Yeni teknolojiler ve
eskisi kadar kolay engellenemeyen yeni iletişim olanakları sayesinde, olup
bitenleri görebiliyor, paylaşabiliyoruz. Suçu ve suçluyu gizlemek ve korumak
zorlaşıyor.
Mesela 16 Şubat
1969’da yahut 1 Mayıs 1977’de Taksim’de yapılan katliamları insanlar ancak
gazetelerde yayımlanan 3-4 kare fotoğraftan izleyebilmişlerdi.
Oysa Gezi
olaylarını; üniformalı polisin Taksim’de, üniformasız polisin ara sokaklarda
yaptıklarını - televizyonların örtbas etme çabalarına rağmen - sosyal medyadan
canlı yaşadık. Kahire’de askerin yaptığı katliamı (özellikle de yandaş
kanallardan) canlı izledik.
İletişimin
yoğunlaşması insanda, doğru veya yanlış, bir özgürlük hissi yaratıyor. Birey
olarak kendimizi, iktidarların keyfi haksızlıkları karşısında daha az yalnız
hissediyoruz. Ve daha az çaresiz.
Ne demiş (demişse
eğer) Hallacı Mansur?
“Cehennem acı çektiğimiz yer değildir, acı
çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir.”
Sesinizin duyulması,
size yapılan haksızlığa birilerinin isyan ettiğini bilmek, yalnız olmadığınızı
hissetmek, sizi kurtarmasa da en azından acınızı azaltır ve direnme gücünüzü
artırır.
Bireyi izole ederek
ezmeye alışık zihniyet, artık, yeni teknolojilerin oyununu, ‘Gezi Ruhu’nun da ezberini bozmasıyla ne
yapacağını bilemez halde.
Yeni teknolojiler
olayların gizlenmesini engelliyor, görgü tanığı sayısını artıyor, destekçilerin
gücünü katlıyor.
‘Gezi Ruhu’ dediğim (Quebec’ten
Kahire’ye, Madrid’den Uludere’ye uzanan) ruh hali ise, Amerikalıların ‘bystander effect’ dediği, genelde ‘Kitty Genovese etkisi’ diye bilinen
fenomeni (*) etkisiz hale getiriyor.
Artık seyretmekle
yetinmiyoruz. Bugün sana, yarın bana diyerek harekete geçebiliyoruz. Korkumuzu
atıp, artık bize dokunmayan yılana da hep birlikte karşı duruyoruz.
Ayrılıklarımızı ve
farklılıklarımızı bir kenara koyarak, temel müşterek değerlerimiz ve
çıkarlarımız için güçbirliği yapabiliyoruz.
Bunlar, kim ne derse
desin, medenileşme yolunda olumlu gelişmeler.
*
Bu mantığın, bu
felsefenin, bu bakış açısının, bu olumlu ve sağlıklı tepkinin siyasetle sınırlı
kalmayıp her alana yayılması lazım.
Tabii ki herkesin
gaz maskesi takıp sokağa çıkacak hali yok.
(“Seni
dün Taksim’de göremedik” diye laf sokuşturanlara, “Aman Gezi’deki gençlerin ana-babaları, yani 78 kuşağı meydanlara
inmesin, biz çocuklarımız kadar ‘cool’, sağduyulu ve barışçı değiliz;işin rengi
değişir” diyorum.)
Ama herkesin, Sakıp
Sabancı’nın literatüre soktuğu deyimle, elini taşın altına koyması; herkesin
kendi alanında haksızlıklarla, keyfi davranışlarla mücadele etmesi gerek.
Madem ki burada
konumuz temelde insan, özellikle de insan kaynakları...
Gelin işe bir
gerçeği çekinmeden, yüksek sesle söyleyerek başlayalım.
12 Eylül yasaları
(darbenin bir hedefi de buydu zaten) bireyi devlet, çalışanı da patron
karşısında tek başına ve güçsüz bıraktı.
O tarihten beri
düzeltmeler yapıldı elbette.
Ayrıca, haksızlık
etmeyelim, kurumsal yapısı güçlü şirketlerin genelde çalışan haklarını mümkün
olduğunca koruduğunu, son yıllarda bu konuda gözle görülür bir iyileşme
olduğunu da kabul edelim.
Ama hâlâ, çalışanın
yalnızlığından ve savunmasızlığından istifade etmeye çalışan şirket ne yazık ki
çok. Hem de çok!
Bu yüzden, bu hafta Zeynep’in (Mengi) hazırladığı kapak konumuz (işten çıkan veya çıkarılanların
hakları) ne yazık ki güncel ve gerçek bir ihtiyaca cevap verdiğine inanıyorum.
Ankara’da bir torba
yasa hazırlığı var, diyorlar. Bugünleri de ararsın diyorlar.
Şimdiden tartışmanın
anlamı yok.
Nasılsa toplumun
nabzını tutmayacaklar, tarafların görüşünü almayacaklar, kapalı kapılar ardında
kendi hazırladıkları kanunları gece yarıları kendileri oylayacaklar.
Nasılsa itirazları
dinlemeyecekler; “Bir yanlış varsa düzeltiriz” diyecekler.
66 aylık çocukları
düzelttikleri gibi...
(*) Özetle: Acil durumlarda ne kadar çok
gören varsa, yardıma koşan o kadar az olur.
Hürriyet-İK, 18.08.2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder