9 Ağustos 2015 Pazar

Bizi yoran işimiz değil içimize attıklarımız

Fransa’da haziran ortalarında Çalışma Hayatında Kalite Haftası’nın on ikincisi organize edildi.

(Fransa’dan çok söz ediyorum, kusura bakmayın, medyayı, tartışmaları rahat takip edebildiğim için.)
Bu yılın teması (tercümesi biraz zor) ‘İşimizi konuşur hale getirelim’ idi.

Özete, işimizi konuşalım, çalışma hayatımızla ilgili yaşadıklarımızı yüksek sesle konuşalım, paylaşalım, tartışma alanları yaratalım... ki, yapılan iş ‘görünür’ hale gelsin, sorunlar, doğru/ yanlış beklentiler, yanlış anlaşılmalar ortaya çıksın... ki yaptığımız işin kalitesini arttıralım.
Yani çalışanlar daha iyi / kaliteli şartlarda çalışsınlar ve daha iyi / kaliteli iş üretsinler...

*
Kötü yönetilen Türk şirketlerinde, yani şirketlerin hemen hepsinde, unutulan ve unutturulmaya çalışılan bir konudur ama (söz konusu haftanın organizasyon komitesindeki bir uzmanın dediği gibi) “çalışanlara yaptıkları işle, ürettikleri mal ve hizmetle, iş yapış biçimleriyle ilgili söz hakkı vermek, çalışanların çalışma ortamını daha iyi / kaliteli olarak algılamaları ve yaptıkları işi ‘anlamlandırmaları’ açısından çok önemlidir.

Bizim şirketlerde, çalışanların kendilerini ifade edebilecekleri, seslerini, sorunlarını duyurabilecekleri, öneriler getirebilecekleri ortam ve organizasyon yoktur.
Olanlar da, yönetimin vizyonunu ve beklentilerini çalışanlara ‘anlatmak’ (!) için düşünülmüştür. Yapılan işi, iş yapış şekillerinin ve çalışma ortamını tartışmak, konuşmak ve iyileştirmek için değil...  Zaten çalışanlar adam yerine koyulmaz.

(İş kanunlarının veya sosyal kanunların empoze ettiği çalışan temsilciliği, işçi temsilciliği gibi kurumlar da, genellikle işçi ve işveren temsilcilerinin ‘konuştuğu’ değil ‘çatıştığı’ ortamlardır.)
*
Hafta vesilesiyle yazılanları, söylenenleri takip ederken, Philippe de Lapoyade adlı bir uzmanın ilginç bir makalesine tesadüf ettim.

Diyor ki : “Çalışırken bizi asıl yoran, yaptığımız iş değil söylemediklerinizdir.
Soruyor : “Çok pozitif havalarda ama sinsi imalarla, gülümseyerek laf geçirmelerle, örtülü gerginliklerle dolu bir toplantıdan dayak yemiş gibi yorgun çıkmayanımız var mı? Hangimiz kendini savunamadığı hatta sadece cevap veremediği için kendini moralsiz ve bitkin hissetmemiştir? Kaçımız tatsız başlayan, tatsız giden, tatsız biten ama müşteriyi yahut işimi kaybederim korkusuyla gık diyemediğimiz bir toplantı yaşamadık? Hangimiz, üstümüzdeki baskıyı atmak, içimizi boşaltmak için böyle bir günün akşamında, bir arkadaşımıza yahut eşimize, o anda söyleyemediklerimizi, bastırdığımız duygularımızı heyecanla kusmadık? Yahut, daha da beteri, yaşadığımız bu tatsızlığı, söyleyemediklerimizi içimize zehip gibi atmadık?”

Söz konusu uzman, alıntı yaptığım bu makalesini araştırmaların, mesaimizin yüzde 70 ila 80’ini ‘diğerleriyle (iş arkadaşları, yöneticiler, müşteriler, hizmet verenler vb ile) iletişime’ harcadığımızı göstediğini; hasılı, çalışma hayatımızın kalitesi ve mutluluğunda, iletişim kalitesinin büyük yer tuttuğunu; herkese, her şeye verilebilecek uygun bir cevap bulunabileceğini, önemli olanın üslup olduğunu ve saire söyleyerek sürdürüyor. Bize (özellikle erkek çocuklara) duygularını göstermenin ayıp olduğu öğretildi, oysa doğru olan tam tersidir, diyor.
Ben de, neredeyse 40 yıldır çalışan, 25 yıldır da büyük kurumlarda ücretli çalışan bir Türk olarak diyorum ki :

Sus, susmazsan sıra sana gelecek...
Bizim memlekette, hislerinizi belli etmek için ağzınızı açarsanız, ağzınıza... biber sürerler. Onun için, şu 3 yöntemden birini tercih edin:

(1) Ağzınızı sadece, yöneticinizin ne kadar akıllı olduğunu, en doğru kararları verdiğini söylemek için açacaksanız açın. Eleştirilere kendinizi savunarak değil, yalan söyleyerek, başkalarını, altınızda çalışanları suçlayarak cevap verin. Teflon tava gibi olun, asla üstünüze almayın, alınmayın, aldırış etmeyin...

(2) Bu 3 Y (yalakalık, yalancılık, yavşaklık) yöntemini beceremiyorsanız, duymazdan gelin, susun, askerliğini yapmış her Türk erkeğinin bildiği 3 K (konuşmama, karışmama, kaytarma) yöntemini uygulayın.

(3) Bunu da mı beceremiyorsunuz? Siz siz olun, hiçbir şartta cevap vermeyin, hislerinizi asla söylemeyin, hatta belli etmeyin. Dokuz kere yutkunun, sonra bir pundunu getirip kuytu bir köşeye kaçın, kimsenin duymayacağından emin olduktan sonra bildiğiniz bütün küfürleri sayın.

Haa (4) kendinizi bu kadar da tutamıyorsunuz? Artık salaklığın bu kadarına da tahammülünüz kalmamış. O zaman, içinize atıp ölecek değilsiniz ya, koyverin gitsin. Hak edene hak ettiği cevabı verin...

Sonuç mu? Ha ha ha... Bak şekil (a)
 
Hürriyet-İK, 09.08.2015

 
 
 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder