28 Eylül 2014 Pazar

Çok bilinir ama...

İki hafta önceki kapak konumuz impostor (sahtekâr) sendromu idi.

Çalışanların çoğu (yüzde 70’i hem de) bulunduğu yere şans eseri geldiğini, aslında bunu hak etmediğini düşünüyor ve durumun (‘sahtekârlığının’) ortaya çıkmasından korkuyormuş. Yani aslında işlerinde başarılı, konularında yeterli oldukları halde, kendilerine haksızlık ederek aksini düşünüyorlarmış.
Haliyle bu sendromdan muzdarip insanlar, ortayı çıkıp ‘ben genel müdür oldum ama aslında bunu hak etmiyorum’ demiyorlar. Korkularını gizliyorlar. Bu da insan ilişkilerine ve iş yapış biçimlerine yansıyor(dur mutlaka).
Bu sendrom kadınlarda daha yaygınmış. Tabiîdir, çünkü aile düzeni ve eğitim sistemi, Türkiye’de (ve dünyanın pek çok ülkesinde) kızların kendilerine güvenini kırmak için elinden geleni yapıyor.

*
Burcu’nun (Özçelik Sözer) haberini okurken aklıma meşhur ‘öğrenilmiş çaresizlik’ geldi.

Bilirsiniz ama, bir özetleyeyim izninizle.
Öğrenilmiş çaresizlik’ insanlarda ve hayvanlarda gözlemlenen bir psikolojik durumdur.

Birey, yaşadığı veya şahit olduğu (olumlu olumsuz) olaylar üzerinde denetimi olmadığını (etkisiz ve başarısız olduğunu) tecrübeyle yaşayarak görür ve çaresizliğini / başarısızlığını kabullenir. 
Bu duruma ‘öğrenilmiş’ çaresizlik denmesinin sebebi ise, bireyin bir olayda yaşadığı başarısızlığı / çaresizliği, belki de başarılı olabileceği farklı durumlara da genelleyerek, denemekten bile vazgeçmesindendir.

Durun durun, çok bilinen bir iki örnek verirsem daha iyi anlatacağım.
*
Hindistan’da evcil filleri eğitmek için, daha yavruyken bacağından zincirle bir kütüğe bağlarlarmış. Debelenen, kaçmaya çalışan hayvan sonunda zincirden kurtulamayacağını anlayıp teslim olurmuş. Ancaaaak, büyüyüp de, dev gibi bir hayvan olduğunda, rahatlıkla çekip koparabileceği halde, asla bir daha zincirinden kurtulmaya kalkışmazmış. Çünkü kurtulamayacağına bir kere inanmıştır.

Yani zincir artık ayağında değil, kafasındadır. İşte buna psikolojide ‘öğrenilmiş çaresizlik’ denir.
Bir başka deneyde, pireleri 30 cm yüksekliğinde bir cam fanusun içine koyarlar. Isıtılan zeminden rahatsız olan hayvanlar zıplayanca tepelerinde göremedikleri cama çarpıp yere düşer. Bunu bir kaç kere tekrarladıktan sonra, hayvanlar 30 santimden daha yükseğe zıplamamayı öğrenir. Fanus kaldırıldıktan sonra bile artık en fazla 30 cm yükseğe zıplayacaklardır. Çünkü artık tavan, kafalarının içindedir.
Bir de dehşet bir maymun deneyi vardır ki, anlatmaya yerim yok ne yazık ki. ‘Öğrenilmiş çaresizlik’in toplumsal boyutunu anlatır. Duymadıysanız internetten bulup okuyun. Müthiş eğiticidir.

*
İnsanlar, bir şeyi iki kere, üç kere deneyip başarısız olduklarında (hele denemenin olumsuz bir de sonucunu görmüşlerse), ‘öğrenilmiş çaresizlik’ durumuna düşer ve bu deneyi bir daha tekrarlamazlar.

Daha da vahimi, pek çoğu, başarısız birkaç deneyimden sonra - belli bir konuda değil, genelde - ‘başarısızlığa mahkûm’ olduklarına inanırlar.
En iyi şartlarda hayata, kadere teslim olur, pasif birer insana dönüşürler. Ama içlerinde ağır depresyon ve psikolojik sorunlar yaşayanlar da çoktur.

*
Geçen haftaki yazıda, şirketlerde projelerin, özellikle değişim projelerinin başarısızlık sebeplerinden söz ederken

“Yönetici ve çalışanların proje ve değişim yorgunluğu / bıkkınlığı / yılgınlığı / yalamalığı”
diye bir özet ifade kullandım. Aslında söylemek istediğimi ‘öğrenilmiş çaresizlik’ örneğiyle anlatılabilirdi.

Bir büyük projenin, hele ‘değişim’ kadar iddialı bir projenin başarısı ‘insan unsuru’na bağlıdır. Çalışanların inanmasına, katılımına ve tabii bilgi ve yeteneğine.
Bir sürü emek verilen ama hiçbir sonuç çıkmayan; büyük bir gazla yola çıkıp arkası getirilmeyen, hatta 6 ay sonra adı bile unutulan 3’üncü, 4’üncü, 5’inci ‘büyük değişim projesi’nden sonra… artık insanları X’inci bir projeye inandırmak, katmak – dolayısıyla başarılı olmak mümkün değildir.

Yönetim bunu fark edene kadar başarısızlık kaçınılmazdır.
Peki yönetim bu gerçeği fark ederse ne yapar dersiniz?

Bir dakika, bir dakika... ben galiba bir yerlerde bir hata yapıyorum!’ diye kendini mi sorgular?
Yoksa başarısızlığı ara yöneticilere ve diğer çalışanlara yıkıp ‘kadroları gençleştirme’ kararı mı alır? Sizce?

Çünkü, rahmetli gazeteci abim Metin Toker’in “Türkiye’de Türkler yaşar. Ve Türkler de böyle yaşar!” vecizesi konumuz için de geçerlidir.


Hürriyet-İK, 28.09.2014

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder