18 Ağustos 2013 Pazar

Sadede gelemeyen yazı

Yeni teknolojiler ve eskisi kadar kolay engellenemeyen yeni iletişim olanakları sayesinde, olup bitenleri görebiliyor, paylaşabiliyoruz. Suçu ve suçluyu gizlemek ve korumak zorlaşıyor.

Mesela 16 Şubat 1969’da yahut 1 Mayıs 1977’de Taksim’de yapılan katliamları insanlar ancak gazetelerde yayımlanan 3-4 kare fotoğraftan izleyebilmişlerdi.

Oysa Gezi olaylarını; üniformalı polisin Taksim’de, üniformasız polisin ara sokaklarda yaptıklarını - televizyonların örtbas etme çabalarına rağmen - sosyal medyadan canlı yaşadık. Kahire’de askerin yaptığı katliamı (özellikle de yandaş kanallardan) canlı izledik.

İletişimin yoğunlaşması insanda, doğru veya yanlış, bir özgürlük hissi yaratıyor. Birey olarak kendimizi, iktidarların keyfi haksızlıkları karşısında daha az yalnız hissediyoruz. Ve daha az çaresiz.

Ne demiş (demişse eğer) Hallacı Mansur?

Cehennem acı çektiğimiz yer değildir, acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir.

Sesinizin duyulması, size yapılan haksızlığa birilerinin isyan ettiğini bilmek, yalnız olmadığınızı hissetmek, sizi kurtarmasa da en azından acınızı azaltır ve direnme gücünüzü artırır.

Bireyi izole ederek ezmeye alışık zihniyet, artık, yeni teknolojilerin oyununu, ‘Gezi Ruhu’nun da ezberini bozmasıyla ne yapacağını bilemez halde.

Yeni teknolojiler olayların gizlenmesini engelliyor, görgü tanığı sayısını artıyor, destekçilerin gücünü katlıyor.

Gezi Ruhu’ dediğim (Quebec’ten Kahire’ye, Madrid’den Uludere’ye uzanan) ruh hali ise, Amerikalıların ‘bystander effect’ dediği, genelde ‘Kitty Genovese etkisi’ diye bilinen fenomeni (*) etkisiz hale getiriyor.

Artık seyretmekle yetinmiyoruz. Bugün sana, yarın bana diyerek harekete geçebiliyoruz. Korkumuzu atıp, artık bize dokunmayan yılana da hep birlikte karşı duruyoruz.

Ayrılıklarımızı ve farklılıklarımızı bir kenara koyarak, temel müşterek değerlerimiz ve çıkarlarımız için güçbirliği yapabiliyoruz.

Bunlar, kim ne derse desin, medenileşme yolunda olumlu gelişmeler.
*
Bu mantığın, bu felsefenin, bu bakış açısının, bu olumlu ve sağlıklı tepkinin siyasetle sınırlı kalmayıp her alana yayılması lazım.

Tabii ki herkesin gaz maskesi takıp sokağa çıkacak hali yok.
(“Seni dün Taksim’de göremedik” diye laf sokuşturanlara, “Aman Gezi’deki gençlerin ana-babaları, yani 78 kuşağı meydanlara inmesin, biz çocuklarımız kadar ‘cool’, sağduyulu ve barışçı değiliz;işin rengi değişir” diyorum.)

Ama herkesin, Sakıp Sabancı’nın literatüre soktuğu deyimle, elini taşın altına koyması; herkesin kendi alanında haksızlıklarla, keyfi davranışlarla mücadele etmesi gerek.

Madem ki burada konumuz temelde insan, özellikle de insan kaynakları...

Gelin işe bir gerçeği çekinmeden, yüksek sesle söyleyerek başlayalım.

12 Eylül yasaları (darbenin bir hedefi de buydu zaten) bireyi devlet, çalışanı da patron karşısında tek başına ve güçsüz bıraktı.

O tarihten beri düzeltmeler yapıldı elbette.

Ayrıca, haksızlık etmeyelim, kurumsal yapısı güçlü şirketlerin genelde çalışan haklarını mümkün olduğunca koruduğunu, son yıllarda bu konuda gözle görülür bir iyileşme olduğunu da kabul edelim.

Ama hâlâ, çalışanın yalnızlığından ve savunmasızlığından istifade etmeye çalışan şirket ne yazık ki çok. Hem de çok!

Bu yüzden, bu hafta Zeynep’in (Mengi) hazırladığı kapak konumuz (işten çıkan veya çıkarılanların hakları) ne yazık ki güncel ve gerçek bir ihtiyaca cevap verdiğine inanıyorum.

Ankara’da bir torba yasa hazırlığı var, diyorlar. Bugünleri de ararsın diyorlar.

Şimdiden tartışmanın anlamı yok.

Nasılsa toplumun nabzını tutmayacaklar, tarafların görüşünü almayacaklar, kapalı kapılar ardında kendi hazırladıkları kanunları gece yarıları kendileri oylayacaklar.

Nasılsa itirazları dinlemeyecekler; “Bir yanlış varsa düzeltiriz” diyecekler.

66 aylık çocukları düzelttikleri gibi...



(*) Özetle: Acil durumlarda ne kadar çok gören varsa, yardıma koşan o kadar az olur.


Hürriyet-İK, 18.08.2013

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder