Geçen
hafta, lafa Gezi’den girince bir türlü sadede gelememiştim, yazı bir tuhaf
olduydu.
(Bu arada Hallacı’ya niyet edip Haccalı
Mansur yazmışım, kusura bakmayın.)
‘Kitty Genovese etkisi’ dedim, laf havada
kaldı.
Tarihe geçmiş bir polis vakasıdır. Catherine ‘Kitty’Genovese adlı genç bir kadın, 1964 yılında Brooklyn’de sokak ortasında tecavüze
uğrayıp öldürülür. New York Times’ın (sonradan abartılı olduğu
anlaşılan) haberine göre, 38 kişi sabaha karşı yarım saat süren işkenceyi
görmüş, kadının yardım çığlıklarını işitmiş, ama kimi duymamak için radyonun
sesini açmış, kimi yatağına dönüp yatmış; kimse, hiçbiri, bırakın yardıma
koşmayı, polis çağırmaya bile gerek duymamıştır.
Bu vaka, sosyal psikolojide ‘şahit etkisi’ ya
da ‘seyirci etkisi’ adı verilecek bir nazariyeye yol açacak; 1968’de iki
araştırmacı bu etkiyi laboratuvar ortamında ispatlayacaklardır.
Özetle:
Zor durumdaki bir insana yardım edilmesi olasılığı,
olaya şahit olanların sayısıyla ters orantılıdır. Yani, olayı gören insan ne
kadar çoksa, yardıma koşan (yahut yardım çağıran) o kadar az olur.
Niye’sine girmiyorum, uzamasın diye.
Ama geçen haftaki yazıda “12 Eylül yasaları
(darbenin bir hedefi de buydu zaten) bireyi devlet, çalışanı da patron karşısında
tek başına ve güçsüz bıraktı” derken, neden ‘Kitty Genovese etkisi’nden
söz ettiğimi izahı deneyebilirim.
Başka bir benzetmeyle en azından...
*
Bir şirkette birkaç kişinin işine son verildiğinde, ya
da toplu işten çıkarmalar olduğunda, diğer çalışanlar kılları kıpırdamadan
seyirci kalırlar.
Zaten isteseler de, bireysel olarak yapabilecekleri
bir şey yoktur.
Ama aslında işini kaybetme korkusu karşısında,
çalışanın içindeki ‘ilkel canlı’ harekete geçer.
Gidenler için gerçekten üzülse de, nezaketen üzülmüş
gibi yapsa da, aslında beyninin bir yeri ona ‘Ohhh, ses etme, bu sefer de
yırttın!’ demektedir.
Belgesel seyircisiyseniz bilirsiniz. Hani aslan bir
zebra (yahut ceylan, Afrika antilopu) sürüsüne saldırır; her biri can havliyle
sağa sola kaçışır; aslan bir garibi – ki bu genellikle yavru, zayıf, hasta,
sakat ya da yaşlı bir hayvandır – sürüden ayırıp devirir, dişlerini gırtlağına
geçirir.
İşte bu anda, sürüdeki diğer hayvanlara bakın:
Aslanın içlerinden birini yakaladığını görünce,
diğerleri rahatlar: Güvenli bir mesafede durur, bir müddet debelenmekte olan
garibi seyreder, ardından otlamaya devam ederler. Düşmana bir kurban verilmiş,
tehlike bir müddet için geçmiştir.
Toplu işten çıkarmalarda da kalanların hissiyatı aynen
böyledir.
*
Tabiat çok acımasızdır. İyilik, adalet, dürüstlük,
mertlik gibi insan icadı kavramlara tabiatta yer yoktur.
İnsanlar için de, kendi (tabiî) haline bırakıldığında
hayat acımasızdır.
Hep söylerim, kapitalizmin diğer sistemlere
tartışmasız üstünlüğünün sebebi, insan tabiatına, yani insanın içindeki hayvana
en yakın ve en uygun sistem oluşudur.
Dolayısıyla, orman kanununun işlediği ‘vahşî’
kapitalizm, tabiat gibi, son derece acımasızdır.
Gelişmiş-medenî toplumlar - ki günümüzde tarihi
şartlar sesebiyle hepsi kapitalist ülkelerdir - kapitalizmin bu insaniyetsiz /
zalim yönünü sosyal kanunlarla törpülerler.
*
Bireye değer verilmeyen bir toplumda, 80 yıldır sağcı
hükümetlerce yönetilen bir ülkede, sosyal kanunların bireyi ve çalışan
halklarını korumasını ve güçlendirmesini beklemek hayalciliktir.
Kapitalizmin bir üstünlük sebebi de, tıpkı tabiattaki
başarılı türler gibi, varlığını sürdürebilmek için değişme ve şartlara uyum
sağlama kabiliyetidir.
Gerçi hükümetler sermayenin ricasını pek kırmazlar
ama...
Bazen devletin yapmadığını, kapitalizmin en önemli
unsuru olan ve kapitalizmin nimetlerinden en çok yararlanan şirketlerin yapması
gerekir.
Günümüzde şirketlerin ‘sosyal çekim gücü’ yani
en iyi elemanları çekme ve elinde tutma gücü, en az piyasa değeri yahut marka
değeri kadar önemlidir.
Ve bugünün en değerli şirketlerinin hepsi, istisnasız,
menfaatlerinin müşteri kadar çalışan memnuniyetinden de geçtiğini idrak eden
şirketlerdir.
Hürriyet-İK, 25.08.2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder