29 Nisan 2012 Pazar

Pembe kadife gömlekli delikanlı

Fotoğraf: Selim GENÇ / Hürriyet
Sabah yedi buçuğa doğru evden çıktığımda, onu sırtını bahçe duvarına dayamış, oturur görüyordum. Belindeki saç örgüsü gibi plastik kemer, göbeğinin üstüne kadar çektiği iki numara büyük blucinin belini iyice sıkmış, paçalarını itinayla kıvırmış. Sırtında pembe fitilli kadifeden kalın bir gömlek. Adem elması fırlamış kara boynuna kadar, son düğmesi ilikli. Ayaklarında, yine bir iki numara büyük beyaz bir tenis ayakkabısı, sağ teki hafif patlak.
Ben apartman kapısından çıkınca, her seferinde, ayağa fırlıyor. Ta arabaya oturup gaza basana kadar, saygıyla, biraz da endişeyle beni izliyor gözleriyle. Varlığının farkındayım, göz temasından kaçıyorum. ‘Şeere’ yeni gelmiş köy çocuklarını bilirim, mesafeyi ayarlayamazlar, sonra kırmayayım delikanlıyı. Ama bakıyorum, hayır, laf atmamı beklemiyor, sadece gözümün ta içine bakıyor, saygıdan gözünü benden ayırmıyor. Dikiz aynasından bakıyorum, arkamdan tekrar sırtını duvara verip çömüyor, sessizce bekliyor. Sadece bana değil, üstü başı düzgün kim geçse ayağa fırlıyor, saygıyla ‘dineliyor’ duvar dibinde.

Üst kattaki inşaatta çalışıyormuş. Herkesten önce, mesai başlamadan yarım saat, bir saat evvel gelip, orada bekliyormuş. Sonradan, Karslı bir Kürt çocuğu olduğunu söylediler.
İnşaatlarda çalışmak üzere İstanbul’a gelmiş. Tembih etmişler zahir, çocuk çalıştırmazlar mı ne dedilerse artık, yaşını 18 diyor, ama taş çatlasa 14 yaşında, hadi bilemedin 15. Erken uzamış gibi bir hali var. Hani o yaşta çocukların önce eli ayağı büyür ya... Fikirtepe’deki bir inşaatta kalıyormuş, kimsesi yokmuş İstanbul’da.Her sabah, erkenden geliyor, sanki birisi yerini kapacakmış gibi gözlerini ayırmadan inşaatı gözetliyor. Sadece yanından hali vakti yerinde biri geçerse ayağa fırlıyor, dikkatle yüzüne bakıyor, saygıda bir kusur etme endişesiyle. Sonra yine gözlerini zor ayırdığı ikinci kattaki inşaata çeviriyor. Oradan bir hareket bekliyor, bir ışık, belki bir ses.
Herkes bir çalışırsa, o iki çalışıyordu’ dedi sonradan kalfa. ‘Hiç konuşmadı, sadece bir iş söylendiği zaman ‘Hıh!’ demekle yetindi. Paraya çok ihtiyacı vardı belli ki. Öğleyin katıksız ekmek yiyordu. Gazete kağıdına sarılı olarak torbasından çıkardığı yarım ekmeği. Ustalar aralarında para toplayıp çay ve şeker alıyordu. Hiç katılmadı. İkram edileni de, sanki para isteriz diye korkarak içti...
*
Her akşam, mesai bittikten sonra ayak sürtüyormuş. Kendine bir işler icat edip çalışmaya devam ediyor, millet kasketini alıp giderken ortalığı toplayıp süpürüyor, hani diğer işçiler gitsin diye bekliyor. Ki, her akşam çıkmadan önce, ustabaşına alçak sesle soracak:
Sesinde her akşam aynı umutla karışık endişeyle...
- Usta, ben yarın da geliyom deel mi?
Evet, gel! deyince, ‘Hıh!’ diyor, içinde artık ne varsa, nesi olabilir ki, elinde beyaz bir plastik market poşeti, hızlı hızlı çıkıyor. İnşaat gözden kaybolana kadar, dönüp dönüp bakıyor.
Yerinde duruyor mu diye.
Evine’ tek otobüsle dönmek için ta köprünün gişelerine kadar yürüyormuş, yağmurda çamurda.

*
Mevsim ilerledi, pimapenler takıldı, mutfak dolapları da geldi... Üst katın tadilatı bitmek üzere.
Haftanın ilk günü, Kürt delikanlıyı göremedim duvar dibinde. Daha doğrusu, niye yalan söyleyeyim, saatlerce sonra fark ettim bu sabah, gırtlağına kadar ilikli pembe kadife gömleği, sıkılmış gibi göbeğinin üzerinde duran eski bluciniyle esas duruşta beni gözetlemediğini...
Akşam, üst kattaki kalfayı çıkmadan yakalayayım diye her zamankinden erken döndüm eve.
Pazar akşamı mesai bittiğinde yine sona kalmış, demek ki sesinde aynı endişeli umut, sormuş:
- Usta, ben yarın da geliyom deel mi?
Bu sefer ‘Hayır’ demişler, ‘Senin işin bitti, hakkını helâl et!
Hıh!’ demiş.
İlk defa, Köprü gişelerine doğru yürürken geriye dönüp bakmadı’ diyordu kalfa.
(Hürriyet-internet, Eylül 2003)

Serdar Devrim, Hürriyet-İK 29.04.2012






27 Nisan 2012 Cuma

İK barajını aşmak



İlk işlerini bulmaya çalışan yeni üniversite mezunları sıkıntıda.
Çok yakınımdan iki örnek vereceğim.

İş arayan bir genç, ya da çocuğu iş arayan bir ana baba olmasanız da, sabredin ve okuyun lütfen.


*
Birinci örneğim, bir genç kız.

İstanbul’daki yabancı dilde eğitim veren bir liseden ve Galatasaray Üniversitesi’nden mezun.


İki yabancı dili çok sağlam.


Şu sıralar Boğaziçi Üniversitesi’nde eğitimini tamamlıyor.


Aylardır kurumsal bir şirkette kendi alanında bir iş arıyor.


Hadi dürüstçe söyleyeyim, iş arıyoruz; ama İK barajını aşamıyoruz.


*
İkinci örneğim büyük bir Anadolu kentinden, genç bir delikanlı.

Ailesinin imkanları sınırlı, devlet okulunda okumuş, yine bir devlet üniversitesinden kamu yönetimi lisansı var.


İngilizcesi, haliyle, bütün şahsi çabalarına rağmen, dört dörtlük değil.


Aylardır haysiyetli bir iş arıyor.


İK barajını aşamıyor; ağır ağır umudunu kaybetmeye başlıyor.


*
Bir memlekette hukuka ve insan haklarına saygılı bir demokrosinin tesisi için, gazetecilere ağır bir görev düştüğüne; ama ne yazık ki Türkiye’de benim meslektaşlarımın bu misyonu yerine getirecek bilgi, birikim, kültür ve yeteneğe sahip olmadıklarını düşünüp, yıllardır yüksek sesle de söylüyorum.


Kifayetsiz hatta kötü gazeteciler Türkiye’nin geleceğiyle oynuyorlar.


Bu lafı niye araya sokuşturdun, diyeceksiniz.



Kendimi ve meslektaşlarımı da çok ağır eleştirdiğimi göstermek ve şu soruyu sormaya hak kazanmak için:



İnsan kaynakları yönetici ve çalışanları, milyonlarca gencin (ve tabii bu arada şirketlerin, ekonominin ve Türkiye’nin) geleceğini belirleyecek bilgi, birikim, kültür, tecrübe ve yeteneğe sahip midirler?


Sadece sözünü ettiğim bu iki gencin değil, Hürriyet İK’nın yöneticisi olduğum için iş bulmada benden yardım isteyen sayıları belki yüze varan gencin yaşadıklarına bakarak söylüyorum:



*
Yukarıda sözünü ettiğim gençlerden birincisi İstanbullu hali vakti yerinde bir ailenin çocuğu, yani şanslı olduğu için iyi bir eğitim almış.


İkincisi hayata ciddi bir handikapla atılmış (at yarışı terimi kullandığım için özür dilerim, ama sistemimiz çocukları birer yarış atı olarak yetiştiriyor) ve Millî olma iddiasındaki eğitim sistemimiz ona, farkı kapatması için en küçük bir imkan dâhî yaratmamış. Aksine... 


Bir eğitime Millî sıfatı eklenebilmesi için okul yaşına gelen gençlere ‘şans eşitliği’ yaratması gerekir.


Bizim sistemimiz ise küçük kentlerde ve kırsalda doğana ve ekonomik imkanı olmayana ‘negatif ayrımcılık’ uygular.


Türkiye’deki her ‘sistem’ gibi (buna hukuk bile dahildir) ‘Millî’ Eğitim de zenginden, güçlüden yanadır.


Eğitim sistemi gençleri hiçbir şekilde çalışma hayatına (ve zaten genelde hayata) hazırlamaz. Aksine, başarısız olmalarına sebep olur.


Konumuzla sınırlı kalırsak, eğitim sistemimiz berbat çünkü şirketlerin ve kurumların ihtiyacı olan çalışanlar değil, iş bulma umudu olmayan diplomalılar ‘üretiyor’.



Yanlış eğitim ve (yanlış eğitimin beslediği) işsizlik gençleri vuruyor.



İK yöneticileri bir hayır kurumunda değil, kâr amaçlı şirketlerde çalışıyorlar.



Hayatın ve yanlış eğitim sisteminin yarattığı haksızlıkları ortadan kaldırmak gibi bir misyonları elbette yok.



Ama ‘kurumun menfaati dışında hiçbir etki altında kalmaksızın (ki zordur) doğru görev için doğru çalışanı’ seçerken (tıpkı haber yapan gazeteciler gibi) insanların kaderiyle oynadıklarını asla unutmamalılar.



Bu zor görevi yerine getirecek ehliyette değillerse, sahip olmalılar.



Kapılarında yatan iş arayanlara bakıp (tıpkı kendilerini dev aynasında gören gazeteciler gibi) alçakgönüllülüklerine halel getirmemeliler.


Kâr amaçlı şirketlerde, patronları için çalışsalar da, insan kaynakları yöneticileri ve elemanları, işlerinin ‘insan’ olduğunu unutmamalılar.


Ayrıca, çalışanlara ama asıl iş isteyen gençlere (özellikle de geri çevirdiklerine) karşı tutumlarıyla, kurumlarının imajına olumlu olumsuz etki yaptıklarını hatırlamalılar.



Serdar Devrim, Hürriyet-İK 22.04.2012
Şüphelerim var!

15 Nisan 2012 Pazar

Eğer aptal iseniz

Herkes dört dörtlük yöneticiye denk gelecek kadar şanslı değildir.
Ne yazık ki, bulunduğu makama bilgi, tecrübe ve emeğiyle, ehliyeti sayesinde gelmemiş pek çok yönetici var.
Bunlar, kifayetsiz oldukları için, sadece ‘emir kulları’ ile çalışmak isterler.
Yani ‘doğru yere doğru adam’ değil, verilen kararın yanlış olduğunu bilse de ‘Aman efendim gene ne kadar güzel düşünmüşsünüz’ diye verilen işi yapar gibi yapacak adam isterler.
Kendisi yapmayacak zaten de, altındaki ‘isimsiz kifayetliler’e yaptıracak adama.
Bu tür yöneticiler, ayrıca, buldukları (tabiatıyla kendilerinden de kifayetsiz) bu emir kulunun işini yapmasına zaten izin vermezler.
Her şeye karışır, sürekli müdahale eder, yol boyu kırk kere karar değiştirirler; en büyük tutarlılıkları tutarsızlıklarıdır.
Ama bu, emir kulunu hiç rahatsız etmez, aksine işine gelir:
Zaten kifayetsiz, korkak ve inisyatif kullanmaktan acizdir.
Sadece verilen emri yerine getirmekle yetinince, riske girmemiş olur.
Verilen yanlış karar, yapılan yanlış uygulama (ki doğrusu nadirdir) cortlayınca da, kabahat yöneticide yahut da sadece talimatları yerine getiren emir kulunda olacak değil ya, ortaklaşa suçu yıkacak bir günah keçisi bulunuverir.
Kifayetsiz yardımcı zaten yalan söylemeye, kifayetsiz yönetici de dinlemeye hazır ve alışıktır.
Etrafını bu tür yala... pardon yardımcılarla dolduran yönetici, giderek, bırakın eleştirmeyi ‘tak deyince şak diye’ yapmayanlara tahammül edemez hale gelir.
*
Eğer siz aptalsanız...
Yani şirketin çıkarını gözetiyorum sanarak, yanlış karar ve uygulamaları alkışlamıyorsanız; koltuğunuzu korumanın ve terfi almanın yolunun işinin ehli olmaktan, işini hakkını vererek yapmaktan geçtiğini sanıyorsanız; sonunda benim kıymetim bilinir diye düşünecek kadar safsanız... şansınız yok demektir.
Emir kulları sizi bir tehdit olarak algılayacaklar ve sizi, (sizin ulaşamadığınız ama onların sürekli beynini yıkadıkları) yöneticiye sinsi ve planlı bir şekilde gammazlayacaklardır.
Bir müddet sonra, etrafındaki bu yalancı halkasıyla gerçeklerden kopmuş olan yönetici, duyduklarına inanmaya başlar. İnanmasa bile, acilen bir günah keçisi bulunması gerektiğinin o da farkındadır.
Bu arada, yıldızınızın söndüğünü, ağır ağır kara deliğe dönüştüğünü anlamak kolaydır:
Emir kullarının size karşı tutumlarına dikkat edin!
Düne kadar, yani patron nezdinde itibarınız yerinde iken, ne olur ne olmaz diye, etrafınızda pervane olup yüzünüze gülen, sırtınızı sıvazlayanlar, odanıza uğramamaya, asansörde konuşmamak için cep telefonuyla oynamaya, koridorda sizi görmemiş gibi yapmaya, toplantılarda sizden uzak durmaya başladı mı... bilin ki tanrı katında rüzgar aleyhinize esmeye başlamış demektir.
*
Eğer siz çok aptalsanız...
Yani büyük bir istikrarla verilen yanlış kararları eleştirmeyi bir hak, hakkın ötesinde, şirketin çıkarları gereği göreviniz zannediyorsanız;
Doğru bildiğinizi söylemeyi, dürüstlüğü marifet addetmeye devam ediyorsanız;
Yani, kendi çıkarlarınıza ters düştüğünü bile bile, işin gereğidir, şirketimin menfaatidir diye yöneticinizle ters düşmeyi göze alıyorsanız;
Hasılı (çok haklı olsanız da) şirketin çıkarını patrona karşı savunacak kadar akılsızsanız...
Hiiiç ağlamayın!
Ben de patron olsam, kendi çıkarını bile kollayamayan adamla çalışmam.


Serdar Devrim, Hürriyet-İK 15.04.2012

Seni gidi kakırcı seni...

Geçenlerde kıtırcılardan söz ettik, sıra kakırcılarda.
Kakırcı dediğim, Yunus Emre’nin
Dilin ile şakırsın çok maniler okursun
Vara yoğa kakırsın sen derviş olamazsın
dediği anlamda kakırmak...
Kakırmak olaydı ger Muhammet de kakırdı
Bu kakırmak sende var sen derviş olamazsın
*
Merak ettim, bu kakırcılar ne menem insanlardır?
Çevrenizde bunlardan mutlaka vardır.
Bıkmadan, usanmadan, her gün, yok kantindeki yemekten, yok patronun cimriliğinden, şefin beceriksizliğinden, işte trafiğin sıkışıklığından, ne bileyim havanın sıcaklığından, konudan komşudan, havadan sudan şikayet eder dururlar.
Kakırdayacak bir şey mutlaka bulurlar.
(Ayrıca, her şeyin olumsuz yönünü bulmaya çalıştıklarından, yapıcı değil yıkıcı da olabilirler. Getirilen her önerinin ‘nasıl başarılacağı’ ile değil ‘neden yapılamayacağı’ ile işe başlarlar. Sonra da proje başkasına verilince gocunur, başarısızlığını bekler ve b.k atar dururlar.)
Gerçi kakırmanın faydaları da varmış, öyle diyor uzmanlar:
Mesela, birbirini hiç tanımayan iki insan asansörde bir araya gelince, lafa girmenin en kolay yolu ‘üçüncü bir konuda olumsuz görüş paylaşmak’mış.
Ne kökü kokuyor değil mi bu asansörin içi? Ne kadar da yavaş...
Ama madem ki çalışma hayatından söz ediyoruz, iş ortamı açısından, etraftakiler açısından, kakırcı çekilir biri değildir genelde.
Kakırmak, kısır bir olumsuzluk havası yaratmaktan başka işe yaramaz.
Psikologlar diyor ki:
*
Şikayetini yüksek sesle ve doğru kişiye aktarmak (ne beklediğini de söylemek yani çözüm önermek kaydıyla) hem medenî hem pozitif bir harekettir. (Gerçi Türkiye’de pek işe yaramaz. Muhatabın da medenî olması ihtimali son derece düşüktür. Zaten bizim insanımızın eleştiriye tahammülü yoktur, öneriyi de sevmez çünkü zaten işini herkesten iyi bildiğine kanidir.)
Kakırcılar ise bir karşı öneride bulunmazlar; aksine, değiştirilemeyecek ve düzeltilemeyecek şeylerden şikayet etmeyi tercih ederler.
Çünkü kakırcılar dile getirdikleri soruların çözülmesini değil, kakırabilmek için sürmesini isterler.
Zaten, kakırcıya ‘Eee? Önerin nedir?’ diye sorarsanız, cevap veremeyecek, gak-gukla yetinecektir.
‘Söz, kakırmayacağım!’ diye tercüme edebileceğim ilginç bir kitabın yazarı olan Christine Lewicki ‘21 günlük kakırma orucu’na girmeyi denemiş.
jarretederaler adlı blogunda bunun öyle kolay olmadığını anlatıyor.
Çünkü kakırmak insana iyi gelir, rahatlatır, diyor.
Kakırcıların kakırmaya psikolojik açıdan ihtiyaçları vardır.
*
Kakırcı ne yapmalı?
Kakırmak için kakırmayı, çevredeki insanları bıktıran ve uzaklaştıran kısır bir dırdır-vırvır haline getirmemek için ne yapmalı?
Önce kakırcının kakırdığının bilincine varması ve ortamı sürekli gerdiğini, etrafındakileri sıktığını ve yorduğunu idrak etmesi gerek.
Kakırmanın, gerçek soruları kendi kendine sormamak yani korkularını bastırmak; çözümsüz konularda sürekli söylenerek kendi hatalarını ve zaaflarını görmemeye çalışmak ve başarısızlıklarını dışsallaştırmak için geliştirdiği bir savunma mekanizması olduğunu anlaması gerek.
Önce kakırdığının, sonra da niçin kakırdığının bilincine varan insan, zaten kısır kakırmalardan ağır ağır vazgeçecek ve kakırmanın altında yatan gerçek sorunlarla yüzleşerek (belki de) bunları çözmeye çalışacaktır.
Özetle, kakırcının ‘bardağın dolu yarısına odaklanması’ çözümün ilk adımıdır.
Psikologlar diyorlar ki ‘İnsan, hayatındaki olumlu şeylerin bilincine vardıkça, hayatındaki olumlu şeyler de çoğalacaktır!
Yani, fizik kurallarının aksine, pozitif pozitifi çeker!..
Hadi bakalım...


Dip not: Meseleye kakırcı açısından baktım, çünkü kakırcı olmasam da, 30 küsur yıllık çalışma hayatımda dilimden çok çektim. Sövene dilsiz, dövene elsiz, gönülsüz bir derviş olmayı beceremedim. Tefekkür ile kabullenmek için artık çok geç. Bir sonraki safhaya geçip, olana bitene gülmeyi, düzeltemediğime göre bari eğlenmeyi deneyeceğim. Çünkü gördüklerim ve yaşadıklarım gerçekten bir traji-komedi haline geldi.


Serdar Devrim, Hürriyet-İK 08.04.2012


Münasebetsiz iki ‘benzetme’

Benzetme biraz tuhaf olacak, kimse alınmasın.
Belgesel meraklıları bilirler.
4-5 aslan bir olur, en zayıf anlarını kollayıp (mesela) zebra sürüsüne saldırır.
Müthiş bir panik başlar, zebralar var güçleriyle sağa sola kaçar.
Aslanların en hızlısı, zebraların geride kalanı (yavruyu, hastayı, sakatı, yaşlıyı, hasılı kaçamayanı) devirir, toz duman içinde yere düşerler.
Gırtlağı sıkılan hayvancağız gözleri faltaşı gibi açılmış ölümü beklerken, zebra sürüsü yeteri kadar uzakta durur ve arkadaşlarının trajedisini serinkanlılıkla izler.
Aslanlara kurban verilmiş, tehlike şimdilik geçmiştir.
Zebralar düşünür mü bilmem, ama o anda ‘Bu sefer de yem olan ben değilim’ diye ferahlamış bir halleri vardır.
Aslanlar talihsiz hayvanı homurtular içinde parçalarken, zebra sürüsü az ötede sakin sakin otlamaya döner.
*
Bir iş yerinde tensikat lafları yayılmaya başladı mı...
Yok, karar vermiştim, tensikat demeyecektim.
Tensikatta bir sinkaf etme sesi var.
İşten çıkarmalar başladı mı, çalışan sürüsünün psikolojisi de zebralara benzer.
Eğer piyango bu kez de size vurmaz ise, işini kaybeden arkadaşlarınıza gerçekten üzülür, ama için için ‘Neyse ki onlar işsiz kaldı, ben değil’ diye ferahlar, hatta sevinirsiniz.
Çalışma hayatının kuralları ormandan farksızdır da ondan.
Biz, insanlar, çalışma hayatına farklı anlamlar katmaya çalışıyoruz sadece.
Yoksa, her sabah karnını doyurmak için ava çıkan ve bir yandan av olmamak için ödü kopan canlılardan farkımız yok.
*
Hep derim ya, kapitalizmin denenmiş denenmemiş diğer düzenlere kesin üstünlüğünün ve kesin başarısının sebebi, tabiata son derece yakın olmasıdır.
İnsan (ve hayvan) tabiatına en yakın ve uygun sistem, orman kanununun işlediği kapitalizmdir.
Aynı bir türün içinde en hırslı, en açgözlü, en arsız, en acımasız ve özellikle de (Darwin’in vurguladığı gibi) uyum kabiliyeti en yüksek olan hayatta kalır.
Benzer türler arasında büyük balığın küçük balığı yutması kuraldır.
Farklı türler arasında da bir düzen kurulmuştur:
Kimin kimi yiyerek varlığını sürdüreceği önceden bilinir; herkes bu oyunu çaresiz kabul eder; herkes kendinden zayıf olanla beslenir, kendinden güçlü olana yem olur.
Sadakat, şefkat, merhamet, şükran... bunlar tabiatın bilmediği, hatta tabiata ters insan icadı duygulardır.
Bu duygulara sahip bir canlı, ormanda herhalde bir gün sağ kalamazdı.
Çocuklarımızı yanlış eğittiğimiz, onlara gerçekleri asla anlatmadığımız, aksine (mesela çalışma hayatıyla ilgili) tabiata aykırı çünkü duygusal anlamlar ve beklentiler yüklediğimiz içindir ki, bir ömür boyu kendimizi aldatmaya devam ediyoruz.
*
Aslında bu yazıya oturduğumda niyetim, ‘kapitalizm = orman kanunu’ teranemi tekrarlamak değil, (çalışanlar için zebraya yahut Afrika öküzüne benzetilmekten daha mı iyi, daha mı kötü siz karar verin) ‘kaldırım o.pusu’ benzetmesi yapmaktı.
Geçenlerde, bir sohbette genç meslektaşlarıma ‘Biz çalışanlarla, fuhuş emekçilerinin arasındaki fark nedir?’ diye sordum, cevap alamadım.
Cevap vermeyi deneyenler de ‘Biz namusumuzla çalışıyoruz’ lafından daha orijinal bir şey söyleyemediler.
Mısırlı yazar Sunullah İbrahim’in Namus (yahut Şeref) adlı bir kitabı vardır. Özetle şöyle der İbrahim:
‘Benim milletim (Mısır halkı) namusunu hep yanlış bir yere yerleştirmiştir. Ruhunu ve bedenini vahşi kapitalizme teslim etmiş, batıdan gelen görüntülerin büyüsüne kapılmış bu ülkede, insanlar ‘kıçlarını koruyarak namuslarını koruduklarını’ sanırlar. Oysa asırlardır küçük zorbalar yetiştiren bir aile geleneğinin tecavüzüne uğradıklarını, bağırta bağırta ırzlarına geçen bir düzende yaşadıklarının farkında bile değildirler. Kitabımın kahramanı sandığından çok daha genç yaşta, beyninde, vicdanında, varoluş biçiminde, kimliğinde tecavüze uğramış biri. Evet, sembolik anlamda tecavüzden bahsediyorum. Asırlardır Mısır’ın ırzına geçenlerden...’
Aramızdaki fark, bizim ‘namusumuzla’ çalışmamızmış...


Serdar Devrim, Hürriyet-İK 01.04.2012

Seni gidi kıtırcı seni

İşe alım sürecinde, adayların ‘yalan makinası’na bağlanması fikri bir ara epey tartışmaya sebep olmuştu.

2008’de İngiltere’de ‘işsizlik sigortası alan sahte işsizler’i teşhis etmek üzere bu tekniğin kullanılacağı açıklanmıştı, arkası geldi mi bilmiyorum.

Yine aynı yıl İsviçre’de ‘strese dayalı ses analizi’ yöntemi kullanılarak mülakatta adaylara kumarla, uyuşturucuyla, hırsızlıkla ilgili 40 soru sorulacak diye bir haber çıkmıştı.

Bu haberle ilgili bir televizyon programında, bir İK uzmanı ‘Adayın yalan makinasına bağlanması legal midir?’ sorusuna, dürüst bir cevap vermişti:


Aday kabul ediyorum diye imza atarsa, legaldir. İmza atmazsa zaten işe giremez.

*

Türkiye’nin en büyük İK gazetesinin yöneticisi olarak bana, Serdar Devrim’e, işe alımlarda yalan makinasının kullanılması konusunda fikrimi sorarsanız...

Ha, durup dururken, güneşli bir bahar sabahı, bu soru nereden aklıma gelsin? yahut senin bu konuda ne düşündüğünden bana ne! diyorsanız o başka.

Beni buraya kadar okuduğunuz için teşekkür ederim. Başka bir yazıda buluşmak ümidiyle.

Yok ısrarla soruyorsanız, diyeceğim şudur:

Ben, işe alımlarda yalan makinasının kullanılmasından yanayım.

Bir defa, şirketlere ulaşan CV’lerin en az yarısının ‘gerçeküstü’ olduğunu bilecek kadar bu işin içindeyim.

Ama ‘yalan makinası kullanılsın’ dememin sebebi bu değil.

Şirketlerin belli sayıda da olsa ‘yalan söylemeyi çok iyi bilen ve beceren, yalanı bir yönetim şekli ve tekniği olarak sanata dönüştürecek’ çalışanlara ihtiyacı vardır.

Patron içeride kayınbiraderle vidolu tavla oynarken cuma tahsilatına gelen alacaklıya ‘Bir cenazesi vardı, apar topar gitti’ diyecek sekreterden söz etmiyorum.

Bunlar, ticaretin - hadi beyaz demeyelim ama - kirli beyaz yalanlarıdır. Karşılıklıdır ve herkes kimin nerede ne zaman ne yalan söylediğini üç aşağı beş yukarı bildiği için, bunlar, iş ilişkilerinin motor yağıdır: Sürtünmeleri önler, işleri kolaylar.

Benim sözünü ettiğim yalan gibi yalanlar.

Mesela patronun gözünün içine baka baka söylenen yalanlar:

Kendini olduğundan iyi göstermek, hiçbir şey yapmadan büyük işler başarmış gibi yutturmak, başarısızlığını başkasının sırtına yüklemek, gerçek niyetlerini gizlemek, oyunbozanları (yani hırsızlığa, soysuzluğa, yolsuzluğa katılmayanları) safdışı bırakmak için söylenen sistemli yalanlar.

Yalan söyleyeceksen, her zaman söyleyeceksin ki, sesin titremesin.

Yalan söyleyeceksen, o kadar büyüğünü söyleyeceksin ki, karşındakinin aklına soru işareti gelmesin:

Koskoca Bilmemne Müdürü, bu kadar da yalan söyleyecek değil ya!’ diye düşünsün.

Yalan söyleyeceksen bunu bir sanat, bir ‘yaşam biçimi’ haline getireceksin!

*

Resmen 30, fiilen 35’inci yılımı tamamladığım çalışma hayatında, bütün kariyerini yalan ve göz boyama üzerine kurmuş nice ‘başarılı’ insan gördüm.
Müdürlüklere, koordinatörlüklere, grup başkanlığına, genel müdürlüğe, CEO’luğa yükselmiş nice kıtırcılar.

Patronlar da aptal değil ya! Ben, alt tarafı bir garip gazeteci, karşımdakinin sahteliğini, sahtekârlığını, ağzının gözünün oynadığını daha ilk bakışta görebiliyorsam, koskoca bir CEO, koskoca bir patron görmeyecek, mümkün mü?

Bu mertebeye ermiş yöneticiler, bir kere iki kere olur, aynı insanların yıllar yılı yalanlarına dolanlarına oyunlarına kanacak, mümkün mü?

Bu ‘kendisi bile yalan’ insanları ta tepelere kadar yükseltmeleri sadece körlüklerinden olabilir mi hiç?

Demek ki, bizim gibi fanilerin kafasının almayacağı (tabii çıkıp da soramayacağı) sebeplerle, şirketlerin bu yalancılara da ihtiyacı var.

Kimbilir, birlikte üçüncü şahıslara söylenen ortak yalanlar için mi gereklidir?

Bu çapta yalancılar aynı çapta (ikisi birbirinden ayrılmaz meziyetlerdir aslında) yalaka olmayı da bildiklerinden, tepe yöneticilerin, acı gerçeklerle yüzleşmekten yorulduklarında, bu yalanlara ve pohpohlara psikolojik olarak ihtiyaç duyduğundan mıdır?

O kadarını ben bilemem artık...

*
İyi şirket, her alanda ‘en iyiler’le çalışmak istediğine göre, İK departmanlarına düşen görev de (gerekirse yalan makinası kullanarak) ‘en iyi ve potansiyeli en yüksek yalancıları’ arayıp bulmak ve şirkete kazandırmaktır.

Üstelik bunların bir avantajı da, öyle eğitim, seminer, kariyer planlaması gibi ekstra emeğe ve masrafa ihtiyaç duymamalarıdır.

Meyve kurdu gibi, bir kere içeri girmeleri yeter. Gerisini onlar halleder, semirir, büyür ve meyveyi çürütürler.



Serdar Devrim, Hürriyet-İK 25.03.2012

Değişmez bir düzen içinde

İstanbul’un göbeğinde bir inşaatta 11 işçi, yaşamaya çalıştıkları naylon çadırda yanarak feci şekilde öldü.
Gerçeği asla öğrenemeyeceğiz. Olay örtbas edilecektir.
Madımak’ta 35 aydını alenen yakanları kurtaran adalet, elhamdülillah, sigortası bile olmayan garibanın katillerini asla üzmeyecektir.
Her ölüm zamansızdır’ deriz ya, bu işçilerin ölümü de çok zamansız oldu gerçekten.
Oysa bizim memlekette ölümün de bir mevsimi vardır.
Eski bir yazı geldi aklıma:
*
(...) bizim çocukluğumuzda, ‘Deniz mevsimi açıldı, Florya Belediye Plajı cıvıl cıvıl’ diye haberler çıkardı gazetelerde.
Kiraz mevsimi gelirdi, peşinden Allah rahmet eylesin Hüseyin Ağa, elinde bir sele kirazla...
Fındık mevsimi gelirdi, gene Değirmendere’den çuvalla fındık...
Mevsimi gelirdi, Hamit, at arabasıyla gelir; Pamukova kavununu kapıya yığar giderdi; iki tane yeter desek de yirmi tane bırakır, öğğğ gelene kadar tatlı kavun yerdik...
Tabii mevsimi gelirdi Çavuş üzümü, mevsimi gelirdi Yeşilköy’de Selim’in muhteşem vişneli dondurması, mevsimi gelirdi (kışın lağımcılık yapan) Yaşar’ın ‘yasceek’ (galiba ‘yaz sıcak’ demekti) diye sattığı haşlanmış mısır, Fitaş’ın kapısında satılan kestane; balık mevsimi gelirdi lüfer, palamut, kofana, av mevsimi gelirdi Beslan Dayım’la Muzaffer Dayı’nın palavraları...
Derken ‘mevsim’ gitti, ‘sezon’ geldi yerine, nereden ve neden, bilinmez.
Önceleri Güney sahillerinde turizm sezonu, Uludağ’da kayak sezonu, Hilton’da havuz sezonu, Tarabya’da taverna sezonu derken...
Süratle, Laila’da çılgınlık sezonu, Bodrum beach’lerinde zengin peach’leriyle yollu mankenlerin çiftleşme sezonu...
Ya sen ben, bizim gibi insanlar?
Dondurulmuş balık, hormonlu domates, her mevsim hıyar, kış ortası dondurma, Afrika’dan ithal bilmem ne...
Ne eski mevsimler kaldı ne de eski tatlar!
Neyse ki, yeni ‘sezonlar’ girdi hayatımıza. Mevsim’in adını sezon koyduk belki, ama örf ve adetlerimize sadık kaldık.
Vakit geldiğinde hiç aksatmadık:
- Gece damdan düşme sezonu
- Yollarda ölen gurbetçi/bayramcı sezonu
- Antalya’da turistlere tecavüz sezonu
- Karne dönemi, evden kaçan çocuk sezonu
- Düğün konvoyu kana bulandı sezonu
- Lodos yüzünden dumandan boğulma sezonu
- Şofben fantaaaazisi ölümle bitti sezonu
- Karadeniz’de mantardan zehirlenme sezonu
- Kilyos’ta boğulma sezonu
- Seçim vakti orman talanında patlama sezonu
- Asker yolcu ederken, serseri kurşundan ölme sezonu
- Yağmur yağdı, Alibeyköy’de boğulma sezonu...
(Güncel ilave: Yeni moda deprem ya da şantiye çadırlarında kalan garibanı yakmak. Dört mevsim...)
Hayatımız, değişmez bir düzen içinde, böyle akıp gidiyor işte...

(Hürriyet, 2004)

Not: 27 Ocak’tan bu yana, sadece Gaziantep’te, soba dumanından ölenlerin sayısı 14’ü buldu. Benim garip insanım olabilecek tehlikeleri öngörmekten, tedbir almaktan aciz; benim garip insanım gazete okumaz, haber seyretmez...


Serdar Devrim, Hürriyet-İK 18.03.2012

Çözüm yok, çünkü sorun yok

Fransa’da Anayasa Konseyi, ‘İnkar Yasası’ adıyla bilinen ve Ermeni soykırımını kabul etmeyenleri cezalandırmayı hedefleyen yasayı anayasaya aykırı bularak iptal etti.
Bizimkiler bu hukukî kararı, ‘Türkiye’nin siyasî zaferi’ gibi yutturup çıkar elde etmeye çalıştılar.
Tabii ki bu sadece ve sadece Fransız demokrasisinin ve hukukun zaferiydi.
Paris’teki Anadolu Kültür Merkezi’nin başkanı Dr. Demir Önger ‘İnkâr Yasası’nın Anayasa Mahkemesi’nde reddedilmesi Türkiye’nin bu sorunu kendi eline alması için çok büyük bir şanstır’ diyordu. (Hürriyet, 6 Mart)
Sizce Türkiye geçmişiyle yüzleşmesini gerektiren ‘sözde’ Ermeni soykırımı / 1915 olayları, adına ne derseniz deyin, konusunu sükûnetle ele alıp, araştırıp, bilimsel çevrelerde ve kamuoyunda tartışıp bir adım öteye götürecek ve inisyatifi ele geçirecek mi?
Elbette hayır.
*
Sen gazetecisin bilirsin, diye başlayan cümlelerden ve kahvehane geyiği derinliğini aşmayan siyasî tartışmalardan bezmiş biri olarak, konuyu kapatmak ve yakayı sıyırmak için bir takım taktikler geliştirmek zorunda kaldım.
En çok işe yarayanlardan biri, karşımdakinin (zaten daha konuyu duyunca ne diyeceğini ve kendine ait olmayan hangi kalıp cümleleri sıralayacağını bildiğim için) sözünü kesip, sormak:
- Bi’dakka bi’dakka! Bir şey soracağım: Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ve aziz Türk milletinin, bugüne kadar ele alıp da çözdüğü tek bir sorun söyleyebilir misin bana?
Yoktur ve sorunları ve çözüm yollarını tartışmak abestir.
*
Eleştiri ve tartışma kültürü olmayan bir toplum (Bakınız Başbakan ve adamlarının 4+4+4 hakkında ağzını açmaya yeltenenlere yaptıkları muamele);
bireyinden ailesine, kurumlarından devletine kadar ‘kedi kakasını örter gibi’ hata ve sorunlarını gömmeye çalışan bir toplum (bizde oğlanın ikmale kaldığı herkesten gizlenir);
hatta kendine ve başkalarına yalan söylemekten utanmayan bir toplum (aksine çocuğun önünde konu komşuya ‘Teyzesi, Furkan sınıfını yine birincilikle geçti’ diye yalan söylenir);
Kürt-Ermeni-Alevi sorunu gibi, aile içi şiddet gibi, kadına karşı şiddet gibi, ensest ve sübyancılık gibi ‘hassas ve ayıplı’ konuları soğukkanlılıkla, açık yüreklilikle, mertlikle konuşup çözüm üretebilir mi?
Biz sorunu kabul etmeyiz ki zaten, beceremeyeceğimizi bile bile çözüm arayalım.
Kürt yoktur, onun için de sorun yoktur / varsa da etle tırmak gibiyiz  / et biziz, tırnak bizim; uzadıkça keseriz.
Biz Ermenileri kesmedik onlar bizi kesti / kestiysek onlar başlattı / zaten Türkler kesmedi Kürtler kesti / zaten kesmedik ki, korumak için tehcir ettik.
Sorunu anlamak ve çözüm aramak süreci bile yeni sorunlar yaratır;
Hakkı Devrim’in dediği gibi daha bismillah derken ‘Bursa şeftalisi gibi ikiye yarılır’ (yani iki cepheye ayrılır) ve birbirimize gireriz.
*
Yazıyı epey bir uzatmayı ve Burcu’yu (Özçelik) kızdırmayı göze alarak size Nobel Edebiyat Ödülü sahibi bir yazarın, ülkesi ve toplumu hakkındaki bazı sözlerini özetleyeceğim:
- Benim halkımı tanımak istiyorsanız Marcel Duchamp’ın şu sözünü aklınızdan çıkarmayın: ‘Çözüm yok çünkü sorun yok...
- ... milleti, 4.yy’dan itibaren batıya göçen Orta Asya kökenli göçebelerin torunlarıdır. Sonradan ... dinini kabul etmişlerdir.
- Doğu ile Batı arasında kesin bir seçim yaptıklarını sanmıyorum.
- Her ... bu ‘çifte aidiyet’ hissini ve etkisini taşır. Ve aynı zamanda bu ikilemi.
- Çünkü ... dinine mensup bir toplumun değerleri, aşiret tipi toplumların değerleriyle uyuşmaz.
- Ben tarihçi değilim ama, ... bugüne kadar hiç demokrasi görmedi. Çok partili sistemden söz etmiyorum. Toplumun demokratik değerleri benimsemesinden bahsediyorum.
- Halk her zaman (Fareli Köyün Kavalcısı misali) bir otoriter liderin büyüsüne kapılıp peşinden gitti.
- Bu otoritarizmi, toplumun ‘köylülüğü’ ile açıklayanlar var. Dayanağı soy-soptur, aşiretlerdir. Cumhuriyet onlar için bir şey ifade etmez.
- Nobel Ödülü kazandığımdaki tepkileri bir hatırlayın. ...lığımla övünmediğim halde Nobel alan tek ... vatandaşı olduğum için çok kızdılar. Ülkem hakkında olumsuz şeyler söylüyorum diye bana saldırdılar.
- Benim ülkemde aklın kıymeti yoktur; duygular, heyecanlar ve tepkilerle hareket edilir.
- ... bir alınyazısıdır; anlamı da, açıklaması da olmayan bir alınyazısıdır ve Avrupa’da başka örneği yoktur.
- ... halkı asla vicdan muhasebesi yapmaz, yazgılarına dört elle sarılmış ve teslim olmuştur. Muhtemelen niyesini bile sormadan duvara toslayacaklar.
*
Ülkesini terk edip Berlin’de yaşamak zorunda kalan Nobel ödüllü Macar yazar İmre Kertész, Macaristan’dan ve Macar halkından söz ediyor. (Le Monde des livres, 10 Şubat)
Başka bir Nobel Edebiyat ödüllü yazarla, bir başka millet ve memleketle her türlü benzerlik, tamamen tesadüf eseri...
Olabilseydi keşke!
Macarlar’la ortak bir noktamız var: İki toplum da Orta Asya kökenli göçebelerin torunları.
Pek tanımadığım Macar halkı hakkındaki bu sözler moralimi bozdu.
Kadercilik, ırkçılık ve öjenizm tuzağına düşmek istemem ama...
Genlerimizde taşıdığımız göçebeliğin ve (paradoksal gözükse de) köylülüğün çok ciddî sorunlar ve çözümsüzlük yarattığı inancım daha da güçlendi!


Not: Bir kez daha, bulabilirseniz eğer, Emmanuel Berl’in Attila’dan Timur’a Avrupa Asya adlı kitabını (çeviren Gülseren Devrim, Doğan Kitap) şiddetle tavsiye ederim!


Serdar Devrim, Hürriyet-İK 11.03.2012

Kadınların yönettiği bir dünya daha barışçı olur muydu?

Amerika’nın eski savunma bakan yardımcılarından ve Harvard’ın hocalarından jeopolitik uzmanı Joseph S.Nye’ın bir makalesinden (*) öğreniyoruz ki, çok satan kitapların yazarı, Harvard Üniversitesi’nde deneysel psikoloji dersleri veren Steven Pinker (The Better Angels of Our Nature adlı yeni kitabında) bu soruya ‘evet’ cevabını veriyormuş.
Evet, kadınların yönettiği bir dünya daha barışçı olurdu!
Çünkü, diyor ünlü uzman, ‘Tarih boyunca kadınlar barışçı bir tavır içinde oldular, her zaman da olacaklar. Geleneksel savaşlar erkek işidir; kadınlar hiçbir zaman komşu köylere saldırmak için bir araya gelmediler.
İyi de (1) zaten erkekler bu işi yapıyordu, kadınlara sıra gelmedi (2) ayrıca kadınlar hiçbir zaman iktidarı ele geçir(e)mediler ki! Geçirselerdi, acaba nasıl davranırlardı?
Margaret Thatcher, Golda Meir, Indra Gandhi güçlü kadınlardı ve ülkelerini savaşa sokmaktan çekinmediler.
Ama bu kadınlar ‘erkek dünyasının kurallara göre’ siyaset yaparak iktidara geldiler. Eğer kadınlarla erkekler koltukları 50-50 paylaşsayda, iktidarda farklı davranırlardı’ diyor Nye.
*
Bu son görüşün ilk yarısına yüzde bin katılıyorum.
Bu yüzden (kadın hatta bazen anne olmalarına rağmen) kadınların, ülke yönetiminde olsun, şirket yönetiminde olsun, iktidardaki erkeklerden bile daha sert ve acımasız olabildiklerini düşünüyorum.
(Kadın kadının kurdudur, konusuna girmeyeceğim, ama bu da ayrı bir mevzu.)
Çünkü, erkeklerin koyduğu kurallara göre çalışan, tamamen maço hatta mizojin (kadın düşmanı) yapılarda, bir kadının erkeklerin arasından sıyrılıp, erkeklerin tepesine çıkabilmesi ve orada tutunabilmesi için... hadi şimdi ‘erkeklerden beter olması gerekir’ diyerek göz göre göre sürçü lisan etmeyeyim, meclisten içeri laf etmemeyim!
Her zaman söylediğim gibi (erkeklerin arasından sıyrılmasa da, başbakanlık koltuğuna paraşütle indirilse de) Türk siyasetinde bir ‘kadın başbakan’ örneğimiz var mesela.
Türkiye’de kadınların ‘başka türlü’ siyaset yapması, ya da ‘başka türlü kadınların siyaset yapması’ ne yazık ki kolay değil.
Bu, geri kalmış doğulu toplumumuzda, küçük büyük bir iktidarın söz konusu olduğu her sosyal yapı için geçerli.
Toplumun küçük bir kesiminde büyük bir gelişme yaşansa da...
*
Cinsiyet, iktidarı kullanma şekli üstünde etkili midir?
Psikologlar evet diyorlar: Erkekler güç kullanınıma, kadınlar işbirliğine daha yatkınlar.
Son zamanlarda yapılan çalışmalar (yönetici erkek olsun, kadın olsun) ‘kadın tarzı yönetim’in yükselen değer olduğunu gösteriyormuş:
Bilgi ve iletişime dayalı toplumlarda ağlar (network’ler yani) hiyerarşinin yerini alıyor ve bilgi-çalışanları hiyerarşiye daha az saygılılar’.
Artık bugün organizasyonların çoğunda ‘paylaşımcı yönetim’ ve ‘yetkinin yeniden dağıtımı’ söz konusu.
Yani yöneticiler bir piramidin tepesinde değil, bir çemberin merkezinde oturuyorlar, diyor Nye.
Bu değişim Amerikan ordusunda dahi hissediliyormuş. Pentagone’un bir raporu, askeri eğitmenlerin ‘eskisi kadar bağırıp çağırmadığını’ çünkü yeni nesillerin ‘danışman modeli uygulayan’ eğitimcilere daha açık olduklarını söylüyormuş.
Teröre ve ayaklanmaya karşı zafer kazanmak için, ordunun binaları yıkması, insanları öldürmesi bir işe yaramıyor; halkın kalbini ve aklını kazanmak gerek, diyor eski savunma bakanı yardımcısı.
Bugünün yöneticilerinin network’leri kullanmayı bilmesi, işbirliği yapmaya eğilimli olması ve katılımı teşvik etmesi gerekiyor’.
Bu da, kadınların başarılı olduğu bir yönetim şekli.
Oysa (ABD’de bile) büyük şirket yöneticilerinin sadece % 5’i, milletvekili ve senatörlerin sadece yüzde 16’sı kadın.
20.yy’da bağımsız ülkelerde iktidara gelen toplam 1.941 devlet reisi ve başbakandan sadece 27’si kadınmış.
Bunların da yarıya yakını eski bir (erkek) yöneticinin dul karısı veya kızı.
Kendi adıyla ve gücüyle iktidara gelen kadınların oranı sedece... % 1!
*
8 Mart Dünya Kadınlar Günü’ne az kaldığına göre, bu yazıyı ben de Joseph S. Nye’ın son cümlesiyle bitireyim:

Steven Pinker ‘Şiddeti önlemekte başarısız kalan ülkeler, aynı zamanda kadınların kendilerini gelişmesine fırsat vermeyen ülkeler' derken çok haklı...

(*) Le Figaro, 11-12 Şubat 2012


Serdar Devrim, Hürriyet-İK 04.03.2012