Alın yazısına, kadere, kısmete inanın inanmayın, sonuç değişmez; neticede hayat dediğiniz şey ‘bir dizi tercih’ten ibarettir. Doğru ve yanlış seçimler ve kararlar dizisi.
Tabii ki Boğaz’da bir yalıda dünyaya gelen ile Digor’un Halıkışlak köyünde bir ağılda doğanın hayat çizgisi birbirinden çok farklı olacaktır; ama neticede ‘seçim yapmak ve karar vermek’ bireysel bir eylemdir. Ve mecvut şartlar en gerçekçi biçimde değerlendirilerek yapılır.
Oysa insanevladı gideceği okulu, mesleğini hatta evleneceği insanı seçerken – yani hayatının en önemli kararlarını verirken -mesela bir cep telefonu alırkenki kadar bile düşünüp taşınmaz.
En vahim kararlar, en hafife alınanlardır. Yahut da başkalarına, tesadüflere ya da gidişata terk edilenlerdir.
Kendi tercihlerinizi geriye dönük bir gözden geçirin; kendinize karşı dürüstseniz eğer, ‘karar vermeden önce adam gibi düşünmemişim bile’ diye hayret edeceksiniz.
*
Özgürlükçü olduğunu iddia eden (günümüzde rakipsiz) kapitalist mantığa göre, birey bütün kararlarını akılcı bir şekilde verebilir. Rekabet teorileri genelde bu tamamen yalan ve saçma varsayım üzerine kurulmuştur.
Bu ideolojiye bakarsanız, her kararı doğru verip, her seferinde akıllı seçimler yaparak, hayatımızın her alanını denetleyebiliriz. Yerseniz.
*
“Her biri özelliklerini hassasiyetle ve netlikle ortaya döküyordu. Başım döndü. Bunun tek sebebi kamamber peynirinin kokusu değildi” diyen filozof Renata Salecl’in başını döndüren (1), aslında, Manhattan’da girdiği bir mezecideki çeşit bolluğudur. Yani ‘tercih zorluğu’dur.
Alışveriş yaptığınız markette 4 çeşit deterjan varsa, markasına, etiketine bakıp tercihinizi yaparsınız. 400 deterjan varsa, başınız döner, bir tane alır çıkarsınız.
*
‘Tercih bolluğu’nun insanlar üzerindeki 2 olumsuz etkisinden söz edilir.
Birincisi, paradoksal bir etkidir, fazla seçenek seçme özgürlüğünü kısıtlar. Hatta tamamen ortadan kaldırır.
İkinci olumsuz etki ise – birinci etkiyi aşmayı bildiniz ve iyi kötü bir tercih yaptınız diyelim – kararınızın size verdiği mutlulukla ilgili. Çok seçenek içinden seçtiğimiz zaman daha az mutlu oluruz. Çok basitleştirerek: 4 çeşit deterjandan birini seçtiyseniz, memnun kalmasanız da kendinize çok kızmazsınız. Oysa 400 deterjandan birini (haliyle gözünüz kapalı) aldıysanız, kötü çıktı diye kendinizi suçlarsınız. Memnun olsanız bile, ‘Acaba öteki daha mı iyiydi?’ sorusu sinsi sinsi içinizi kemirir. Bir şeyler kaçırmış olma olasılığı daima sizin aldığınız hazzı azaltır.
Bu iki olumsuz etkiye bir üçüncüsünü daha ekleyebilirsiniz:
Çok olasılık, abartılı reklamlar, bangır bangır satış kampanyaları insanların tükettikleri şeylerden beklentilerini yükseltir. Yakınlarda piyasaya çıkan Iphone5’in ‘beklendiği kadar devrimci olmadığı’ söylendi. Oysa tüketiciler, söz konusu aletin sunduğu imkanların yüzde 10’unu bile kullanamıyorlar...
Özetle: Seçeneğiniz çok sınırlıysa (Annenizin görücüye gidebileceği sadece 2 komşu kızı varsa mesela) aldığınız yanlış kararın sorumlusu ‘başkaları’ ya da ‘kısmetsizlik’tir. Halbuki ‘sınırsız seçenek’ varken (mesela bir üniversite dolusu kızın arasından) yanlış karar vermişseniz, mazeretiniz yoktur, sadece ‘kendinize’ kızabilirsiniz.
*
Size (hele tatili 10 güne tamamlayıp bir yerlere kaçan talihlilerdenseniz) şu tatil sabahı ‘fazla tercih tercihi öldürür’ şeklinde bir psikososyolojik neyin nutuk atmamın sebebi, kapak konumuz: Giyecek şeyim yok sendromu.
Özetle, gardrobunuz ne kadar doluysa seçmekte o kadar zorlanır, o kadar mutsuz olursunuz.
Diyeceğim, sabah işe yahut pazara - tabii bayram ziyaretine – giderken, dolabı boş olduğu için ne giyeceğini bilemeyenlerden ve bundan dolayı mutsuz olanlardansanız, bilmem sizin için teselli olur mu ama, dolabı asla giymeyeceği şeylerle tıka basa dolu olanlar sizden daha bedbaht, bilesiniz.
Belki de alışveriş yaparak mutlu olacağını sanan, ama gardrobunu doldurdukça mutsuzluğu artıp daha çok alışveriş yapan kısır döngü mahkumu ‘tüketkenler’ (2) aslında ‘tüketim toplumunun kader kurbanları’dır.
(1) The Tyranny of Choice
(2) Nasıl çok üretene ‘üretken’ deniyorsa, çok tüketene ve tüketmeden duramayana da ‘tüketken’ demek yanlış olmasa gerek...
Not: Bu yazıyı bitirdikten sonra, The Economist’te 16 Aralık 2010’da çıkan bir yazı çıktı karşıma. Artık okumadım, pişmiş aşa su katmamak için. Ama yukarıdaki fotoğrafı aşırdım.
Hürriyet-İK, 28.10.2012
(2) Nasıl çok üretene ‘üretken’ deniyorsa, çok tüketene ve tüketmeden duramayana da ‘tüketken’ demek yanlış olmasa gerek...
Not: Bu yazıyı bitirdikten sonra, The Economist’te 16 Aralık 2010’da çıkan bir yazı çıktı karşıma. Artık okumadım, pişmiş aşa su katmamak için. Ama yukarıdaki fotoğrafı aşırdım.
Hürriyet-İK, 28.10.2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder