23 Haziran 2013 Pazar

Şeytanlar ve melekler

Toplumsal şiddet, aile içi şiddet, ‘bullying’ (okul çağındaki çocuklar arasında şiddet, baskı), ‘mobbing’ (çalışma hayatında psikolojik taciz); bunlar, son zamanlarda çok konuşulan ve etkili mücadele edilmesi gereken sosyal belalar.

(Polis şiddeti sosyal değil, siyasî bir beladır; girmiyorum. Bu konuda, 23 Eylül 2012 tarihli ve ‘Fanatizmin kökenleri’ başlıklı yazımı hatırlatırım.)

*
Bu konu nereden aklına geldi, diyeceksiniz.

‘Mobbing’e maruz kalan bir okur mektubundan.

Yoksa 2013 Türkiye’sinde yaşayan bir insanın aklına ‘şiddet ve saldırgınlık’ neden gelsin ki!

Yapım gereği (göze göz, dişe diş diye bilinen) Talion Kanunu’na eğilimli olduğumdan, insanların saldırganlık karşısında neden sessiz kaldıklarını anlamakta zorlanıyorum.

(Tabii fizik şiddet yahut ekonomik şantaj farklı konular.)

Bu insanları nasıl harekete geçirmeli?

Tesadüf, Le Figaro’nun (çok severek okuduğum) haftalık Sağlık-Psikoloji sayfasında bu konuyla ilgili bir makale vardı bu hafta. Bundan (ç)alıntılar yapacağım.

*

Saldırganlığın ‘azının yararlı, çoğunun zararlı’ olduğunu söylüyorlar.

Azı gerekli, çünkü belli bir dozda saldırganlık, ‘hayatta kalabilmek ve toplumda bir yer edinebilmek için gerekli yaşama enerjisi’dir diyorlar.

Sorun, saldırganlığın ‘bir başkası üzerinde hâkimiyet sağlamak için kötüye kullanılması’yla başlıyor.

Uzmanlar, saldırgan insanların yanı sıra bunların kurbanlarını da anlamaya çalışıyorlar:

Neden kimi insanlar, günlük hayatta dahi, kendilerini saldırganlara karşı savurmuyorlar?

‘Nazik olmayı kesin, gerçek olun’ adlı kitabın yazarı avukat Thomas d’Arsembourg, yönettiği ‘şiddet içermeyen ileşitim atölyeleri’nde bu tür insanlarla sık karşılaştığını söylüyor.

Aşırı saldırgan kadar aşırı pasif insan da var. Ne kadar güç kavgasına girmeden, saldırganlaşmadan iletişim kuramayan varsa, o kadar da saldırgan bir tutum karşısında donup kalan insan var. Tabii bu iki tutum da, sağlıklı ve akışkan bir iletişime engel”.

Çare, her iki yapıdaki insanın da 'gücünü yönetmeyi’ öğrenmesi, diyor. “Mesela uzun süre birlikte olabilen (mutlu) çiftlerin sırrı, birbirlerinin yaşam alanını işgal etmeye çalışmamalarıdır”.

Psikiyatr ve aile terapisti Reynaldo Perrone ise bugüne kadar pek bilinmeyen bir kişilik türünden söz ediyor: ‘Melek sendromu’ kurbanları.

Bunlar, kendi gözlerinde kendi değerlerini abartarak, saldırganlık karşısındaki zayıflıklarına mazeret yaratanlar. 

Kendilerini herkesten farklı ve yüksek bir yere yerleştiriyorlar. Kendilerini ‘saldırganlık ve saldırganlığa cevap vermeye çalışmak zavallı insanların işidir’ diye kandırıyorlar.

Aynı uzman “İtilmiş-kakılmışlar kendilerini ezenleri kıskanırlar, onlar da üstünlük sağlamak isterler, en azından bu durumdan şikayetçidirler. Oysa ‘melekler’ sosyal açıdan gayet başarılı olabilirler. Ama durumlarını ve yerlerini savunmaları gerekirse, içlerine kapanırlar, kabuklarına çekilirler ve ‘muhatap olmam-pisliğe bulaşmam’ diyerek kendi değerlerini kabul ettirmeyi başaramazlar” diyor.

Melekler’ genellikle ailenin, çevrenin (yeter artık kendini ezdirme!) isyanıyla bir uzmana başvuruyorlarmış. Ama bunların terapisi çok zormuş. 

Perrone “Aşırı saldırgan birine kendini saldırganlığını kontrol etmeyi öğretmek, aşırı pasif birini harekete geçirmekten kolaydır” diyor.

Ama terapiyi denemek gerek, çünkü itilmiş-kakılmışlar da, melekler de sosyal ilişkisi çok zayıf, yalnız insanlar olarak ‘fakirleşiyorlar’.

Yani… Çelişkili gelecek ama, bazen sağlıklı ve zengin sosyal ilişkiler kurabilmek için, saldırganlığa yeterli ölçüde saldırganlıkla cevap vermekte yarar var.

*

Psikiyatr-psikalanist Dr. Virginia Haselbalg-Corabianu ise “Bireyler olarak birlikte yaşamanın tek yolu herkesin başkalarının varlığına, farklılığına, farklı düşünme ve yaşama arzu ve özgürlüğüne saygı duyması, bunu samimiyetle içselleştirmesi” diyor. “Farklılığı tehdit olarak değil, zenginlik olarak görmek. Çok zor ama mümkün. Bundan herkes kazançlı çıkar.

Bitmedi:

Ama ne yazık ki günümüzde herkes bir kimlik arkasına sığınmaya çalışıyor. Sağcı, solcu, Müslüman, eşcinsel... Olduğu gibi, farklılığıyla kabul edilmek arzusu yerini ‘bir gruba mensup olma refleksine’ bırakıyor. Genellikle kişi grubun içinde kayboluyor, özelliğinin anlamı kalmıyor ve parçalanma ve kutuplaşma başlıyor. Bu bakış açısında ise paylaşma, birlikte var olma değil ‘diğerine kendini, kendi görüşünü zorla kabul ettirme’ anlayışı devreye giriyor. Bu durumda tek kazanan saldırganlık oluyor.


Hürriyet-İK, 23.06.2013



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder