31 Aralık 2012 Pazartesi

Dizilere ne mi oldu?


Radikal-2’de Meriç Demiray, “Dizi sektörünün üzerinde kara bir bulut dolaşıyor. Yeni diziler reyting alamıyor, eskiler seyircilerini kaybediyor. Yapımcılar tüm cesaret ve inisiyatiflerini kaybetmiş, ‘format’ peşinde. Sorun ne? Ne oldu?” diye soruyordu. (16 Aralık) Ve sorunu özetle şu hatalara bağlıyordu:

1. Reyting alıyor ve en çok son bölümleri izleniyor diye diziler uzadıkça uzadı.
2. Uzatılan süre ‘duran hikayeler’ ve ‘sessizlik’le doldurulunca dizilerin temposu yavaşladı.

3. Uzun çalışma saatleri ve kalitesiz mal sebebiyle deneyimli ve kalifiye insanlar (yazarlar, senaristler vd) kaçtı.
Ben uzman değilim, zaten çok kötü bir televizyon seyircisiyim, ama Türk kanallarını hiç görmüyorum. Çünkü bu kadar ‘aptal yerine koyulmak’ haysiyetime dokunuyor. Televizyonun karşısına geçebilecek en geri zekalı ve en ilkel homo televizyonus’u hedefleyen yayımları (hatta Reha Muhtar’dan beri haberleri) izlemeyi kendime olan saygım yüzünden reddediyorum. Gene de, Pierre Desproges’un esprisiyle ‘hiç televizyon seyretmiyor olmam televizyonlar hakkında bir görüşüm olmasına engel değil’.

Şu kadarını ben bile hatırlıyorum: Asmalı Konak’la başlayan (Mart 2002) ‘dizi furyası’ndan önce de benzer bir ‘yarışma çılgınlığı’ yaşanmıştı. Gene bütün kanallarda sabahın köründen gece yarılarına kadar yarışmadan başka şey yayımlanmaz olmuştu. Rekabet yüzünden fahiş fiyatlarla yurdışından satın alınan yarışma formatları aynı ucuz mantıkla bozulmuş, sakız gibi uzatılmış, ucuza mal etmek için sorulara ve içerik kalitesine para verilmemiş, adam gibi profesyoneller yerine uyduruk dizilerde yahut Biri Bizi Gözetliyor tipi teşhirci-röntgenci programlarında ‘ünlü’ (!) olmuş cahil-cuhelaya sundurulmuş ve sonunda yarışmalar da seyredilmez olmuştu.
Yukarıdaki paragrafta yer alan ‘yarışma’ kelimesini ‘sitkomlar’la, ‘kadın programları’ (yahut ‘gelin kaynana programları’) ile, hatta genelleyip ‘reality show’larla değiştirebilirsiniz.

Şimdi unuttuk ama böyle çok ‘furya’mız oldu bizim. Hepsinin de sonu aynı. Ve ne acıklıdır ki… hepsinin sonunu getiren sebepler de aynı:
1. Sürü psikolojisi: Herhangi bir kanalda başarılı bir program yayımlanınca (ki tek başarı ölçüsü reyting olan bir memlekette televizyonlarda kalitenin sürekli aşağı çekilmesi kaçınılmaz) en arsız ve yüzsüz şekilde taklit etmek; (‘Sürü psikolojisi’ deyince sadece ‘koyun gibi öndekinin peşinden gitmek’ anlaşılıyor, oysa sürü halinde yaşamak bir savunma yöntemidir. Zebralar, impalalar, gnular, antiloplar ‘kalabalığın içinde saklanarak’ düşmanlarından korunmaya çalışırlar. Kendi formatlarını ve şöhretlerini yaratama becerisi ve cesareti olmayan, sadece yurtdışından format satın almakla ve birbirini taklit etmekle yetinen, herkesin yaptığını yaparak korunmaya çalışan pek çok televizyon yöneticisi gibi.)

2. Tutan programın b.kunu çıkarmak: Bir program iyi gidince bütün kanallarda, her saat öğğğh dedirtene kadar çoğaltmak;
3. Reklamın b.kunu çıkarmak: İnsanların dizileri internetten reklamsız izleyebildiği bir çağda, diziyi bir türlü bitmeyen reklamlarla zırt pırt kesmek; yasakları delerek reklam yayımlamak için mümkün her türlü çakallığı yapmak;

4. Seyirciyi aptal yerine koymak: Türk seyircisini seyrettiğini anlamayan geri zekalı yerine koyarak (ki bir noktadan sonra ‘bu seyirci’ bile bıkıp seyretmez oluyor) program içeriklerinin (a) kalitesini sürekli düşürmek (b) tempoyu sürekli düşürmek; (c) diziyi özet-önceki özet-sonraki özet-tekrar diye 3-4 kere yayımlamak; (d) Her bölümün final sahnesinden önce 5 dk reklam seyrettirip son sahneyi lak diye kesmek, vesaire vesaire...
Televizyon dizileri bahane:

Kendini uyanık, herkesi aptal zannetmek; geçerli kuralları ‘birlikte ve birbirine saygı içinde yaşamak’ için lazım uygulamalar değil, engel hatta işine gelince (emniyet şeritleri gibi mesela) kurallara riayet eden ‘enayilerin’ önüne geçmek için fırsat gibi algılamak; arsızlık ve yüzsüzlük; neyin, nerede, ne kadar, nereye kadar yapılacağını bilmemek; ucuza ve kolaya kaçmak, ucuz adamla çalışmak; günü ve kendini kurtarmaya çalışmak...

Televizyon toplumun aynasıdır!


Hürriyet İK - 30.12.2012

 

24 Aralık 2012 Pazartesi

Bir kıyamet daha geride kaldı

Bu yazıyı okuyorsanız eğer, bu sefer de kıyametten yırttık demektir.

Gerçi benim içim rahattı: Biz asla bir işi söylenen gün ve saatte yapamayız, bu bir.

İşimize gelmedi mi, ‘zaman aşımına kadar oyalamakta’ üstümüze yoktur, bu iki.



*

Demek ki gene böyle bir kıyamet geyiği dönüyormuş ki, Ekim 2003’te Hürriyet internetteki köşede bir küçük ‘anket’ yapmışım.

Sormuşum: “Altı ay sonra dünyanın yok olacağını öğrenseniz ne yapardınız?

İki zıt ve radikal tepki gelmiş bu soruya; okurlar her zamanki gibi, kabaca iki büyük gruba ayrılmış Bursa şeftalisi misali:

Sağ köşede ‘apokaliptik’ okurlar.

Sol köşede ‘hedonist’ okurlar.

Toplu cevaplar şöyleymiş:

Ölümü beklemem, intihar ederdim : % 43.9
İşimi bırakır, sevdiklerimle birlikte olurdum : % 36.9
Bol bol seyahat eder, dünyayı görürdüm : %   9.5
Gıcığım olan biri(leri)ni temizlerdim : %  2.8
Kredi kartımla bol bol harcama yapardım : %  2.2
Çalar, çırpar, saldırır... Her türlü pisliği yapardım : %  2.0
Depresyona girer, köşemde beklerdim : %  1.4
Belki sadece ben kurtulurum diye hazırlık yapardım : %  1.3

*
Korkunç değil mi?

Tabii ki bu bir bilimsel anket değil, aslında istatistik açıdan da bir şey ifade etmiyor, ama gene de…

Demek yüz kişiden 44’ü böyle bir ihtimal karşısında ölümü seçecek.

49’u ölmeyi, öldürmeyi, talanı seçecek.

(Ki bence ‘Çalar, çırpar, saldırırdım’ cevabı çok daha yüksek olmalıydı.)

Muhtemelen, çoluğunu çocuğunu korkunç bir ölüme terk etmektense, onları da ‘beraberinde götürmeyi’ tercih edecek...

Tabii, anket sonucunu tartıştığımız bir meslektaşımın dediği gibi, ‘Dünyanın sonunun ne şekilde geleceği’ çok önemli, belirleyici. Herkes uykusunda ölecekse, kolay... Yani ‘korkunç bir ölüm’ ihtimali insanları intiharı tercih etmeye itiyor, olabilir.

Ama gene de – demek ki - apokaliptik tarikatlara (kıyamet tarikatlarına) şaşmamak gerekmiş…

Demek ki, insanları bir şekilde dünyanın sonunun geldiğine ikna ettiniz mi, topluca intihara götürmek çok kolay!

‘Şiddet toplumu’ dedikleri şey bu olsa gerek.
‘İşimi gücümü bırakır, sevdiklerimle birlikte olurdum’ (% 36,9) diyenlerle, ‘Bol bol seyahat eder, dünyayı görürdüm’ diyenlerin (% 9,5) tepkisi daha - sağlıklı diyerek diğerlerini hasta etmeyelim de - daha ‘insanî’ en azından...
*
Ben mi ne yapardım? sorusuna da cevap vermeye çalışmışım o mizahî olmaya çalışan yazıda.
‘Senaryoyu yazan ben olduğuma göre, hile yapardım’ demişim ve anlatmışım:
Bir defa, bir gazeteci olarak öyle gazetelerde her yazana, televizyonda her söylenene, yarım yüzyıla yaklaşan bir Türk olarak da bizi yönetenlerin herhangi bir dediğine kolay kolay inanmayacağıma göre, hesaplarımı iki senaryo üzerine birden kurardım:
1.Belli mi olur abi!.. senaryosu
2.Bize bir şey olmaz abi!.. senaryosu
Özetle sevdiklerimle bol bol birlikte olurken, nasılsa gidiyoruz diye gıcık olduklarımın canını yakardım.

Ama bu arada, fırsat bu fırsat, dünyanın sonu diye paniğe kapılan insanların evini, arabasını yok pahasına kapatır; yahut, ‘Göktaşı filan çarpar, 2B’ye girdi ayağına üstüne otururuz’ hesabı, Belgrad Ormanı’nın etrafını çitle çevirir, Boğaz sırtlarına gecekondu dikerdim... demişim o gün.

Aslında toplum olarak yapımızı da özetlemişim:

Hem apokaliptik, hem hedonist; hem büyük gönüllü, hem fırsatçı egoist; hem çocuk gibi masum hem potansiyel katil...

*

21 Aralık geyiğini ben de gülümseyerek izledim sizin gibi.

Hayat o kadar tekdüze ki, mesire niyetine AVM’lerde gezen, eğlence diye televizyonda birbirinden salak dizileri izleyen insanların, hayatlarına Kıyamet korkusuyla biraz tuz biber katmasında şaşacak bir şey yok.

Muktedirlerin de işine gelir, dikkatleri başka yere çeker.

Benim açımdan acıklı olan medyanın haliydi.

Yazmayı bile istemiyor canım: İçim sızladı!
 

Not: Yenileri çıkacaktır ama, sıradaki kıyamet Isaac Newton’un öngördüğü, o da 2060’ta. Beni uyandırırsınız artık!

Hürriyet-İK, 23.12.2012

16 Aralık 2012 Pazar

Gnothi seauton yani Kendini tanı!

Delphi’deki Apollon Tapınağı’nın alınlığında yazdığı söylenir.
(Es kaza okuyan bir genç varsa, ‘Matrix filozofları’nın da anlayacağı dilde söyleyeyim: Bu söz, Kahin’in mutfağının girişindeki yazıdır.)
Spartalı Şilon’un, Miletli Thales’in, Sokrates’in, Pisagor’un yahut Atinalı Solon’un bir vecizesi olduğu iddia edilir. Bence Yunan’dan çok çok eskidir.
Belki de insanlık tarihinin en önemli bilgelik sırlarından biridir.
Genellikle Türkçe’de Kendini bil diye kullanılır ama, ‘kendini bilmek’ daha ziyade ‘aklı ve muhakemesi yerinde olmak’ gibi bir anlam taşıdığından (olumsuz hali ‘kendini bilmemek’ deyimi sebebiyle ve tabii ‘kendini bil kendini / kendini bilmez isen / patlatırlar enseni’ tekerlemesi sebebiyle) Kendini tanı bana daha iyi geliyor.
*
Hep tekrarlarım, gerçek bir entelektüel olan ilk basın patronumun sözüdür:
İnsan için önemli ve hayati olan hiçbir şey okulda öğretilmez.
Evde ve okulda her çocuğa kendini tanımanın neden çok önemli olduğu ve yöntemleri öğretilmeli.
Halbuki bizde, Türk ailesinde ve Türk toplumunda, bırakın kendini tanıyıp kendine karşı dürüst ve gerçekçi olmayı, insan, çevresine ve daha da vahimi kendine yalan söylemeye teşvik edilir.
Her alanda ‘doğru karar’ vermek için, insanın kendini iyi tanıması gerek. Ama bu, belki de dünyanın en zor işidir, çünkü insanın ‘kendine karşı dürüst olması’ hemen de imkansız. Hele de dürüstlüğün ‘aptallık’ olarak algılandığı bir toplumda.
Neyse, konu fazlasıyla derin ve felsefi. Sizi değil belki ama, beni aşar.
Çalışma hayatıyla sınırlayalım onun için.
*
Filozof Xavier Pavie, adını Kendinin Çırağı Olmak diye çevirebileceğim kitabında, insanın kendini tanımasının ‘hayatta başarılı olmak için’ ne kadar önemli olduğunu vurguluyor. ‘Çalışma ortamı, insanın kendini başkalarıyla kıyaslaması için bulunmaz bir ortamdır’ diyor.
Tıpkı çocuğun, el bebek gül bebek büyüdüğü ve kendini eşsiz ve herkesten üstün sandığı aile ortamından çıkıp haddini ilk öğrendiği okul ortamı gibi. (Daha önce ‘sokak’ denilen hayat okulundan geçmemişse tabii ki…)
Pavie diyor ki, insanın kendini tanıması, kendinin bir bilançosunu çıkarması zor, çünkü bu ‘davada’ insanın hem acımasız bir savcı, hem tarafsız bir hâkim, hem zanlı, hem lehte ve aleyhte şahit olması gerek. Ama ‘İnsan, kendiyle kendini tartışabilir en azından’ diyor filozof; ‘Böylece, neyi yapıp neyi yapamayacağını bilir en azından, sınırlarını bilir…
Bunun için de (madem ki Eski Yunan’dan açtık sözü) şu 3 antik düşünce ekolünden birini seçebileceğini söylüyor:
1-Stoacılık: Özetle, ‘başına gelenlere metanetle katlan’ der insana. Mesela Epiktetos: “Dünyanın senin istediğin gibi olmasına çalışma, herşeyin olması gibi olmasına çalış, sen de huzurlu olursun” diye öğüt verir.
Çalışana ders: Sana haksızlık edildiğinde ses etme, olup bitenden duygusal olarak etkilenme, seni müdür yapmıyorlarsa ses etme.
2-Epikürcülük: Bu felsefe okuluna göre, özetin özeti, başarısızlığın ve tatminsizliğin acısını tatmamak için en iyisi ihtiyaçlarını ve isteklerini sınırlamaktır.
Çalışana ders: Muhteris olma, yükselmeye çalışma, iyi bildiğin işi yapmakla yetin ki, zorlanma ve başarısız olma.
3-Kinizm: Antisthenes’e göre "İnsanın kendiyle yaşamayı başarması" gerekir. Kinikler, başkalarının yargılarına önem vermezler, daha doğrusu kurulu düzene olan tepkilerini başkalarını ‘provoke’ ederek gösterirler.
Çalışana ders: No limit! Acaba başarabilir miyim diye, yahut ‘insanlar hakkımda ne düşünür’ diye takma; sadece menfaatini kolla, hakkın veya haddin olsun olmasın.

*
*     *
 
Yaratık dedikse kelebek değil
Ahmet Hakan köşesinde engelliler maçında ortalığı birbirine katanlardan söz ediyordu:
“Fanatizmden gözü dönmüş taraftarlar, tekerlekli sandalye maçında ortalığı birbirine kattılar, engelli basketbolculara saldırıp koltuklarını kırdılar. Taraftarlar tartışıyor: Beşiktaş taraftarı diyor ki: ‘Biz yapmadık.’ Galatasaray taraftarı diyor ki: ‘Biz yapmadık.’ Kim yaptı bilmiyorum ama bunu yapan insan olamaz. Tehlike büyük aslında... Çünkü bunu yapanlar her şeyi yaparlar. Ve her şeyi yapacak tıynette olan bu yaratıklar aramızda yaşıyorlar.” (Hürriyet, 11 Aralık)
İlahi Ahmet Hakan!
O yaratıklar bizim aramızda yaşamıyor, biz onların arasında yaşamaya çalışıyoruz.
Ben, mesela, bu yaratıklarla birlikte (yaratık dediğim kelebek değil haliyle) her gün iki fasıl araba kullanıyorum…

 

10 Aralık 2012 Pazartesi

Gene kadın meselesi

Gazetelerde, özellikle de (şirketlerin, insan kaynakları departmanlarının veya insan kaynakları danışmanlık şirketlerinin verdiği reklam ve ilanlarla ayakta duran) insan kaynakları gazetelerinde görmeye alışık olmadığınız bir yazı okuyacaksınız bugün Hürriyet İK’da: İş arayan bir kadının isyanı.
B.nin durumundaki binlerce, belki yüz binlerce çalışan ve iş arayan kadının sesini, daha doğrusu sessiz çığlığını duyurmak için yayımlıyoruz bu mektubu.
Kadın olmak zordur. Türkiye’de kadın olmak çok zordur.
2 yüzyıldır süren mücadeleye rağmen, daha kadın-erkek eşitliği bile bir hayal.
Aile hayatında, okulda, çalışma hayatında, toplum hayatında, siyasette, kadın her alanda haksızlığa, ayrımcılığa uğruyor. Uzatmaya gerek yok sanırım.
*
Çalışma hayatında, son yıllarda, kadınlar epey bir mesafe katettiler. Bütün engellemelere rağmen. Tırnaklarıyla kazıyarak. Birçok uluslararası şirketin başında bugün kadınlar var. Şirket dünyasının kimi alanları adeta kadın hegemonyasında.
(Gerçi Serdar’ın ‘Tansu Çiller Sendromu’ adını verdiği bir durum söz konusu, ama bu başka konu. ‘Yetmez ama evet!’ diyelim.)
Buna rağmen, kadınların çalışma hayatına katılımı hâlâ çok düşük, kadınlar arasında işsizlik yaygın, eşit işe kadınlara verilen ücret her zaman daha düşük, şirketlerin her kademe yönetiminde (cam tavan sendromu) kadın sayısı çok az.
B.nin sözünü ettiği, iş ararken ve çalışma hayatında maruz kaldıkları muamele (taciz dahil) ve ayrımcılık cabası. Bekarsan, boşanmışsan, dulsan… yandın. Güzelsen bir dert, güzel değilsen başka dert...
Tabii evli kadınların, hele çalışan annelerin bir de ‘ev derdi’ biniyor bunların üstüne. Hâlâ çocukların bakımı ve ev işlerinde bütün yük kadının sırtında. ‘Görünmeyen iş’ denilen aile-ev işleri sebebiyle aslında çalışan kadın günde 2 mesai yapıyor. Türkiye gibi sosyal açıdan geri kalmış ülkelerde, çalışan annelere kreş vesaire hikaye. Ekonomik şartları daha iyi olan kadınlar da bu kez, annelikle kariyer arasında sıkışıp kalıyor.
*
Peki ne yapacağız?
Öncelikle mevcut kanun, mevzuat ve uygulamalardaki açıkları kapatacak, ayrımcılıkları temizleyecek ve yeni kuralların uygulanmasını sağlayacağız.
Kurumsallaşmış şirketlerde bile daha yapacak çok iş var. Biz, Hürriyet İK’yı hazırlayan ve okuyanlar, mücadeleye buradan başlayabiliriz.
Ama bu iş, kanunla, mevzuatla, zorlamayla olmuyor.
En büyük zorluk… kafaları değiştirmek.
Erkeklerin kafasını değiştirmek.
Belki daha zoru ve fakat daha önemlisi, kadınların kafasını değiştirmek.
Bu konuyu biraz konuşalım.

Hürriyet İK, 09.12.2012

3 Aralık 2012 Pazartesi

İnsanevladı aptallaşıyor (mu?)


İnsanlık ağır ama emin adımlarla aptallaşıyor (mu?)
Stanford (ca.) Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji ve Gelişimsel Biyoloji Profesörü Gerald Crabtree 12 Kasım tarihli Trends in Genetics dergisinde yayımlanan bir makalesinde, bilim dünyasını birden bire dalgalandıran bir tez attı ortaya:
İnsan beyninin birkaç bin yıl önce maksimum noktasına ulaşan performansı çoktandır gerileme dönemine girdi.” (*)
Dr. Crabtree bu tezini, benim anlayamadığım, dolayısıyla size aktaramayacağım bilimsel verilere dayandırıyor:
Entelektüel melekelerimizi belirleyen 2 bin ila 5 bin gen varmış, bunlar çok ‘dayanıksız’ genler imiş, son 3 bin yılda (yani 120 kuşakta) insanevladı entelektüel ve emosyonel gücünü olumsuz etkileyen en az 2 büyük ‘zararlı mutasyon’ geçirmiş… vs.
Peki beynimiz ne zaman gelişti ve ne zaman gerilemeye başladı?
Dr. Crabtree atalarımızın beyninin ‘Afrika’dan çıkış öncesinde’ hızla geliştiğini, çünkü bu evrede ‘zekanın, türün hayatta kalabilmesi için kritik bir faktör’ olduğunu, bunun da şiddetli bir ‘evrim baskısı’ yarattığını savunuyor.
Ancak, tarımın icadıyla insan nüfusunun artışı şartları değiştirmiş. Evrim bu yeni evrede ‘zekanın gelişimine’ değil, metabolizmanın toplu yaşamın getirdiği hastalıklarla mücadele kapasitesine ‘yoğunlaşmaya’ başlamış.
Genom araştırmaları şirketi DNA-Vision’un başkanı ve Ölümün Ölümü adlı kitabın yazarı Dr. Laurent Alexandre da, Crabtree’nin tezlerine katıldığını söylüyor hatta ‘daha da çok endişe duyduğunu’ çünkü ‘beynin, insan genomunun bozulmasının ilk kurbanı olduğunu’ ve bunun da ‘türün bozulmasına sebep olduğunu’ söylüyor.
Oysa nörolog Lionel Naccache entelektüel kapasitemizin ve performansımızın sadece genetik olmadığını, (eğitim, kültür gibi) ‘genetik dışı’ pek çok faktörün de zeka gelişiminde etkili olduğunu ve bu faktörlerin etkisinin (‘100.000 yıl öncesine göre kesinlikle’) çok daha fazla olduğunu düşünüyor.
Evrim uzmanları ise Crabtree’nin makalesinin ‘hatalarla ve fantezilerle dolu’ olduğunu söylüyorlar. Gen sayısının çokluğu, genlerin zaafını göstermez, genler arasında beyni mutasyonların olumsuz etkilerinden koruyacak pek çok etkileşim vardır, diyorlar.
Yani beyin ve evrim, beynimizi ve zekamızı korur, diyorlar.
*
Ben biliminsanı değilim, üstelik bu konulardan da bir amatör olarak bile anlamam.
Ama ‘insan zekası ve evrimi’ konusunda ne düşündüğümü, beni okuyorsanız eğer, üç aşağı beş yukarı biliyorsunuzdur.
Ayrıca, tamamen içgüdülerime ve kendi halinde gözlemlerime dayanarak, sayıları 7 milyarı bulan insanevladının tek bir evrim seviyesine ulaşmadığını; fizik ve fakat asıl entelektüel evrimin çok farklı evrelerinde bulunan insanların bir arada yaşadığını düşünüyorum.
Bunun çok ama çok tehlikeli bir düşünce olduğunu bildiğim için de, daha iyisi buluna kadar (Churchill’in ‘kötü sistemler içinde en az kötüsü’ dediği) demokrasiye ve demokratizasyona çar naçar dört elle sarılıyorum.
Demokrasi ile cehalet ve kültürsüzlük arasındaki ölüm kalım yarışını kazanmaktan başka çaremiz yok.
Eğitimin laikleşmesi ve demokratikleşmesi bu yüzden ‘hayatî bir toplum projesi’ idi.
Meydan muharebesi kaybedildi.
Ama savaşa devam...

(*) Arakl... pardon esin kaynağı: 15.11.2012 tarihli Le Monde Sciences et Techno’da Sandrine Cabut imzalı makale



26 Kasım 2012 Pazartesi

Hürmetle, minnetle!


 
Aslında Öğretmenler Günü benim için 20 Ocak 2008’de anlamını kaybetti.

O gün, yarım asırlık hayatımda tanıdığım en iyi öğretmeni, en sevdiğim ve en saydığım öğretmeni kaybettik.

Her sene 24 Kasım’da emekli lise edebiyat öğretmeni Gülçin Halam’a (Devrim) telefon eder, görürsem boynuna sarılır, Öğretmenler Günü’nü tebrik ederdim.

Hocam olmadı, ama Adapazarı Lisesi’nde okuyanlar onu hâlâ hatırlarlar. (1)

Benimse, öğretmenden yana bahtım pek açık değildi.

İlk mektebe Yeşilköy İlkokulu’nda başladım, Levent İlkokulu’nda bitirdim.

İlk hocamı sevmedim, ikincisinden nefret ettim.

Aciz, haksız, görevini kötüye kullanan bir... öğretmendi diyeceğim ama, ‘öğretmen’ tanımı bulunduğu görevden ibaret.

Benim haksızlığa, yolsuzluğa, kötüye kullanılan otoriteye, yalancılığa isyankâr karakterimin sebebi budur.

Bende yarattığı, devlet dairesine, devlet memuruna, üstelik okula ve öğretmene olan tiksintiyi, ancak yaşım ilerleyince, aklım başıma gelince ve öğretmen gibi öğretmenler tanıyınca atabildim.

Bugün İK’nın kapağına taşıdığımız, Nuran Çakmakçı ve ekibinin hazırladığı Öğretmenler Günü özel röportajlarında da gördüğünüz ve aslında her birinizin yaşayarak bildiğiniz gibi, ‘iyi öğretmen’ bir kısmettir, nimettir; ve çocuğu, hayatının geri kalan yılları için, son derece olumlu etkiler.

Tersi ise, benim örneğimde olduğu üzere, bir talihsizliktir.

Neyse ki, ortaokulun ilk yılında İsmet Bey (Bilgen) çıktı karşıma.

Ve beni okulla, öğretmenle, eğitimle barıştırdı.

Eskilerin ‘Papazlar Mektebi’ dedikleri Fransız liselerinden Saint-Benoît’da okudum.

Sanıldığının aksine ‘papazlar’ bize Katolik papazı olduklarını, bu okulun bir ‘misyon’ tarafından açıldığını asla hissettirmediler.

Bize adam gibi Fransızca öğretmekten öte bir ‘misyonerlik’ gayreti içinde asla olmadılar.

Her zaman (Feuseuille isimli bir zavallı haricinde) dinimize, milletimize, kültürümüze saygı duydular ve bize de böyle telkin ettiler.

Sırtlarındaki kıçı parlamış bir takım elbise, ayaklarındaki pençeli iskarpin dışında hayatta kendilerine ait hiçbir şeyleri yoktu.

Okulda yatar kalkarlar; emekli olup dersten el çektirildiklerinde - pek çoğunun dönecek bir evi, bekleyen bir ailesi de olmadığından - ya Paris’teki bir yaşlılar evine gider ve kalan ömürlerini İstanbul özlemi içinde geçirirler (2) ya da bizim okulun yüksek tavanlı, soğuk, kasvetli bir odasında, tarifsiz bir hüzün ve yalnızlık içinde ölümü beklerlerdi.

Öğrencileri dışında bir hayatları yoktu.

Gülçin Halam’ın deyimiyle biz ‘haşarat’ öğrenciler pek farkına varmaz, dolayısızla anlam veremezdik ama...

Papazlar, cumartesi sabahları (okula giderdik o zamanlar) yahut tatil öncesi biraz asabî ve ters olurlardı :

Çünkü dersler bitip, okul boşaldığında, kendileriyle, yalnızlıklarıyla başbaşa kalacaklarını bilirlerdi.

Mösyö Marcoul’u, Mösyö Duchemin’i, Mösyö Maynadier’yi saygıyla ve şükranla hatırlıyorum.

Çok iyi ‘Türk hocalar’ da vardı elbette, ama bende iz bırakan olmadı.

Aksine...

Neyse, zaten hepsi göçüp gitti.

Gülçin Halam’ın ve üzerimde emeği, hakkı olan bütün hocalarımın yüzü suyu hürmetine, hepsi nur içinde yatsın!

Evet, gerçekten, ‘iyi’ bir öğretmen insana bir lütuftur, ne yazık ki kıymetini çok sonra anlar insan.

Bu dünyada eline, öte dünyada (cennetliktir hepsi) eteğine sarılası öğretmenler...

 
(1) Yukarıdaki fotoğraf ‘Sakarya’dan 24 saat haber’ veren Medyabar sitesinin ‘Önünüzde saygıyla eğiliyoruz’ başlıklı yazısından aldım.

(2) Hakkı Devrim’in 5 Mart 2000 tarihli Radikal’de söz konusu hocalarımdan ve ‘ölümü beklemek üzere’ Paris’e dönen Mösyö Maynadier’nin dramından söz ettiği yazısını okuyun fırsatınız olursa: http://www.radikal.com.tr/2000/03/05/yazarlar/hakdev.shtml

Hürriyet IK, 25.11.2012

Yapay rahim: İnsanlığın son sınırı

 
 
Etikten söz ediyoruz Hürriyet İK’da bugün. Şirket-çalışan ilişkilerinde etikten.

Müsaade ederseniz bu hafta sizden (gıyabınızda) aldığım 2 izni bir arada kullanacağım.

Yani hoşgörünüzü biraz suiistimal ederek az buçuk etik ihlâlinde bulunacağım.

1-İnsan kaynaklarından değil İNSAN’dan söz edeceğim.

2-Eski bir yazımı ısıtıp sofraya getireceğim.

31 ağustos 2005 tarihinde Hürriyet’in internet sitesinde çıkmış bir yazı. Pazar yazısı niyetine...

*

Bir makinenin doğurduğu çocukların cinsel organları olacak ama göbekleri olmayacak. Bunlar, bugünün ve yarının canlıları olacaklar, ama geçmişler bir bağları eksik olacak. Bu uğursuz ve çıkmaz bir yoldur...

The Times’ten alıntı yapan gazetelerimizde okuyacaksınız bu haberi. Bilim adamları önümüzdeki yirmi yılda, ceninin anne karnından alınıp, ‘yapay rahim’ adı verilen bir alet içinde gelişmesinin ve çocuğun ‘doğmasının’ teknik ve tibbî açıdan mümkün olacağını düşünüyorlarmış. Yani Dr. Haldane’in ve A.Huxley’nin ‘öngörüsü’ gerçekleşmek üzere.

Tıbbi tartışma bir yana, ‘yapay rahim’ önemli bir etik sorun yaratacak elbette...

The Times’ın haberini özetleyeyim:

- ‘Yapay rahim’ 20 yıl içinde mümkün olacak

- Bu, özellikle prematüre bebeklerin gelişmelerini tamamlamaları için önemli bir gelişme

- Ayrıca tabii yollarla çocuk sahibi olamayan insanlar ve eşcinseller de bu tekniği dört gözle bekliyor

- Fare ve keçiler üzerindeki denemeler sürüyor ama insanlarda denenmesine şiddetle karşı çıkanların gerekçesi ‘etik’...

Teknik detayı es geçiyorum, karmaşık ve bizi ilgilendirmiyor.

*

Müsaade ederseniz meselenin ETİK yanını biraz tartışalım. Benim bilgim yetmeyeceği için yine alıntı yapacağım bu konuda.

(Ama isterseniz, meslektaşlarımın büyük çoğunluğu gibi, bir yabancı gazeteden okuduklarımı ‘kendi derin bilgilerim ve sınırsız genel kültürüm’ diye de satabilirim size. Tercih sizin...)

12 mart 2005 tarihli Le Monde’da, Jean-Yves Nau imzalı ve ‘Yapay rahim veya insanlığın son sınırı’ başlıklı makaleden:

- 20. yüzyıl (doğum kontrol hapının geliştirilmesi ve yaygınlaşmasıyla) cinsellikle çoğalma arasında kesin bir ayrışmaya sahne oldu. Aynı yüzyılda birçok ülke ‘istenmeyen gebelikleri sonlandırma’yı suç olmaktan çıkardı. Tıp, suni döllenme tekniklerinde önemli aşamalar kaydetti.

- Hem istenmeyen gebeliği önleyerek, hem de kısırlıkla mücadele ederek, kadın-erkek ilişkilerinde bir devrim yaratan bu gelişmelerin uzun vadeli sonuçlarını tahmin etmek için henüz çok erken.

- Ancak, bir sonraki ve son sınırın aşılmasının, yani (geliştirilen yapay rahim aletleri sayesinde) ‘ana rahminin dışında sürecek gebelik’ sürecinin (ektogenez) sonuçlarını bugünden düşünüp tartışmamız lazım.

- Biyolog Henri Altan’ın son kitabı da (L’Utérus artificiel) bu sürükleyici konuyu işliyor.

- İngiliz biyolog John B.S.Haldane 1923 yılında ‘ectogenesis’ kelimesini ve kavramını yarattı. ‘Ana karnı dışında, yapay bir rahimde sürecek gebelik’ anlamına gelen bu kelime o tarihte bir kurgu-bilim hayalinden ibaretti. (Not: Dr.Haldane, Aldous Huxley’nin 1932’de yayınladığı Cesur Yeni Dünya’nın da bir anlamda fikir babasıydı.)

- 80 yıl sonra, Haldane’in kehaneti tutmadı ve henüz ektogenetik bir bebek dünyaya gelmedi. Ama gecikmeyecek belli ki, çünkü birçok memeli türünde ‘yapay rahimle gebelik’ gerçek olmak üzere.

- Konu, Kasım 2004’te Sydney’de yapılan Dünya Biyoetik Kongresi’nde tartışıldı, yani artık tabu değil. Normalde plasento ve rahim tarafından yerine getirilen fizyolojik işlevler nasıl in vitro temin edilecek? Henüz halli gereken çok ciddi teknik sorunlar var.

- Henri Atlan bu sorunların aşılabileceğini ve mesela yapay böbrekten çok da farklı olmadığını düşünüyor ve bu yeni uygulamanın (yapay rahimle gebelik) iki merhalede kabul göreceğini düşünüyor:

- İlk etap tedaviye yönelik olacak: çok erken doğan bebeklerin gelişimi ana rahmi dışında bu yolla tamamlanacak.

- Bir sonraki merhalede, yapay rahimler ‘gerçekten hayat vermek için’ kullanılır olacak.

- Atlan soruyor: Elde böyle bir imkan varken, hayatı tehlikede olan, gebeliğin ve doğumun risklerini taşıyamayan yahut da riskten ve acıdan kaçınmak isteyen kadınlara ya da çiftlere, nasıl, hangi gerekçelerle ‘Hayır!’ diyebileceğiz ki?

- Tartışma Huxley’nin meşhur kurgu-bilim kitabındaki gibi olmayacak zaten, burada ‘devletin yeni insan nesilleri yetiştirmek için endüstriyel boyutta insan besiciliği yapması’ söz konusu değil. Burada, demokratik toplumlarda ve serbest pazar ekonomilerinde, yeni bir ‘gebeliğe tıbbi destek teknolojisi desteği’ konusudur tartışılacak olan.

- Yani yapay rahim, cinsellikle çoğalma arasındaki ayrışmanın yeni bir adımını, daha doğrusu (insan klonlama mümkün olana kadar) son sınırını oluşturacak.

- Yapay rahim hayalinin gerçekleşmesi söz konusu olanca, radikal ve ılımlı feministler arasındaki fikir ayrılığı iyice ortaya çıktı: Radikaller “niye olmasın, ektogenez imkanları sonuna kadar kullanılsın”, derken, ikinciler bunu reddediyor ve yapay rahim projesini ‘erkeklerin yeni bir komplosu’ (yeni bir ‘babaerkil teknobilim’) olarak görüyorlar.

- Feministler (Fransa’da) taşıyıcı annelik yasağının sürmesi ve ‘gebelik ticaretine’ izin verilmemesi için baskı yapıyorlar.

- Tabii ki, ‘rahim dışı gebelik’ söz konusu olunca, daha doğmamış çocuk ve taşıyıcısı (annesi veya başkası) arasındaki fizyolojik ve psikolojik ilişkiler, bunların fonksiyonu ve naturası bir kez daha tartışılacak. Daha genel anlamda gebeliğin biyolojik ve sembolik anlamı ve önemi tekrar düşünülecek.

- Sydney’deki konferansta biyoetik uzmanı feminist Rosemarie Tong’un dediği gibi “Bir makinenin doğurduğu çocukların cinsel organları olacak ama göbeği olmayacak. Bunlar, bugünün ve yarının canlıları olacaklar, ama geçmişle bir bağları eksik olacak. Bu, uğursuz bir çıkmaz yoldur!
 
 

Dipnot: Ben öğrenemedim, aradan geçen 7 senede nasıl bir ilerleme kaydedildi acaba? Bilen var ve bana bilgi verirse, buradan paylaşırım. (2) Hepsi yapay çalışanlardan oluşan bir ofis ortamı nasıl olurdu acaba? Böyle bir bilim-kurgu yazısı ilginç olabilirdi...

 Hürriyet-İK, 18.11.2012

12 Kasım 2012 Pazartesi

Kullanın madem bugünkü aklınızı


Hürriyet İK’da geçen hafta ‘ne istediğini bilmek’ konusunu işlemiştik. Daha doğrusu bilememek konusunu.
Özellikle de çalışma hayatına atılırken, bir şirkete mülakata giderken, ne yapmak istediğini bilemeyen gençlerden söz etmiştik.
Bu hafta devamını getirdik bir anlamda, ne istediğini geç de olsa anlayıp makas değiştirenleri ve mutfağa girenleri, yani ikinci kariyer olarak aşçılığı seçenleri konu ediyoruz.
Yani çoğumuzun şu veya bu şekilde yapmak isteyip de cesaret edemediğini yapanları.
*
Herkes aynı şeyi söylüyor:
Ne istediğini bilenler hayatta daha başarılı oluyorlar.
Ne istediklerine ne kadar erken karar verirlerse, o kadar başarılı oluyorlar.
Beş yaşında kemana gönül vermezseniz, dahi de olsanız, çok da çalışsanız, Yehudi Menuhin olamazsınız.
Aynı yaşlarda havuza girmezseniz, her gün 8 saat de yüzseniz, Michael Phelps olamazsınız.
(Bilerek en uç örnekleri seçtim ama, ben - kabiliyetim yok, olsaydı dahi - dünyanın en meşhur kemancısı, dünyanın en çok madalyalı sporcusu olmak için bir ömür, günde 12 saat keman çalmaya yahut labada lubada yüzmeye razı değilim. Bunun bana vereceği mutluluk, ödeyeceğim bedele değmez. Yapabilenlere saygı duyuyorum, hayranım, ama ben almayayım.)
*
Gene herkes aynı şeyi söylüyor:
Çalışma hayatında mutlu, verimli ve başarılı olmak için sevdiği bir işi yapmak şart.
Ve üçü de birbirine bağlı, bir ‘erdemli döngü’den söz edilebilir:
Severek çalışan daha verimli ve dolayısıyla daha başarılı oluyor, başarılı olan daha severek çalışıyor ve daha da verimli ve dolayısıyla daha da başarılı oluyor ve... vs vs.
(Batıda 1980’lerde ortaya çıkan - Virgin’in kurucusu Richard Bronson, Louis Vuitton’un patronu Bernard Arnault, Vincent Bolloré gibi yeni tarz girişimci kuşağı için ‘en zoru’ yani ‘kişisel birliği’ başardıkları ve bu sayede başarılı oldukları söylenirdi. ‘Kişisel birlik, bütünlük’ (tevhid anlamında) yani ‘ne olduğu, ne olmak istediği ve ne yaptığı’ arasında tam bir âhenk...)
*
Ancak, yerimiz kısıtlı olduğu ve artık abartmamak için beni asıl ilgilendiren konuya yeteri kadar giremedik:
Niye kimi insanlar ne istediğini bilir, kimileri bilmez?
Ne istediğini bilmek, sonradan öğrenilebilir mi?
Öğrenilebilir, diyor uzmanlar.
Bundan ekmek yiyen koçlar, ‘ne istediğini bilme guruları’ filan vardır mutlaka.
Ama bunun belli ve başarısını kanıtlamış bir yöntemi olduğunu sanmıyorum.
*
Sorun etrafınızdaki insanlara: Hayata yeniden başlayacak olsaydın ne yapardın?
Kimse size adam gibi, düşünülmüş bir cevap veremeyecektir.
Çok insan ‘Yine aynı işi, bugün yaptığımı yapardım’ diyecektir.
Bunların pek azı, yukarıda sözünü ettiğimiz ‘kişisel birliği’ yakalamış mutlu insanlardır.
Ezici çoğunluk yalancıdır. Kendilerini ‘böyle çok mutluyum’ diye kandırmaya çalışanlardır.
Ne istediğini bilememiş, hâlâ bilemeyenler.
Peki siz cevap verebilir misiniz bu soruya?
Veremezsiniz...
Ama üzülmeyin, ne istediğini geç de olsa anlayanlar yahut bunu kendilerine itiraf edebilenler için bir kurtuluş umudu hâlâ var.
Sorun ne istediğini bilmekten ziyade, önyargıları ve korkuları aşacak cesareti bulmakta.
Bugünkü aklım olsaydı eğer...” diye kambura yatacağınıza, madem ki var, bugünkü aklınızı kullansanıza...

Hürriyet İK, 11.11.2012

3 Kasım 2012 Cumartesi

Ben muhteris insanı... severim!


İsmi lazım değil, bir zamanlar bir genel yayın yönetmeniyle çalıştım.
Gazetedeki ilk günlerimdi, kariyerime yön vermek için başbaşa bir öğle yemeği yedik.
Bana önce bir öğüt verdi:
- Ben muhteris insanları severim. Muhteris ol!
Sonra sordu:
- Sen gazeteci olarak ne yapmak istiyorsun?
Önce tabii ‘Sizinle çalışmak istiyorum’ dedim.
Hem doğruydu bu söylediğim (piyasadaki tek ilginç gazeteciydi, köhneydi öbürleri) hem de (kimsenin yerinde gözüm yok, anlamında) gerekli ve siyasi bir sözdü.
Sonra da, hem benim severek ve isteyerek yapabileceğim, hem de gazeteye faydam olabileceğini düşündüğüm işleri söyledim.
O tarihte, yaşım, bilgim, tercübem itibariyle bu, yazı işleri müdürlüğü, yazarlık, serbest muhabirlik gibi görevler olabilirdi.
Bana ‘Ben muhteris insanları severim, muhteris ol’ diyen ismi lazım değil genel yayın yönetmeni... hadi en hafif ifadeyle söyleyeyim (*) en küçük bir ihtirasa tahammülü olmadığını (yahut da her şeyini ona borçlu olmayanların, ‘vicdanımın adı genel yayın yönetmenimdir’ demeyenlerin en küçük bir şansı olmadığını) göstermek için ne lazımsa yaptı.
Bugün, 20 yıl kadar sonra, geriye dönerek düşünüyorum da, 3 ihtimal:
(1) Ya gerçekten muhteris değildim.
(2) Ya genel yayın yönetmenini mutlu edecek kadar / türden bir muhteris değildim.
(3) Ya da ihtirasımı gizlemek için aptal görünecek kadar akıllı değildim.
Cevabım:
(4) Hepsi.
Gözümü karartan bir ihtirasım yoktu.
Olsaydı, göze girmeyi de becerebilirdim belki de.
Ve bugün böyle (biraz, hadi daha dürüst olalım, epey) buruk şeyler yazmazdım. (*)
Yunus Emre’nin dediği gibi ‘hep eksiklik bende’ diyelim o zaman; beceremedim.
Bir ihtimal de...
Gazetecilik mesleği (benim başladığım tarihte artık, sözünü ettiğim ismi lazım değil genel yayın yönetmeninin de katkılarıyla) yapılmaya başlanan şekliyle en azından, bana göre bir meslek değildi belki de.
Benim bildiğim ve inandığım gazeteciliğin miyadı dolmuştu.
Onun için istemeye istemeye yaptım, belki de.
(Sözünü ettiğim duruma pek uygun değil ama, Devlet Ana’da Kemal Tahir çok güzel bir Anadolu sözü kullanır: “Her şeyin başı yatkınlık. El yatkınlığı, göz yatkınlığı ve ille de gönül yatkınlığı. Gönülsüz olmaz. Gönülsüz it sürüye canavar alıştırır.”)
- Bile isteye mi seçtin sen bu işi? diye sorarsanız...
Laf çok uzar, zararlı çıkarsınız!

Not: ‘Nereden aklına geldi? diye sorarsanız... Birincisi bugünkü kapak konumuz tabii (özetle ‘ne istediğini bilmek’, en azından çalışma hayatında), ikincisi ‘arivist’leri (bir makam ve mevki sahibi olmak için, bir yerlere gelmek için yapmayacağı şey olmayan hayâsız muhterisleri) konu alan iki kitap. Biri yeni, geçenlerde piyasaya çıktı. Günümüz ‘arivist’inin (günümüzün diliyle!) fake, ikiyüzlü, sahte, suni bir ‘communicator’ olması, kendini ‘costumise’ etmesi ve ‘auto-storytelling’ yapması gerektiğini söylüyor. İkincisi de yine yeni basılan ama... 1901 tarihli bir kitap. Üç aşağı beş yukarı, aynı şeyleri söylüyor. İki kitap da ‘her devrin adamları’nı anlatıyor özetle...
(*) Buruk değil bayağı bir sertti de, yardımcılarım izin vermediler: Bana ‘Her gerçeği söylemek iyi değildir’ dediler. Ortak akla uydum.

Hürriyet-İK, 04.11.2012