1980’li yıllarda halamın kırtasiyeci dükkanında tezgahtar olarak çalışan bir genç vardı. Askerde benim aşçımdı, terhis olunca peşimden İstanbul’a gelmişti. Bir gün maaşının yetmezliğinden yakındı. Ben de - klasik - dükkanın para kazanmadığını, bir satış elemanına ancak bu kadar ücret ödeyebileceğini söyleyince, 30 yıldır unutmadığım bir cevap (ders) verdi bana:
“Patron; siz para kazanmayı
bilmiyorsunuz diye ben bu maaşla yetinecek değilim.”
*
Ücretli çalışmanın ‘köleliğin modern
şekli’ (yahut kapitalizmin köleliğe bulduğu, kamu vicdanını nispeten
rahatlatıcı bir alternatif) olduğuna; çalışanın her koşulda emeğinin
sömürüldüğüne inanan bir gençliğin içinden geldiğim için; üniversiteyi
bitirdiğimde (biraz da, çelişkili ama, daha önce anlatmıştım, okuduğum bazı
kitapların etkisinde kalarak) ‘kendimin patronu’ olmayı hayal etmiştim.
Ancak beni sadece kendi emeğimle
geçindirecek bir sanatım veya zanaatim olmadığı için (ki buna hâlâ yanarım)
insan çalıştırmam gerekeceğinden, en azından iyi bir patron’olmaya, insan
kalmaya kararlıydım.
Uzatmayayım, 15 yıl kadar zorladıktan sonra
(1980’li yıllarda Türkiye’de bugünkünden beter bir vahşî kapitalizm hüküm
sürüyordu) anladım ki, o günün şartlarında, hem işadamı olmak hem adam olmak
kolay değildir. Benim harcım değil en azından. Birincisinden umudu 1990’da
kestim, ikincisi için hâlâ debeleniyorum.
*
Bunları, geçenlerde gece vakti gelen bir
e-postayı okurken düşündüm.
V., sahibi olduğu şirketi 2001 krizinde
kapatmış ve profesyonel yönetici olarak çalışmaya başlamış. Yaşadığı
sıkıntıları anlattığı uzun yazısını şu cümleyle özetliyor:
“Yani Serdar Bey, 13 yıldır profesyonel
yöneticiyim ve şimdiden patron olsun, CEO olsun, sizin dediğiniz gibi diğer
C-BilmemNe olsun, başkalarının başarısızlığının, beceriksizliğinin, yetersizliğinin,
yeteneksizliğinin, aptallığının cezasını ödemekten bıktım…”
V. haklı, haklı ama, ücretli çalışmanın
(birinin dediği gibi) fıtratında vardır bu.
Adam gibi yönetilen bir şirkete denk
gelirsen ne âla. Ama azdır.
Genelde; ekonominin ve/veya sektörün gidişatını
doğru okuyamadığı ve gerekli önlemleri alamadığı için pazar payı, cirosu, kârı
düştüğünde; aklına ilk ve tek tedbir olarak adam kovmak, sıfır zam yapmak,
çalışanın yemeğinden, çayından, tuvalet kağıdından kesmek gelen; yani çalışanı
şirketin kârına değil, sadece zararına ortak eden beceriksiz ve yeteneksizlerin
yönettiği şirketlere denk gelme olasılığı istatistik açıdan çok daha yüksektir.
Hasılı, sevgili V., sen kendi
beceriksizliğinin ve başarısızlığının cezasını (hemen itiraz etme, bak kendin
söylüyorsun, iş kurmuş ve yüzüne gözüne bulaştırmışsın), başkalarının
beceriksizliğinin ve başarısızlığının cezasını ödeyerek çekeceksin.
Sartre’ın dediği gibi ‘cehennem
ötekilerdir’.
Sartre, Gizli Oturum’un temasını
oluşturan bu ‘kült’ cümlenin yanlış anlaşıldığından yakınır ve ne demek
istediğini açıklarken şöyle der:
“Ve dünyada, başkalarının
değerlendirmesine (yargısına, kanısına,
kanaatine, kararına, sağduyusuna) fazlasıyla bağımlı oldukları için cehennem
hayatı yaşayan çok insan vardır.”
Üstelik sen, V., kaptanın ehliyetsiz
olduğunu, dümeni kamarotun birine emanet ettiğini, çarkçıbaşının da olup
bitenleri seyrettiğini gördüğün anda ve halde, gemiyi terk etmeyi bile
becerememişsin.
Şimdi hiiiiç ağlama…Hürriyet-İK, 08.02.2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder