Sen benim keyfimin kâhyasının
tahta başına çiviyi çakan keserin sapını tutan dülgerin karısının giydiği
hırkanın içindeki pamuğu atan taka taka dız dızın tokmağı mısın?
‘Küçük ev’ derdik. Sırtını duvara dayamış, gerçekten küçük, ince uzun, ahırdan bozma tek katlı bir binaydı. (…)
Bahar gelir, anneannem, annem, Ayşe Nene, Nevres Nene bahar temizliğine girişirlerdi. Küçük evin arkasındaki küçük pencereli kilere merdaneli çamaşır makinesi kurulur, şilteler, yorganlar, yastıklar taşlığa, güneşe çıkarılır.
Zayıf bahar güneşine. Işıl ışıl, pırıl pırıl, ama ışığı kadar gücü olmayan, insanı ısıtamayan, sabahın serinliğinde insanın içine ağır ağır işleyen.
Kadınların koşuşturmacası arasında, çocuk Serdar (3-4 yaşlarında), incir ağacının altına güneşe çıkarılan şilteye atar kendini, kılıfsız yastığa başını koyar, çarşafsız yorganlardan birine sarılır. Sabah mahmurluğu, yarı uykuda, yarı uyanık, keyif yapar. Merdanenin ‘laaak-lak, laaak yak’ı, çalkalanan suyun şıpırtısı, ortalığa yayılan temizlik kokusu, anneannemin, annemin, arada nasılsa bir vakit bulup bana peynir-ekmek getiren Androniki Dadı’nın tanıdık, huzur ve güven veren sesleriyle yarı uykuya dalar.
O mis gibi sabun kokusu hâlâ burnumda. Loş mutfakta, uçuk sarı boyalı rafların, tel dolapların üstüne dizilmiş, ulaşmak için sarı musluklu lavaboya dizimle basıp tırmandığım kalıp kalıp sabunlar. Komili mi, Hacı Şakir mi, markasız mı? Mutfakta kullanılan taş gibi yeşil sabunun kokusu ayrı, beyaz sabunun kokusu bir başka güzel. Koklamaya gelmez, hapşırtır adamı.
Uykuya doğru kayarken, çamaşır makinesinin mırıltıya dönüşen sesi, sabuna alıştıkça ayırt edilen incir kokusu, vızırdayan eşek arısı, yanıma kıvrılan “Sarı kedi samur kedi”, kadınların terliklerini şıpırdatarak gidiş gelişleri... derken:
- Serdar Beey, bir erkeğe ihtiyaç var, bizim kuvvetimiz yetmedi!
‘Erkek’ fırlar yerinden. İki kardeş, sırayla, biri kaynar sudan tahta maşayla çektiği çamaşırı merdanenin arasına sıkıştırır, diğeri ağır kolu çevirir. Çamaşır kıvrıla kıvrıla yerdeki sepete dökülür. (...) Mehtemelen, çamaşır ipine boyları yetmeyecektir. Zaten asarken çarşafı yere sürer pisletirler diye ‘Annane’ titizlenir.
Tarihleri bilemiyorum. Çocuk hafızam kaydetmemiş. Sele dolusu yeşil zeytin de senenin bu mevsiminde mi gelirdi? Yine küçük evin mutfağının önünde taşlıkta oturur, çoluk çocuk bu mevsimde mi zeytini çizer, salamura dolu toprak küplere atardık. Tırnaklarımızın içi kapkara olur... Yok, yok, o sonbahardaydı galiba.
Neyse, zeytini bilmem, ama ‘taka taka dız dız’ ilkbaharda gelirdi bizim eve, eminim.
Bu sefer, rüzgarsız olsun, yerler temiz olsun diye, ‘büyük ev’in Gazi Evranos’a bakan balkonuna atılırdı yorganlarla şilteler. Kumaş sökülür, içindeki (kış boyunca ezilmiş, sıkışmış, top top olmuş) pamuk, büyük bir çarşafın üstüne serilir, iyice havalandırılırdı önce. Sonra ‘taka taka dız dız’ çağrılırdı. Yani hallaç. Şimdiki çocuklar, yaşı genç olanlar bilmez.
Zeynep’le Serdar, sonra Ayşegül kız, İpek, Sedef, hatta daha kucakta gezinen topaç gibi Banu bir kenara saygıyla çöker, hallacın elindeki (lobut gibi) tokmağı bir yerdeki pamuğa (taka taka) bir tellere (dız dız) vurarak pamuğu ‘atışını’ seyrederler.
O gece, yeni atılmış yastıkta uyumak bir tuhaftır. Ezik yastığa alışmışsın bütün kış, insanın boynu ağrır bir müddet. Evet, hallaca ‘taka taka dız dız’ der(di) bizim evin çocukları.
Sotirya Dadı ezberletmiş anama tekerlemeyi, bize de anacığım öğrettiydi:
Sen benim keyfimin kâhyasının tahta başına çiviyi çakan keserin sapını tutan dülgerin karısının giydiği hırkanın içindeki pamuğu atan taka taka dız dızın tokmağı mısın?
*
Biz - öyle gerekti - 1968’de ayrıldık Yeşilköy’den. Beslan Dayımlar
kaldı. Dayım, Yeşilköy’de yaşadı ve programı orada bitirdi. Annemin, ablamın
mezun olduğu, benim de 5. sınıfa kadar okuduğum Yeşilköy İlkokulu’nun karşısındaki
camide (okulun da, caminin de adı değişmiş) kıldık dayı beyin namazını.
Gasılhanede bize yardım eden, sağ olsun koşuşturan, tabutun altına giren bir
Yeşilköylü bir ara bana sordu:- Serdar Bey, bak bakalım beni hatırlayacak mısın!
Yüzüne dikkatle baktım.
- 33 sene geçti, ama bir tahmin yürüteceğim bakalım. Yanlışım varsa darılmaca yok, tamam mı?
- Söyle hele…
- Sen bizim taka taka dız dız’sın. Hallaç Bahri Abi.
Bir sessizlik oldu. Yutkundu. Cevap niyetine boynuma sarılıp ağlamaya başladı, “Beslan Amca’nın bende çok hakkı vardır!”
Doğru hatırladım demek ki.
Not: Herkes haddini bilecek. Size
tavsiyem, Sait Faik’in ‘Mavi gözlü
hallaç baba’ hikayesini okuyun, bakın bir hallaç nasıl anlatılırmış...
Hürriyet-internet,
Eylül 2003
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder