Niçin sırtları dönük oturmuşlar?
Üftade Ninem vefat ettiğinde daha 5 yaşındaydım. Ölüm lafını o gün duydum.
Üftade Ninem vefat ettiğinde daha 5 yaşındaydım. Ölüm lafını o gün duydum.
Aynı yıl Murat Dedem.
Ölümün bıraktığı boşluğu gözlerimle gördüm.
Kadriye Ninem birkaç
gün içinde solup gittiğinde 9 yaşındaydım. Ölümün her an, her yerden
gelebileceğini anladım.
Ruhi Dedem ölüme
Vosvos’un dikiz aynasından bana el sallayarak gitti. 11 yaşındaydım ve artık
ölümün yok olmak anlamına geldiğini biliyordum.
Babaannemi kucağımda
toprağa bıraktım. Ertesi sabah gözlerimi açtığımda “Serdar, ilk kez Mamuş’un olmadığı bir dünyaya uyanıyorsun!” diye
düşündüm. 40 yaşındaydım. Ölümün anlamı artık çok farklıydı.
(Adnan Benk, o
gün babama bir faks çekmişti: “Anasını babasını kaybedenler, ansızın geriye,
onların bıraktığı boşluğa çekilirler. O güne kadar, yaşın ne olursa olsun,
yüzüne vuran aydınlık, arkanda uzanan gölgeden beslenirdi. Üçüncü boyutun
elinden alınmış gibisin. Gölgeleşme sırası şimdi sende. Evet, gene sahnedesin
kuşkusuz. Ama nesi var bu tiyatronun? Salon niçin bu kadar aydınlık da sahne
karanlıklar içinde? Sen gene sensin, seyirciler de hep o seyirciler. Peki,
kimin aklına esmiş de, sırtları dönük oturtmuş onları böyle?”)
Yarım yüzyılda çok,
ama çok sevdiğimden ayrıldım.
Ölümün ve ayrılığın
hazırlığı olmaz. Ama anaların hası bizi ayrılığa yavaş yavaş hazırladı. 50
yaşında öksüz kaldım. Yıllar geçti, hayır, bu yokluğa alışamadım.
Anası olanlar,
kıymetini ve ne kadar kısmetli olduğunuzu bilin…
*
* *
* *
Yemma çoktan cennettedir
Baktım da, Tahar Ben Jelloun'un tek kitabını
okumuşum. (La Nuit de l'Erreur yani Hata Gecesi.) Doğrusu hem utandım (Fransızca yazan Arap yazar ve şairlerine
düşkünümdür oysa) hem sevindim. Okuyacak bir sürü kitap çıktı.
Faslı edebiyatçının
yeni bir kitabı yayımlandı: Sur ma mère. Annesini anlatıyor.
(Jour de silence à Tanger’de ise
babasını anlatır.)
Ruhun / aklın / belleğin karanlık gecesine
gömülüp giden annesini. Dünya çapında bir yazar olan oğlunun kitaplarına (okuma
yazma bilmediği için) sadece bakan anasının hikayesini.
Ufak tefek ve güzel Fesli (Fas’ın Fes
şehrinden) Fatma, 15 yaşında evlendirilip, ertesi yıl kucağında bir küçük kız
çocuğuyla dul kalmış. Tekrar evlendirmişler, bir oğlu olmuş. Bir daha dul
kalmış. Bu defa, çocuğu olmayan evli bir adama vermişler, kendisine bir çocuk
verir vermez ilk karısını boşaması kaydıyla. ‘Lalla Fatma’ bir erkek çocuk dünyaya getirmiş. Savaş günlerinin
sıkıntısı arasında bir oğlan daha. Fes şehrinde, 1 aralık 1944’te dünyaya gelen
çocuğa Tahar adını vermişler.
1950’de doğup büyüdüğü Fes’i terk edip (büyülü
bir şehirdir görmediyseniz) Tanca’ya yerleşen Fatma, derin bir melankoliye
kapılmış. Ölene kadar Fes’in, ‘küçük kara kirazların’, portakal ağaçlarının
kokusunun ve ‘geri gelmeyecek bir dönemin renklerinin’ özlemiyle yaşamış.
2000 yılında, kendini esir hissettiği
Tanca’daki evinde, yıllardır ona bakan kadını düşman, ziyaretine gelen kızını
kendi annesi sanarak ağır ağır dünyayla bağları koparken; oğlu Tahar sık sık ‘Yemma’sını görmeye gidermiş. Oğlunu
bazen tanır, bazen tanımaz, başkalarıyla karıştırırmış, “çünkü zaten Yemma o sırada çok uzaklardadır, oğlunun daha doğmadığı
eski günlerde yaşamaktadır.”
Tahar annesini sabırla dinler. Yorgun ve yaşlı
kadın, hastalık kokan odasındaki yatağında “tanımadığı genç ve çekici” bir kadına dönüşür. “İhtiyarlık ve bunama, annemi gençliğinin
çiçekli günlerine geri götürdü” diyor yazar. Oğlu, dili çözülen annesinin
anlattıklarını hüzünle dinler.
Ama günlük hayat giderek zorlaşmaktadır.
Hastalık ilerlemekte, kadının yorgun bedeni gücünü kaybetmektedir. Yemma,
yardımcı kadına ve çevresindekilere karşı giderek salgınlaşmaktadır. Yıllardır
Paris’te yaşayan, burada kendine önemli bir yer edinen, 1987’de ülkenin en
önemli edebiyat ödüllerinden Goncourt’u kazanan oğlu, Fransa’nın pek çok örf ve
âdetini benimsemiş, ama kendi tabiriyle “bir
yandan ömürlerini uzatırken, bir yandan yaşlılarını heba eden” batı
‘medeniyeti’ne asla ısınamamıştır. Alberto Sordi’nin bir filmini hatırlar.
Filmin kahramanı bir yandan annesinin üstüne titremekte, bir yandan da onu bir
huzurevine götürmektedir. Tahar böyle yapmaz. Yemma evinde, yatağında ölür;
oğlu son anına kadar yanındadır.
Yemma’nın son günleri bir cehennemdir. Ama,
acı çeken, sayıklayan annesinin “çoktan
cennette olduğuna” inanır oğlu:
Yemma, çok özlediği Fes’e, çocukluk günlerine
geri dönmüş; annesiyle, babasıyla, kardeşleriyle buluşmuştur. Onlarla
konuşmakta, onlara anlatmaktadır. Çocukluğunun mutluluğunu bir kere daha
yaşamaktadır.
Ölüm döşeğinde sayıklayan Yemma aslında çoktan
cennettedir.
*
15 Mart 2008’de, Onpunto’daki bu yazıyı şu cümleyle bitirdiğimde, anamın 40 gün ömrü
kaldığını bilmiyordum:
“Tahar
Ben Jelloun’un kitabı, anası ölüm döşeğinde, ellerinin arasından kayıp giden
her çocuk için bir umuttur…”
Varsa, eminim anaların hası çoktan
cennettedir.
Hürriyet-İK, 11.05.2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder