26 Temmuz 2015 Pazar

Rakipleriniz içeride değil, dışarıda


Şirketlerin zaman zaman CEO’sundan en küçük çalışanına kadar herkese hatırlatması gereken bir hayatî gerçek :

Savaş, şirketin içinde değil, dışındadır.
Savaş deyince sert kaçıyor belki ama…

*
Paris’te bir okul var, genç olsam, işi gücü bırakır gider, burada master yapardım: Ecole de Guerre Economique, Ekonomik Savaş Okulu…

Ekonomi savaştır.
Makro düzeyde, devletler arasında, topyekün savaşın silahsız aşamasıdır. (Zaten her askerî ve terörist savaşın arkasında her zaman ekonomik çıkarlar vardır. Yani silahlı savaş, ekonomik savaşın ileri bir safhasıdır.)

Mikro düzeyde ise ekoromi, şirketler arasında bir savaştır.
Ekonominin, iş dünyasının ‘adı koyulmamış bir savaş’ olduğunu unutursanız, bu gerçek size kendini çok acı bir şekilde hatırlatır.

Ama, ammaaa… asla unutulmamalı ki, savaş şirketin içinde değil, dışındadır.
*
Tamam, içeride bir ‘tatlı rekabet’ faydalıdır. Şarttır. Ki çalışanlar her zaman, huzursuz değil fakat teyakkuz halinde olsunlar. Diri dursunlar.  Ki rutine düşülmesin, rehavet hali çökmesin, şirketin üstüne ölü toprağı serpilmesin. (Bakınız : ‘Düzen buysa kral biziz yazısı’ Hürriyet-İK 31.07.2011)

Ama düşman… peki öyle demeyelim, rakipler, içeride değil, dışarıdadır.

Onun için, yöneticilerin, çalışanların güçlerini birbirine karşı harcaması yapılmaması gereken bir hatadır. Birbiriyle didişenler, dışarıya karşı güçlerini birleştiremezler.

Oysa pek çok şirkette yöneticilerin çoğu zamanlarını ve enerjilerini birbirlerine karşı harcıyorlar. Rekabeti aşıyor, iş sidik yarışına, tekerine çomak sokmaya, hatta altını oymaya varıyor.

Pazarlamayla satış sinsi sinsi didişiyor, muhasebeyle finans birbirinin ayağına basıyor, insan kaynaklarıyla idare birbirini yiyor…

Çalışanlar – yani işini yapmaya çalışan insanlar - işleriyle, rakipleriyle uğraşacaklarına (uğraşmak eski Türkçe’de savaşmak demektir, biliyorsunuz) departmanlar arası yetki çekişmesiyle, yöneticiler arası sen-ben kavgasıyla vakit kaybediyorlar.

Daha da vahimi (madem ki savaş dedik, askeriyeden örnek verelim), satın alma, finans, insan kaynakları, muhasebe, reklam, kurumsal iletişim gibi ‘destek’ (lojistik) servisleri, üretim, satış gibi ‘muharip’ departmanların işini yapmasını kolaylaştırıcağına, sürekli iş ve zorluk çıkarıyor. İş bilmemekten, kötü organizasyondan veya kişisel kompleks ve kavgalardan.

Daha daha da vahimi, bazen işinizi yapmak için, müşterilerden ve rakiplerden çok… şirketin muhtelif departmanlarıyla, yöneticileriyle, hatta tepe yöneticileriyle uğraşmanız gerekiyor.

Savaş şirketin içinde değil, dışındadır.

Çalışanlarınız “Bize zaten bir desteğiniz, bir faydanız yok, bir de sizinle uğraşmayalım, bırakın işimizi yapalım!” diyorlar, duymuyor musunuz?

Hürriyet-İK, 26.07.2015

 

 

 

 

 

19 Temmuz 2015 Pazar

Bayramın son günü zoolojİK bir yazı

Bayram tatilinin son günü, pazar sabahı size değişik bir yazı okutayım istedim. Hayat çalışma hayatından ibaret değil.

Bizim gazetelerin itibar etmeyeceği kadar ilginç ve güzel bir haberdi. Le Monde neredeyse bir tam sayfa ayırmıştı. Başlık , ‘Guam Adası 2 milyon yılan tarafından istila edildi’ diyordu.
(Böyle bakınca da sevimli bir hayvana benziyor ama...)
Özetlemeye çalışayım:

1940’larda yabancı bir gemiyle adaya geldiği tahmin edilen boiga irregularis cinsi yılan (ağaçlarda yaşayan, boyu 2 metreyi bulan, insanı öldürmese de zehirli, sarı bir yılan türü) adayı işgal etmiş. 50 yılda sayıları 2 milyonu bulurken, adadaki endemik (adaya has) 13 kuş türünden 10’unun, 3 kertenkele türünün ve bir çok yarasa türünün soyunu tüketmiş, biyoçeşitliliği yok etmiş. Bu türler, adada doğal olarak bulunmayan bu düşmanı tanımadıkları için, yuvalarını korunaksız yere yapıyorlar, yılan da yumurtalarını ve yavrularını yiyormuş. (Bu arada unuttum söylemeyi: Guam, ABD’ye ait Pasifik’te bir özerk ada. Yüzolçümü 500 km2, nüfusu 160 bin.) Tabii insanların yataklarına kadar giren yılanlar, adanın geçim kaynağı olan turizme de sekte vuruyormuş.
Ada yönetimi 40 yıl sonra bu yılanın zayıf noktasını bulmuş: Parasetamole alerjisi varmış. Adanın 3.400 farklı noktasına tuzak kurmuşlar, içinde Dolipran enjekte edilmiş fare ölüsü bulunan tuzaklar. Bu yöntemle yılda 8-10 bin yılan itlaf edebiliyorlarmış. Bu rakam devede kulak ama programın yöneticisi Marc Hall “En azından zararı azaltıyoruz” diyor, özellikle havaalanlarında. Çünkü mesela ‘sadece’ 6.400 km uzaklıktaki Hawai Adası’nda, uçaklardan birine sızan 10 kadar Boiga irregularis yakalanmış. Bu tür, yılan yaşamayan Hawai’ye girerse, aynı ekolojik felaket orada da yaşanabilirmiş.

Bu arada, Guam adası, Amerikan ordusunun Pasifik’teki merkezi konumunda. Diğer bütün adalarla yoğun hava ve deniz trafiği mevcut. Onun için otoriteler askeri üslerde, havalimanı ve rıhtımlarda özel önlemler alıyorlarmış.
Mr. Hall parasetamol tuzaklarını çoğaltacaklarını söylüyor. Amerikan ordusunun imkanlarını da kullanarak.  Mesela ulaşımı zor tropikal ormanlara havadan ölü fare atacaklarmış, ama kartondan paraşütlerle, ki yere düşmesin (başka hayvanlar da yer ve zarar görür), yılanların yaşadığı ağaç dallarına takılıp kalsın diye… vs.

Gerçekten çok ilginç bir haberdi, Joëlle Stolz imzalı. (Le Monde, 10 Temmuz)
*
Demek ki bir güzel adayız, en yakın karadan şu kadar bin kilometre uzaktayız, güvendeyiz diye rehavete kapılmadan, her zaman dikkatli, her zaman uyanık olmak lazımmış.

Kimdir, nedir, nereden çıktı ve asıl, boncuk neresindedir bilmediğiniz bir canlı türü (örnekteki gibi bir yılan veya başka bir zararlı) ada sahiplerinin saflığından, ada sakinlerinin dikkatsizliğinden istifade ederek, bir makam aracının bagajında, bir yatın sintinesinde adanıza sızabilir. Aborijenlerden yani ilk günden beri adada var olanlardan başlayarak endemik türlere saldırır. Peşinden bir sürü zararlı getirir. Ekosistem yok olur. Adanın tadı kaçar, havası solunmaz hale gelir…
*
Şimdi siz alışkanlıkla “Eee, İK bu haberin neresinde?” diyeceksiniz.

Ben denemedim, ama siz bir ilişki kurabilirseniz kurun...

12 Temmuz 2015 Pazar

Performans baskısı ahlâkı bozar


Mühendis olmaya gerek yok: Vidayı fazla sıkarsan ya sıkışır, ya kırılır, ya yalama olur.

*
Ben ekonomi öğrencisiyken, 1970’li yıllarda, dünyanın en büyük bankasıydı. Finans ve bankacılık sektörüne yeni teknolojileri sokan, kredi kartının mucidi bu bankaydı. 1980’lerin başında korkunç bir kriz geçirdi, batmaktan zor kurtuldu.

O yıllarda ekonomistler, bankanın içine düştüğü krizin ‘aşırı riskli krediler’den kaynaklandığı görüşündeydiler. Kredi satıcıları (galiba müşteri temsilcisi yahut kredi danışmanı diyorlar şimdi) çok riskli müşterilere yüklü miktarda kredi vermişlerdi. Özellikle de - hava şartlarına ve ‘canlı’ya bağımlı olduğu için bizatihî riskli bir sektör olan - tarım ve hayvancılık sektörüne.
Bu tutumun da birbirini tetikleyen iki açıklaması vardı:

(1) Aşırı performans baskısı ve
(2) kredi satıcıları arasında çalışan devir (turnover) oranının çok yüksek oluşu. (Aklımda yüzde 30’lar gibi korkunç bir rakam kalmış, doğruysa.)
Zaten (2) büyük ölçüde (1)’in bir sonucuydu. Kredi satıcıları ya yoğun performans baskısı karşısında kaçıyorlardı, ya da başarılı olanları rakipler kapıyordu.

Bankanın kredi satıcıları üst yönetimden gelen aşırı performans baskısı karşısında şu mantıkla hareket ediyorlardı:
- Nasılsa kredinin geri ödeme tarihi geldiğinde, ben burada olmayacağım! Müşteri ister borcunu ödesin, ister ödemesin…

Özetle, performans baskısı geri tepmiş ve bankayı batmanın eşiğine getirmişti.
*
Bugüne kadar patlak vermiş bankacılık ve finans krizlerinin hepsinde patronların açgözlülüğünün ve trader’ların (performans baskısı ve prim beklentisiyle) fazla riske girmesinin payı vardır.

Performans baskısı bankacılık ve finans sektörüne has değil elbette. Ve yarattığı risk de sadece finansal değil.
Kalite düşüşü, üretim hataları, hatta kaza riski… Servis şoförüne baskı yaparsanız, uykusuz çalışmaya ve hız yapmaya zorlarsınız, insanlar ölür. Üretim bandında çalışan mavi yakalının dikkati dağılır, işin kalitesi bozulur, iş kazaları artar.

*
Ancak, üst yönetimin çalışanlar üzerinde aşırı performans baskısının gözardı edilen ama çok önemli bir sakıncası daha vardır:

Çalışanın ve dolayısıyla şirketin ahlâkı bozulur.
Aşırı performans baskısı çalışanı yönetime ve müşteriye yalan söylemeye, tavize ve kırmızı çizgilerden fedakârlık etmeye zorlar.

Şirketin ticarî prensipleri, meslek etiği, hatta kurallar ve hukuk çiğnenmeye başlar.
Kısa vâdede şirket bu yolla cirosunu, belki kârını arttırmayı başarsa da… eninde sonunda müşteri (mesela gazeteyse okur ve reklamveren, bankaysa mevduat sahibi ve kredi müşterisi) ve kamuoyu nezdinde itibar (imaj) kaybeder.

Tabii CEO’nuz da kredi satıcısıyla aynı kafadaysa, yani “Kısa vâdede iyi sonuçlar alayım, uzun vâdede (Keynes’in ‘hepimiz ölmüş olacağız’ dediği gibi) zaten ben başka şirkete geçmiş olurum!  Benden sonra tufan…  diyorsa, hayırlı işler!.
 

Dipnot: Daha da kötüsü, CEO’nun bir ‘kifayetsiz muhteris’ olmasıdır. Yani ‘ne olursa olsun sonuç’ derken, işi de bilmiyor olması. Bu durumda kimin üstüne baskı yapacağını, baskının ne sonuç vereceğini bilmeyecek ve işi de denetleyemeyeceği için her türlü yalan ve göz boyamaya açık olacaktır. 

Hürriyet İK, 12.07.2015
 
 

 

 

 

5 Temmuz 2015 Pazar

Fizik değil metafizik


Joseph A. Schumpeter bizde pek tanınmaz. En azından bir Adam Smith, bir David Ricardo yahut John Maynard Keynes kadar bilinmez.


(Bu arada günümüzün kalitesini ve seviyesini hatırlatmak için söylüyorum : Google’da Ricardo diye ararsanız sadece Ricardo Caresma adında bir topçu çıkıyor. Smith diye ararsanız bir tabanca markası. Bir tek Keynes kurtarıyor durumu, o da aynı adı taşıyan bir ‘reality show ünlüsü’ çıkana kadar…)
*
Schumpeter (1883-1950) biraz gürültüye gitse de, 20.yy’ın en önemli ekonomistlerinden biridir. Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi adlı temel eserinde ‘yaratıcı yıkım’ (creative destruction) diye bir kavramdan söz eder.

Yeni girişim(ci)ler ve inovasyon sayesinde kapitalist sistemin sürekli bir devrim ve değişim yaşadığını; yeni üretim faktörlerinin eski faktörleri yok ettiğini ve yerine yenilerini yarattığını söyler.
Bu ‘yaratıcı yıkım gelişimi’ kapitalizmin esas temelidir; ister istemez her kapitalist teşebbüs er veya geç bu gelişime ayak uydurmak zorundadır…” der.

Bu teoriye göre, yenilik yapmayan, yenilikçi olmayan, olamayan şirketler ve ekonomiler rekabet gücünü kaybeder.
Kimi yöneticilerimiz Schumpeter’in bu teorisinin ruhuna nüfûz edememiş, lafzına takılıp kalmışlardır. ‘Yaratıcı yıkım’ lafını yanlış anlamışlardır, ‘yıkım konusunda yaratıcı olmak’ gerekir zannetmektedirler. Bütün becerilerini bu yönde kullanırlar.

*
Geçenlerde Fransa’da bir kitap yayımlandı. Adı Yaratıcı Yıkım’ın Eleştirisi - Üretim ve Hümanizm şeklinde çevrilebilir.

Filozof Pierre Caye, günümüzde geldiği noktada kapitalizmin artık freninin tutmadığını, karşısında dengeleyecek bir gücün, muhalifinin kalmadığını ve bu yüzden kapitalist sürecin artık yerine koymadan yıktığını, tek yönlü yıkıma sebep olduğunu vurguluyor ve şu tezi savunuyor:
Günümüzde direniş (karşı koyuş, isyan) artık fizik değil, metafizik olmak zorunda.
(Aslında çalışma hayatında direniş, karşı koyuş, isyan bal gibi ‘fizik’ de olabilir de, olmuyor işte… Yoksa insanın içinden, birilerine bir kafa atmak gelmiyor değil…)

Gerçekten, bu çok doğru bir tespit.
Durup düşünmek zamanıdır…

Artık çalışma hakkının, ücretin, çalışma şartlarının ötesine geçip ‘Neden çalışıyoruz?’ sualine yeni ve çağdaş bir cevap aramalıyız.
Bu (‘yaşamsal’dan öte) ‘varoluşsal’ soruya vereceğimiz cevap, sırayı ‘Nasıl çalışmak istiyoruz?’ sorusuna getirecek ve yeni beklenti ve taleplerimizi şekillendirecek.

Bunu yaparken de, fizik değil metafizik direniş için, ‘Gezi ruhu’nu hayatın her anına yaymalıyız.
Bunu size 25 yılı ücretli, 40 yıldır çalışan bir ‘Vedat’ olarak söylüyorum.

Hangi Vedat mı?
Açık tribünden Davulcu Vedat!

Hürriyet-İK, 05.07.2015