. Şu veya bu sebeple. Başarısız bulunmaktadır, performansı yetersiz görülmektedir, hal ve gidişatı rahatsız edicidir vs…
Bu durumda bizim yönetim-ci ne yapar?

Önce ne yapmayacağını söyleyeyim:
Birincisi, asla çalışanını anlamaya, empati yapmaya çalışmaz. Acaba sorun nedir? Varsa sorunu nedir? Özel hayatıyla mı ilgilidir yoksa işiyle mi? İşle ilgiliyse, haklı gerekçeleri var mıdır? Tabii zinhar “Acaba bizim (de) bir noksanımız, yanlışımız var mı?” diye kendini sorgulamaz. Zaten bunu yapacak yürek onda yoktur.

Sonra asla çalışanını kazanmaya çalışmaz. Daha iyi değerlendirebileceğimiz, daha mutlu ve verimli çalışmasını sağlayacağımız bir göreve getirebilir miyiz? diye düşünmez.
Söz konusu çalışanı bir kahve içmeye çağırıp (tabiri hoş görün, çok maço bir laf ama) ‘erkek gibi’ yüzüne karşı “Senin hakkında şöyle şöyle eleştirilerim var. Çalışmanda, davranışlarında şöyle bir değişiklik görüyorum. Bir sorun mu var? Varsa, birlikte çözmeye çalışalım…” demez, diyemez. O yürek onda yoktur.

Yani, bir yönetim-ciden beklenen asgarînin asgarîsini bile yerine getir(e)mez. Aslında kötü niyetten de değil üstelik; yetersizlikten ve yeteneksizlikten.
Ayrıca şunu bile yap(a)maz:

Çalışanı karşısına alıp, “Sende şu şu noksanları, hataları görüyorum. Bu saydıklarım birlikte çalışmamıza engel…” deyip ya çalışana bir süre tanımak, ya da kendisine (adam gibi) teşekkür edip yolları ayırmak…
*

Peki bizim yönetim-cimiz ne yapar?
Genellikle sorunlar karşısında Churchill’in o muhteşem tespitini uygular: “Belli bir süre ilgilenmediğiniz sorun, yarı yarıya halledilmiş sayılır”.

Yani sorunun kangrene dönüşmesini bekler.
(Tabii bu sırada, hakkını yemeyelim, çalışan da sorununu yöneticisiyle paylaşmaz, vır vır konuşur, ‘ne kaa ekmek’ diye işi serer vs… Yönetici bizden de, çalışan İskandinav mı sanki?)

Bu arada yönetim-cimiz, söz konusu çalışanın arkasından konuşur, yüzüne söylemeye cesaret edemediği şikayetleri olmayacak insanlarla (hatta söz konusu çalışanın emrinde çalışanlarla) paylaşır. Çirkin ayak oyunlarıyla çalışanı itibarsızlaştırır; hiç çalışamaz hale getirir. Elindeki bir yetkiyi, bir görevi alacaksa bunu, kendisine haber vermeden, mümkünse izinde yahut dış görevdeyken yapar. Sonra o çalışanla karşılaşmamaya gayret eder, rastlarsa görmezden gelir, sekreterine meşgul dedirtir falan.
Bir müddet, huzurunu kaçırarak, sinirini bozarak, bir anlamda mobbing yaparak kendi gitsin diye bekler. Gerekirse, merkez valisi gibi boş oturup maaşını alacağı bir kenara iteler. Bu arada yıl sonunda maaşına zam yapmamak, şirketin aktivitelerine davet etmeyi unutmak gibi aşağılık hamleleri de ihmal etmez. Kendisi emretmese, yağcıları gereğini yapar zaten.

Sonunda, şu veya bu şekilde, ipler kopar. Ya çalışan ‘Allah belanızı versin!’ diyerek gider, ya da işine son verildiği, şirketin kıdemsiz bir memuru yoluyla kendisine tebliğ edilir.
Şirket zaman, para ve daha da kötüsü itibar kaybetmiştir.

Giden, şirketin ‘kötü niyet elçisi’ haline dönüşmüştür; hıncı geçene kadar aleyhte reklam yapacaktır. Ki bu abartılı suçlamaların, dudaktan kulağa (üstelik de artık sosyal medyadan) yayılarak şirkete vereceği zararı prestij ilanıyla falan telafi edemezsiniz.
Tabii, muhtemelen şirkete çok emek vermiş eski bir çalışana yapılan bu muamele, şirketin kalan çalışanlarının da bağlılığını ve verimini etkileyecektir.

Ve sonuçta, şirketin, daha bir personeli bile yönetmekten aciz bu tepe yöneticisine, yıl sonunda hak ettiği prim kuruşu kuruşuna ödenecektir.
 
Hürriyet-İK, 08.03.2015


 
 
 
 
 
 

1 Mart 2015 Pazar

Kazananın kaybetmediği oyun, Ringolevio


Emmett Grogan
Herkesin başarıdan anladığı farklı.
Çoğumuz, hayatı ıskaladığımızı kendimize itiraf etmemek için, ‘başarılı mıyım, başarısız mıyım’ diye sorgulamayız. Zaten başarılı olamadıysak, kabahat bizde değil, ötekiler ile ahval ve şeraittedir. Nasıl bir hayat yaşamak istediğimizi bilmediğimiz ve düşünmediğimiz için, önümüze koyulanla yetinir, dolap beygiri gibi dönerek emekliliği bekleriz.

Azımız, ağzımızda altın kaşıkla doğduğumuzu unuturuz;  yahut bulunduğumuz noktaya hangi tesadüfler sonucunda yahut ne tür rezillikler sayesinde geldiğimizi unuturuz. Ve bileğimizin hakkı olduğuna kendimizi inandırır, başarıyı kendi yaptıklarımızla tarif ederiz.
Bugün, sizi bu başarı konusunu (yeniden yahut nihayet) düşünmeye zorlamak için, yerimi kendi alanında dünyanın en başarılı insanlarından birine terk edeceğim.

1967-68  arasında, hippie’liğin doğduğu Haight-Ashbury’de (San Fransisco) faaliyet gösteren radikal-aktivist The Diggers grubunun öncüsü (bu arada Bob Dylan’ın Steet Legal albümünü ithaf ettiği) Emmett Grogan’ın, kült kitabı Ringolevio’yu (“Bronx’tan çıkan en büyük Ringolevio oyuncusuna…” diye) ithaf ettiği Albie Baker’a…
ABD’de bir zamanlar bir efsane haline gelmiş mücevher hırsızı (ve “Stolen Sweets: Immodest Confessions of the World's Biggest Jewel Thief” adlı otobiyografinin yazarı) Albie, Ringolevio’nun ön sözünde şöyle der:

*
Çocukluğumun en büyük oyunu Ringolevio idi. Bu bir ölüm kalım oyunuydu. Oyundan çok bir savaştı. Yakalanmamak için mücadele ederken, yahut bir rakibi etkisiz hale getirmeye çalışırken sakat kalan hatta ölen, eski mahallemin çocuklarının isimlerini hâlâ hatırlarım.

Ringolevio bizi hayata hazırlardı. Şiddete, haksızlıklara, yoksulluğa, savaşa. Savuşturmayı öğrenirdik, hayatta kalmanın iki şartı, hızlı hareket etmeyi ve kurnazlığı öğrenirdik. Matematiğimiz belki sıfırdı ama başarırdık.
Tek bir inek öğrenci, tek bir diplomalı görmedim ki hayatta gerçekten başarılı olsun. Tabii ki ticarette veya reklamcılıkta başarılı olurlardı, ama bütün yaptıkları eski amerikan başarı efsanesinin zokasını yutmaktan ibaretti ve gerçek hayatın ne olduğunu asla anlayamıyorlardı.

Benim çocukluğumun büyük Ringolevio oyuncuları, her biri kendi usulünce, başarılı oldular ve bir ikisi elektrikli sandalyeye oturdu yahut hapishanelerde çürüdü. Bazıları muhteşem haydutlardı, hırsızlığı, silahlı soygunu sanat haline getirmişlerdi, ama biri bile gangster yahut pezevenk olmadı. Aralarından büyük sporcular, askerler, solcular, polisler, şairler hatta işadamları çıktı. Bunlar kendi alanlarında başarılı oldular çünkü, bu dünyada, hızlı hareket etmek gerektiğini öğrenmişlerdi. Hiç biri bir otomobilin ya da bir tranvayın altında kalmadı, hiç biri bir muz kabuğuna basıp düşmedi. Onlar ayaklarındaki topu kaleye göndermeyi bilenlerdendi, top suratında patlayan salaklardan değil.
Bugün hâlâ yeni insanlarla karşılaştığımda, şampiyon olsun olmasın, eski Ringolevio oyuncularını şıp diye tanırım. Bazen eski dostum Grogan’ın kulağına eğilip sorarım: “Şu tip, bak bakayım sence oynamış mı oynamamış mı?” Emmett barın üzerine eğilip adama bakar, bir müddet inceler, sonra başını sallayarak “I-ıh, der, bu hiç oynanamış.” Biz biliriz. Grogan ve ben, belki vurularak öleceğiz ama asla ellerimiz havadayken değil. Muhteşem bir kavga sırasında, şerefli bir soygundan sonra fakir bir mahallenin damlarında, özgürlüğün gelgeç bulutlarına doğru atlarken ve “Ringolevio, Ringolevio, biiiir, kiii, üüüüç!” diye bağırarak…

Albie Baker


Hürriyet-İK, 01.03.2015