22 Ağustos 2013 Perşembe

Ohhh bu sefer de yırttın!

Geçen hafta, lafa Gezi’den girince bir türlü sadede gelememiştim, yazı bir tuhaf olduydu.

(Bu arada Hallacı’ya niyet edip Haccalı Mansur yazmışım, kusura bakmayın.)

Kitty Genovese etkisi’ dedim, laf havada kaldı.

Tarihe geçmiş bir polis vakasıdır. Catherine ‘Kitty’Genovese adlı genç bir kadın, 1964 yılında Brooklyn’de sokak ortasında tecavüze uğrayıp öldürülür. New York Times’ın (sonradan abartılı olduğu anlaşılan) haberine göre, 38 kişi sabaha karşı yarım saat süren işkenceyi görmüş, kadının yardım çığlıklarını işitmiş, ama kimi duymamak için radyonun sesini açmış, kimi yatağına dönüp yatmış; kimse, hiçbiri, bırakın yardıma koşmayı, polis çağırmaya bile gerek duymamıştır.

Bu vaka, sosyal psikolojide ‘şahit etkisi’ ya da ‘seyirci etkisi’ adı verilecek bir nazariyeye yol açacak; 1968’de iki araştırmacı bu etkiyi laboratuvar ortamında ispatlayacaklardır.

Özetle:

Zor durumdaki bir insana yardım edilmesi olasılığı, olaya şahit olanların sayısıyla ters orantılıdır. Yani, olayı gören insan ne kadar çoksa, yardıma koşan (yahut yardım çağıran) o kadar az olur.

Niye’sine girmiyorum, uzamasın diye.

Ama geçen haftaki yazıda “12 Eylül yasaları (darbenin bir hedefi de buydu zaten) bireyi devlet, çalışanı da patron karşısında tek başına ve güçsüz bıraktı” derken, neden ‘Kitty Genovese etkisi’nden söz ettiğimi izahı deneyebilirim.

Başka bir benzetmeyle en azından...

*
Bir şirkette birkaç kişinin işine son verildiğinde, ya da toplu işten çıkarmalar olduğunda, diğer çalışanlar kılları kıpırdamadan seyirci kalırlar.

Zaten isteseler de, bireysel olarak yapabilecekleri bir şey yoktur.

Ama aslında işini kaybetme korkusu karşısında, çalışanın içindeki ‘ilkel canlı’ harekete geçer.

Gidenler için gerçekten üzülse de, nezaketen üzülmüş gibi yapsa da, aslında beyninin bir yeri ona ‘Ohhh, ses etme, bu sefer de yırttın!’ demektedir.

Belgesel seyircisiyseniz bilirsiniz. Hani aslan bir zebra (yahut ceylan, Afrika antilopu) sürüsüne saldırır; her biri can havliyle sağa sola kaçışır; aslan bir garibi – ki bu genellikle yavru, zayıf, hasta, sakat ya da yaşlı bir hayvandır – sürüden ayırıp devirir, dişlerini gırtlağına geçirir.

İşte bu anda, sürüdeki diğer hayvanlara bakın:

Aslanın içlerinden birini yakaladığını görünce, diğerleri rahatlar: Güvenli bir mesafede durur, bir müddet debelenmekte olan garibi seyreder, ardından otlamaya devam ederler. Düşmana bir kurban verilmiş, tehlike bir müddet için geçmiştir. 

Toplu işten çıkarmalarda da kalanların hissiyatı aynen böyledir.

*

Tabiat çok acımasızdır. İyilik, adalet, dürüstlük, mertlik gibi insan icadı kavramlara tabiatta yer yoktur.

İnsanlar için de, kendi (tabiî) haline bırakıldığında hayat acımasızdır.

Hep söylerim, kapitalizmin diğer sistemlere tartışmasız üstünlüğünün sebebi, insan tabiatına, yani insanın içindeki hayvana en yakın ve en uygun sistem oluşudur.

Dolayısıyla, orman kanununun işlediği ‘vahşî’ kapitalizm, tabiat gibi, son derece acımasızdır.

Gelişmiş-medenî toplumlar - ki günümüzde tarihi şartlar sesebiyle hepsi kapitalist ülkelerdir - kapitalizmin bu insaniyetsiz / zalim yönünü sosyal kanunlarla törpülerler.

*

Bireye değer verilmeyen bir toplumda, 80 yıldır sağcı hükümetlerce yönetilen bir ülkede, sosyal kanunların bireyi ve çalışan halklarını korumasını ve güçlendirmesini beklemek hayalciliktir.

Kapitalizmin bir üstünlük sebebi de, tıpkı tabiattaki başarılı türler gibi, varlığını sürdürebilmek için değişme ve şartlara uyum sağlama kabiliyetidir.

Gerçi hükümetler sermayenin ricasını pek kırmazlar ama...
Bazen devletin yapmadığını, kapitalizmin en önemli unsuru olan ve kapitalizmin nimetlerinden en çok yararlanan şirketlerin yapması gerekir.

Günümüzde şirketlerin ‘sosyal çekim gücü’ yani en iyi elemanları çekme ve elinde tutma gücü, en az piyasa değeri yahut marka değeri kadar önemlidir.

Ve bugünün en değerli şirketlerinin hepsi, istisnasız, menfaatlerinin müşteri kadar çalışan memnuniyetinden de geçtiğini idrak eden şirketlerdir.


Hürriyet-İK, 25.08.2013




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder