28 Aralık 2014 Pazar

Primatlara böyle dendiğini hiç duymamıştım

Bir iş idaresi kitabından (hangisiydi bilmiyorum) kesip saklamışım:

“Düşmanla dolu bir dünyada hayatta kalabilmek için canlıların, tecrübelerinden ve özellikle de hatalarından ders çıkarması şarttır. Bu da çevredeki bazı şeylere daha çok dikkat etmeyi (yani bir takım hatıralar oluşturmayı) gerektirir. Yüzlerce senedir dersliklere ve ofislere hapsedilmiş olsa da, insan beyni aslında önce vahşi ormanlarda, sonra savanada hayatta kalmak için şartlanmıştır. Hâlâ da öyledir.”
Sciences dergisinde bu notu destekleyen bir de makale okumuştum. Primatların daha büyük bir mükafata hak kazanmak için riski göze aldığını ve hatalarından ders çıkarmayı başardığını anlatıyordu.

(Bu vesileyle öğrendim ki, primatların bir diğer bilimsel adı da ‘iri beyinli yüksek memeliler’ imiş. Bunların bir de ‘küçük beyinli alçak memeliler’ türü vardır ki, burada sık sık söz ediyorum zaten.)
Yani daha iyi bir sonuç almak için riske girmek, demek ki hata yapmayı göze almak yaşamın bir parçası.

Beynini kullanan canlılar, ilaveten, yaptıkları hatalardan ders çıkarıp, bir daha sefere daha doğru bir karar almayı da biliyorlar.
Yani içgüdüsüyle yahut beyinciğiyle yetinmeyip, beynini iyi kötü kullanan bütün canlılar (1) hata yaparlar, (2) hatalarından ders çıkarırlar, (3) böylece tecbrübe sahibi olurlar ve (4) aynı hatayı tekrarlamamayı öğrenerek (5) hayatta kalma şanslarını arttırırlar.

Zaten tabiat, canlıların hayatî bir hata yapmasına, hele aynı hatayı tekrarlamasına asla izin vermez.
Bu kadar ‘salak’ bir birey, avcılara yem olur gider. Böylece tabiat salakların üremesinin de önüne geçer.

Ders almayıp aynı hataları defalarca tekrarlama özgürlüğü (günah işleme özgürlüğü gibi) insana mahsustur.
*

Kapitalizm tabiata en yakın, bu sayede en başarılı ekonomik düzendir. (Bu, beğendiğim anlamına gelmez.)
Sistem, hatalarından ders çıkarmayan şirketleri, aslında yönetici ve patronları, affetmez.

Affetmez ama, ekonominin kendi kuralları içinde bile bu ‘salakların’ elenmesi yıllar alabilir.
Daha da kötüsü, kimi sistem dışı etkenler, kapitalizmin doğal kurallarının işlemesini engelleyerek bu ‘salakları’ korur. (Mesela açgözlülükleri yüzünden Amerikan bankacılık sistemini çökerten bankacıların kovulacaklarına primle ödüllendirilmesi gibi.) Toplum ne kadar az gelişmiş, hukuksuz ve denetimsiz ise, sistem dışı etkenler o kadar etkili (oyun bozan) olur.

Buna bir de, ‘işini iyi yapmanın bir getirisi / bir mükafatı olmayan; işini kötü yapmanın bir götürüsü / bir cezası olmayan’ Türkiye gibi ölçü özürlü bir memlekette yaşamayı eklerseniz…
bırakın hatalarından ders çıkarmayı, aynı hataları dozunu arttırarak bir daha, bir daha yapan yöneticilere tahammül etmek zorunda kalırsınız.

Üstelik, yukarıdaki ‘Serdar Kanunu’ gereği, bu ‘primatlar’ (bakınız yukarıdaki tanımı) şirketin içine ettikçe muteber olurlar, maddî manevî faturayı siz çalışanlar ödersiniz.

Hürriyet-İK, 28.12.2014 



21 Aralık 2014 Pazar

Anolis carolinensis yapar da benim vatandaşım yapamaz mı!

Bir ağaç kertenkelesi türü olan Anolis carolinensis üzerinde 20 yıldır araştırmalar yapan, Harvard'dan Yoel E. Stuart ve ekibi, geçen ay bilim dünyasını çok heyecanlandıran bir makale yayımladı.

Özetle:
Bu türden bireylerin hapsedildiği dar bir yaşam alanına, daha agresif bir rakip kertenkele türü bırakmışlar. Anolis carolinensis acımasız rekabetten kaçarak, ağaçların tepelerine ve yapraklı ince dallarına sığınmak zorunda kalmış. Ve - haber burada - 20 kuşak (10 yıl) gibi çok kısa bir sürede, ince dallara daha sıkı tutunabilecek şekilde ayaklarının değiştiği gözlemlenmiş.

Yani? Yani, evrim mutlaka milyonlarca yıllık bir süreç gerektirmiyormuş. Bazen, şartlar oluşur (veya bu araştırmadaki gibi oluşturulursa) çok hızlanabiliyormuş.
Eğer, kimi iki ayaklı canlıların evrimlerini tamamlayarak ‘insan’ haline gelmesi ve benim de bunu görmem ümidi varsa, müthiş bir haber.

Ama bizde, gariptir, evrim nedense tersine işler.
Mesela, trafiğe çıkan zarif hanımlar, erkeklere uyup öküze dönüşebilir.

Yahut, mesleğimden örnek vereyim, insan tezahüründeki  gazetecilerin ahval ve şeraite uyum sağlayacağım diye, akşamdan sabaha omurgasız yumuşakçaya dönüştüğüne şahit olmuşumdur. O kadar ki, kimileri bir ömre 5-6 evrim sığdırmayı başardılar.
Zaten Amerikalı biliminsanı Charles Darwin de aksini söylemiyor (Yoo İngiliz değildir, Amerikalı’dır. Yumurtayı keşfeden Kristof Kolomb gibi.)

Hayatta kalmayı başaranlar en bilgili, en zeki, en ahlâklı olanlar değil; uyum kabiliyeti en yüksek, en uyanık ve en ahlâksız olanlardır.
Hasılı, insanlığın geleceği parlak...


Not: Biraz şişirdiğimin ben de farkındayım, ama aşağıdan ikide bir ‘Serdal abiiy’ diye bağıran tesisatçıyla, elekrikli testere ve çekiç sesleri arasında elimden gelen budur.

Hürriyet-İK, 21.12.2014

 

 

14 Aralık 2014 Pazar

Gerçekçi olalım, imkânsızı isteyelim




Şemsiye Devrimi - Hong Kong
 
Dünyanın en liberal kapitalist ülkesini en faşist yöntemlerle yöneten Çin Komünist Partisi (ÇKP) 2004’te ülkeyi kemiren ve sosyal huzuru bozan yolsuzluk belasına savaş açmıştı. Aradan geçen 10 yılda, idam cezaları bile devleti ve hatta silahlı kuvvetleri sarsan skandalları önleyemedi. (Çok şükür bizim rüşvet ve yolsuzluk gibi bir ayıbımız yok.)

ÇKP bir diğer ulusal düşmana daha savaş ilan etmiş. Bu düşmanın adı Çince’de diaosi. Tercümesi biraz zor, en zararsız ifadeyle ‘erkek cinsel organı kılı’ anlamına geliyormuş. (Bizde de böyle kıllar var ama mevkileri farklı.)

Bu küfür, önceleri internette ve sosyal medyada ‘büyüyen ve kazanan Çin’de (kısaca Yeni Çin diyelim) kendine bir yer bulamayan, köşeyi dönemeyen, bal tutup parmağını yalayamayan, yahut bal tutanların uygun bir yerini yalayamayan ‘beceriksizleri, ezikleri, tembelleri’ aşağılamak için kullanılmış.

Ancak kızıl-trollerin kampanyası ters tepmiş. Para, zenginlik, mevki ve iktidar peşinde koşmayı, yani iktidar partisinin düzenini reddeden; köşeleri tutup ülkeyi babasının malı gibi yöneten, talan eden komünist rejim artıklarından tiksinen Çin gençliği, “Hepimiz diaosi’yiz” diye bu tanımı benimsemiş.

Böylece bir karşı-kültür oluşmuş ve diaosi benzetmesi iktidar yalakalarının ağzında küfürken bir iltifat haline gelmiş. Medya ve marketing bile bu etiketi kullanır olmuş. (Bakınız ‘Çapulcular’)

Ancak belli ki Çin Devlet Başkanı ve Çin Komünist Partisi Genel Sekreteri Şi Cinping’in mizah anlayışı çok gelişmemiş. Yandaş medyada başlatılan kampanyaya bakarsanız, bu gençliğin arkasında Çin’in artan gücünden korkan bir takım iç ve dış mihraklar vardır. Diasoi aslında bir çeşit ‘pasif direniş’ hareketidir. Hedef, mükemmel Yeni Çin modelidir vs vs. (Allah Allah?)

Bunu şunun için anlatıyorum: (1) Benzer şartlar, benzer rejimleri ve benzer politikacıları doğuruyor. Eşyanın fıtratında var yani. (2) Küreselleşen sadece finansal sermaye ile tüketim (ve buna ayak uyduran üretim) modelleri değildir. Gençlik, yaşam tarzı ve asıl hayata bakışıyla da giderek birbirine benziyor.

Ve kaderin cilvesine bakın ki, dünyanın geleceği bu çapulçularla, bilmem nere kıllarının elindedir…

*
Ara sıra toplanıp sohbet ettiğimiz bir grubumuz var. Gençler son zamanlarda kaytarır oldular. Hafif yollu sigaya çekesim oldu, ayarı yedim:

Abi artık dünya değişti, yaşam şartları sizin zamanınızdaki gibi değil. Acaba, bizi (=gençler) kendi (=ihtiyarlar) şartlarınıza uydurmaya çalışacağınıza, siz bize uymaya çalışsanız. Yani bizim katılmakta zorlandığımız bu toplantıları, yeniden ve bize göre tasarlasak?

*

Benim yıllardır anlatmak istediğim, bundan açık ifade edilemezdi.

Bırakın bizim gibi ‘baby-boom’ dinozorlarını, X kuşağı (35-50 yaş grubu) yani ana-babaları bile, artık şirketlerde yönetici konumuna, toplumda önder durumuna gelmeye hazırlanan Y kuşağını anlayamaz.

Anlayamayacağı için, gençlerin kendilerini en iyi şekilde ifade edeceği ve en verimli olacağı şartları hazırlayamaz.

Ütopya da olsa, bir kere daha öneriyorum, en azından gün gelir ‘Ben dediydim!’ derim:

Şirketlerde yönetimi Y kuşağına veremeyeceğinize göre (keşke o yürek ve o vizyon olsa da verebilseniz); yaşlarını, tercübesizliklerini filan bahane etmeden, hemen, bugün gençleri yönetime katın. Nasıl yaparsanız yapın.

Yarın yarışta hatta hayatta kalacak şirketler, bu evrimi geçirecek olanlardır.

Zaten bakın, en iyiler (sizin kalıbınıza girmek istemedikleri, sizin şirketlerinizde gelecek görmedikleri için) kendi şirketlerini, kendi ürün ve hizmetlerini, kendi iş yapış modellerini yaratıyorlar. Size rakip bile olmuyorlar. Basıp geçiyorlar. (Google’ı, Twitter’i, Facebook’u yaratan çocuklar daha sadece adını bildikleriniz…)

Hiçbir şey yapamasanız, mentor-mentee ilişkisini tersine çevirin:

Gençler sizin mentorunuz olsun.

Ve beni dinleyin, ne derlerse yapın. Başka şansınız yok!

Hürriyet-İK, 14.12.2014





 

 

 

7 Aralık 2014 Pazar

Huylu huyundan…


Bugün, Hürriyet İK’nın 1.000’inci sayısıdır diye kendimi inkâr etmemi, günübirlik ‘jantiyleşmemi’ ; hatta, daha beter, eleştirdiklerim gibi ikiyüzlüleşmemi ve sahtekârlaşmamı beklemiyorsunuz değil mi? Beklemeyin…

*
Hürriyet İK’nın 1.000’inci haftadönümünü vesilesiyle İK profesyonellerine sorduk “Bu 1.000 haftada neler değişti? 

Yapıcı-iyimser insanlar oldukları için, İK dünyasında yaşanan olumlu değişimleri anlattılar.
Ben de, yapıcı-kötümser bir insan olarak, ‘Gamlı Baykuş’ şöhretim zedelenmesin diye (bu konuda yayın yasağı getirdim, dermişim), geriye dönüp size, geçen bu zamanda asla değişmeyen ve kolay değişmeyecek konulardan bir iki sual sorayım.

*
Mesela ‘kifayetsiz muhterisler’ diye bir tanım atmıştım ortaya. İhtirası, bilgisini, becerisini ve haddini kat be kat aşanlar. Ama bunlar, kendi hallerine bıraktığınızda ne kadar dibe düşeceklerini bildikleri için, yerlerini korumak ve hatta yükselmek için yapmayacakları pislik yoktur, demiştim.  (3.11.2008)

Geçen zaman beni haksız çıkardı mı?
*

Bir ara ‘ikinci adam’dan söz etmiş, iyi yönetici iyi adamla, kötü yönetici kötü adamla çalışır, demiştim. “Birinci adamı tartmak için, daima ikinciye bakın! Üçüncüye, dördüncüye... Kimlerle çalışmayı tercih ettiğine bakın!” Ve sormuştum “Sizin birinci adamınız adam mıdır, kendine güveni tam mıdır? Yoksa 'aman gölge etmesin' diye, 'yarın bana rakip olmasın' diye, 'her şeyini bana borçlu olsun' diye 'küçük adamlarla' çalışmayı tercih eden büyük çoğunluktan mıdır?(15.11.2009)
O günden bugüne cevabınız değişti mi ?

*
Bir adım ileri gidip ‘vasatokrasi’ diye bir laf uydurmuştum. Özetle, kendine güvenmeyen, kötü yönetici; geldiği yeri asla hak etmediğini bilen, bu yüzden ‘varlığı kendisini o koltuğa oturtan ve maaşını ödeyen patronuna armağan’ kifayetsiz muhterislerle çalışır, yanında kendinden daha kalitesiz insanları toplar. Onlar da kendilerinden daha kalitesizini… Böylece o şirkette yönetici kalitesi giderek düşer ve bir ‘vasatlar kastı’ oluşur, demiştim. (26.7.2009)

İstisnalar hariç, Türkiye gene beni muhçup etmedi. Haksız mıyım?
*

Biraz daha genelleyelim isterseniz. ‘Hepimiz yolsuzuz’ diye büyük konuşmuştum: “Türkiye’de yolsuzluklarla başa çıkamazsınız, çünkü biz, toplum ve birey olarak bizatihi yolsuzuzdur. (28.6.009)
O günden bugüne bir genel, bir yerel, bir de cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldı. Türklerin yolsuzluktan, hırsızlıktan rahatsız oldukları gibi bir sonuç çıktı mı?

*
Daha yakına gelelim…Mesela elimizdeki ‘insan malzemesi’nden söz etmiş, “Bizim yöneticilerimiz iyiyle kötüyü, çalışanla çalışır gibi yapanı, dürüstle yalakayı, bilenle cahili ayıracak birikim, sağduyu ve kapasiteye sahip midir?” diye sormuştum. O tarihte Türkiye’yi yönetenler de aynı endişeleri taşıyordu. Bunu, zamanın AKP genel başkan yardımcısı Mehmet Ali Şahin dile getirmiş ve aldıkları önlemi de açıklamıştı:  İnsan malzememiz bozuldu. Onun için seçmeli de olsa Kuran dersini koyduk. (28.3.2013)

Alınan bu ve benzeri tedbirler faydalı oldu ve insan kalitemiz yükseldi mi sizce?
*

İK ile başladık İK ile bitirelim. Galiba buradaki ilk veya ikinci yazımdı, ‘Etkin bir İK istediğimizden emin miyiz?’ diye sormuştum. “Çünkü balığın baştan koktuğu ülkemizde, üst yönetim her zaman ‘böyle’ bir İK departmanı istemez. ‘En değerli kaynağımız insan kaynağı’ yönetimin nakaratıdır ama... Personel seçimini ve değerlendirmesini, kariyer yönetimini, uzmanına bırakmak her baba yiğidin işine gelmez. Çünkü Türkiye’de en kurumsal şirketler bile alaturkalıktan kolay kurtulamazlar. Niye? Türkiye’de yerleşik, Türkler’in yönettiği uluslararası şirketler kurumsallaşabiliyor da, bizimkiler niye bunu beceremiyor? Sakın kurumsallaşmayı o kadar da istemiyor olmasınlar?  Yani, keyfi yönetimin keyfinden vazgeçemiyor olmasınlar?(14.6.2009)
Patronlar bu arada beni mahçup ettiler mi? En iyi siz bilirsiniz.

*
Acele etmeyin. Ben burada olmam ama, bu sorduklarıma Hürriyet İK’nın 2.000’inci sayısında da cevap verebilirsiniz…

Hürriyet-İK, 07.12.2014


 
 
 
 

1.000 +

Hürriyet İK’nın 1.000’inci sayısını okuyorsunuz.

İK profesyonelleri ve genelde şirket yöneticileri gibi uzman bir kitlenin karşısına her Pazar, tekrar ve tekrar çıkmak, kamçılayıcı olduğu kadar cesaret isteyen bir iştir.
Ama Hürriyet İK’nin challenge’ı (Ne yazık ki karşılığı yok. Ne diyebiliriz ‘meydan okuma’ mı, ‘altından kalkması gereken zor görev’ mi, ‘kendine koyduğu çetin hedef’ mi?) bu kadarla da sınırlı değil.
Hürriyet İK bir meslek yayını değil. Bir ilan gazetesi hiç değil. Her Pazar girdiği yüz binlerce evde, yüz binlerce çalışana, memura, esnafa, tüccara, işçiye, iş arayana, ev kadınına, öğrenciye, emekliye hitap eden, onların çalışma hayatına olduğu kadar, özel hayatına da dokunan, hasılı konusu sadece ‘insan kaynakları’ değil, ‘insan’ olan bir gazete.
1.000 sayıdır (ki aralıksız 19 yıl eder) ilginize ve beğeninize mazhar olabildiğimize göre, çok da yüzümüze gözümüze bulaştırmamışız, diye umuyorum.
Türkiye’de iyi bir şey yapmak zordur. Sürdürmek ve dik durmak daha da zordur. 19 yıldır Hürriyet İK’ya emek vermiş ve vermeye devam eden meslektaşlarım adına, iltifatınıza teşekkür ederim.
Serdar Devrim
Yayın Yönetmeni