3 Kasım 2012 Cumartesi

Ben muhteris insanı... severim!


İsmi lazım değil, bir zamanlar bir genel yayın yönetmeniyle çalıştım.
Gazetedeki ilk günlerimdi, kariyerime yön vermek için başbaşa bir öğle yemeği yedik.
Bana önce bir öğüt verdi:
- Ben muhteris insanları severim. Muhteris ol!
Sonra sordu:
- Sen gazeteci olarak ne yapmak istiyorsun?
Önce tabii ‘Sizinle çalışmak istiyorum’ dedim.
Hem doğruydu bu söylediğim (piyasadaki tek ilginç gazeteciydi, köhneydi öbürleri) hem de (kimsenin yerinde gözüm yok, anlamında) gerekli ve siyasi bir sözdü.
Sonra da, hem benim severek ve isteyerek yapabileceğim, hem de gazeteye faydam olabileceğini düşündüğüm işleri söyledim.
O tarihte, yaşım, bilgim, tercübem itibariyle bu, yazı işleri müdürlüğü, yazarlık, serbest muhabirlik gibi görevler olabilirdi.
Bana ‘Ben muhteris insanları severim, muhteris ol’ diyen ismi lazım değil genel yayın yönetmeni... hadi en hafif ifadeyle söyleyeyim (*) en küçük bir ihtirasa tahammülü olmadığını (yahut da her şeyini ona borçlu olmayanların, ‘vicdanımın adı genel yayın yönetmenimdir’ demeyenlerin en küçük bir şansı olmadığını) göstermek için ne lazımsa yaptı.
Bugün, 20 yıl kadar sonra, geriye dönerek düşünüyorum da, 3 ihtimal:
(1) Ya gerçekten muhteris değildim.
(2) Ya genel yayın yönetmenini mutlu edecek kadar / türden bir muhteris değildim.
(3) Ya da ihtirasımı gizlemek için aptal görünecek kadar akıllı değildim.
Cevabım:
(4) Hepsi.
Gözümü karartan bir ihtirasım yoktu.
Olsaydı, göze girmeyi de becerebilirdim belki de.
Ve bugün böyle (biraz, hadi daha dürüst olalım, epey) buruk şeyler yazmazdım. (*)
Yunus Emre’nin dediği gibi ‘hep eksiklik bende’ diyelim o zaman; beceremedim.
Bir ihtimal de...
Gazetecilik mesleği (benim başladığım tarihte artık, sözünü ettiğim ismi lazım değil genel yayın yönetmeninin de katkılarıyla) yapılmaya başlanan şekliyle en azından, bana göre bir meslek değildi belki de.
Benim bildiğim ve inandığım gazeteciliğin miyadı dolmuştu.
Onun için istemeye istemeye yaptım, belki de.
(Sözünü ettiğim duruma pek uygun değil ama, Devlet Ana’da Kemal Tahir çok güzel bir Anadolu sözü kullanır: “Her şeyin başı yatkınlık. El yatkınlığı, göz yatkınlığı ve ille de gönül yatkınlığı. Gönülsüz olmaz. Gönülsüz it sürüye canavar alıştırır.”)
- Bile isteye mi seçtin sen bu işi? diye sorarsanız...
Laf çok uzar, zararlı çıkarsınız!

Not: ‘Nereden aklına geldi? diye sorarsanız... Birincisi bugünkü kapak konumuz tabii (özetle ‘ne istediğini bilmek’, en azından çalışma hayatında), ikincisi ‘arivist’leri (bir makam ve mevki sahibi olmak için, bir yerlere gelmek için yapmayacağı şey olmayan hayâsız muhterisleri) konu alan iki kitap. Biri yeni, geçenlerde piyasaya çıktı. Günümüz ‘arivist’inin (günümüzün diliyle!) fake, ikiyüzlü, sahte, suni bir ‘communicator’ olması, kendini ‘costumise’ etmesi ve ‘auto-storytelling’ yapması gerektiğini söylüyor. İkincisi de yine yeni basılan ama... 1901 tarihli bir kitap. Üç aşağı beş yukarı, aynı şeyleri söylüyor. İki kitap da ‘her devrin adamları’nı anlatıyor özetle...
(*) Buruk değil bayağı bir sertti de, yardımcılarım izin vermediler: Bana ‘Her gerçeği söylemek iyi değildir’ dediler. Ortak akla uydum.

Hürriyet-İK, 04.11.2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder